Berlinale’de kahkahalarla izlenen ve alkışlarla biten ilk basın gösterimi Amerikan bağımsız sinemasının sevilen yönetmeni Richard Linklater’ın filmografisindeki 25. film Blue Moon oldu! Galalarda davetliler her filmi alkışladığı için ölçütümüz değil. Berlin’de ıslıklama geleneği yoktur, herkes terbiyesini takınır ama içten bir olumlu tepki de azdır… Linklater’ın Ben ve Orson Welles adlı kitabını uyarladığı Robert Kaplow’un senaryosunu yazdığı Blue Moon ise ilk dakikalarından itibaren zekice esprilerle, edebi göndermelerle, erotik dokundurmalarla dolu son derece kıvrak biçimde kaleme alınmış diyaloglarıyla izleyiciyi etkilemeyi başardı.
Başlangıcındaki iki plan hariç bir gece boyunca tek mekânda geçen Blue Moon, Lorenz Hart’ın kariyerinin ‘kötüye gitmeye’ başladığı dönemi özetliyor. Linklater dokuzuncu kez rol verdiği gözde oyuncusu Ethan Hawke’ye kelimenin tam anlamıyla ‘döktürme’, bir oyunculuk şovu yapma olanağı vermiş. Blue Moon’un her planda Hawke var, bütün aksiyon tamamen onun performansı etrafında dönüyor.
Adını Lorenz Hart’ın Richard Rodgers ile birlikte yazdığı en ünlü şarkılardan Blue Moon’dan alan film, söz yazarı-besteci ikilisinin 16 yıllık işbirliğinin ve Hart’ın ömrünün sonunu anlatıyor. İlk sahnede Hart’ı yağmur altında sarhoş yürürken görüyoruz. Yere düşüp kaldığında bir radyo haber bülteni onun hastanede zatüreeden öldüğünü duyuruyor. Rodgers’ın Oscar Hammerstein ile yaptığı Oklahoma! müzikalinin galasına annesiyle birlikte giden Hart, finale katlanamayıp locadan kalkıyor, “Bir içkiye ihtiyacım var,” diyerek soluğu barda alıyor. Bir süre sonra Oklahoma! resepsiyonunun da verileceği bu mekândan bir daha çıkmıyor kamera.
Kapalı mekânın sınırlayıcılığını ve bol diyaloglu bir metnin monotonluğunu kırmak için karakterler de sık sık hareket ediyor ve yer değiştiriyor, kamera açıları da değişiyor… Fakat asıl enerji kaynağı Ethan Hawke ve barmen rolündeki Bobby Cannavale. Her ikisinin de performansı gerçekten soluk kesici. Kazablanka filminden sahneler canlandırmaları özellikle çok hoş. Filmin müzikallerden Shakespeare’e kadar bir referanslar serisiyle dolup taşan diyaloglarına diyecek yok. Eşcinsellik ve Yahudilik göndermeleri, İkinci Dünya Savaşı’nın eşiğinde geçtiği için yükselen milliyetçilik ve onun sanata etkileri de diyalogları boyutlandırıyor. Hart ve Rodgers’ın arasının, Hart’ın işi aksatacak şekilde sürekli akşamdan kalma olmasından çok siyaseten farklı bir yerde durduğu için açıldığını sezdiriyor diyaloglardaki göndermeler.
Bir yandan da 47 yaşındaki Hart’ın 20 yaşındaki güzel öğrenci Elizabeth’e (Margareth Qualley) imkansız aşkının karşılık göreceğini umması duygusal çöküşünü de hazırlıyor, mesleki çöküşünün yanı sıra… Ethan Hawke’nin onun karşısındaki duruşu biraz teatral de olsa etkileyici.
Bütün bunlar çok iyi bir tiyatro oyunu izlediğimiz hissini yok etmiyor, ama Blue Moon, 75. Berlinale’den hoş bir sada olarak kalacak.