74. Berlin Film Festivali’ne ikinci gününde teşrif ettim. Şu ana kadar açılış filmi “Small Things Like These” hariç yarışmadaki bütün filmleri izledim.
Rahatlıkla söyleyebilirim ki Aslı Özge’nin Panorama’da gösterilen, babasının adını taşıyan filmi Faruk, anlı şanlı yönetmenlerin, en başta Olivier Assayas ve Bruno Dumont’un imzasını taşıyan filmlerden çok daha iyi. Altın Ayı adayı olabilirdi…
Yönetmenleri Maryam Moghaddam ve Behtash Sanaeeha’nın ülkeden çıkışlarını engelleten Keike Mahboobe Man (En Sevdiğim Kek) ve Alonso Ruizpalacios’u Müze’nin ardından ikinci kez Altın Ayı adayı yapan La Cocina (Mutfak) çok beğendiğim ve ödüle değer bulduğum filmler. Onları ayrıca yazacağım.
Sinemanın nasıl bir illüzyon olduğunu senaryosu, oyunculuğu, çekimi ve kurgusuyla aşama aşama gösteren, ne kurmacanın tam anlamıyla hayal ürünü ne belgeselin tam anlamıyla nesnel gerçeklik olmadığını hatırlatan bir film Faruk. Aslı Özge, onu dikkatle takip edilecek yönetmenler arasına sokan, bol ödüllü ikinci uzun metrajlı filmi Köprüdekiler’i (2009) de bu yaklaşımla çekmişti. Gerçek kişilerin bizzat kendilerini canlandırsalar bile sinemacıların yarattığı karakterler olduklarını ve onların deneyimlerinin nasıl kaydedilip izleyiciye nasıl yansıtılacağının tamamen sinemacılara bağlı olduğunu ustalıkla gösteriyordu.
Özge, Faruk’ta da nasıl sınıflandırılırsa sınıflandırılsın bir filmin bu iki alan arasındaki salınımından, akıcılığından yararlanarak izleyiciye kendi kadrajını, kendi mizansenini ve kendi kurgusunu doğrudan gösteriyor. Film içinde filmin sinemada bu kadar yetkin biçimde kullanımını Abbas Kiarostami’nin Zeytin Ağaçları Altında (1995’teki ilk gösteriminde adı Zeytinlikler Altında) ve Yakın Plan’ında, Cafer Panahi’nin özellikle Ayna, Taksi, Üç Hayat ve Ayı Yok filmlerinde gördük.
Aslı Özge, babası Faruk’un yaşadığı apartmanın kentsel dönüşüme girmesi sürecini konu aldığı bir filmin çekimlerini yaparken, aynı süreçte babasının gerçek zamanlı olarak yaşadıklarını anlatan bir film içinde film çekmiş. Duygusal, komik, politik, çok katmanlı bir çalışma Faruk. Başrol oyuncusunun / kişisinin karizmasıyla izleyiciyi bir oyunun içine çekiyor. Nuri Bilge Ceylan’ın Mayıs Sıkıntısı’nda kasabasına gelip filmini çekmenin derdine düşen, babasının ve başkalarının dertlerine aldırmayan yönetmen karakteri (Muzaffer Özdemir) misali bir rol de kendine biçmiş Aslı Özge.
Kültür Bakanlığı’ndan aldığı desteği geri vermesi gerektiği için filmi yarım kalan ve finansman peşinde koşarken babasını ihmal eden “telefondaki ses”ten ibaret “hayırsız evlat”a dönüşüyor. Baba – kız, kardeşlik, komşuluk ilişkileri, siyasi kutuplaşma Özge’nin filtresinden süzülerek zamanın ruhunu yansıtıyor. Faruk Özge’nin canlandırdığı kahraman, hem akıl hem beden sağlığı yerinde, yaşama bağlı, mizah duygusuna sahip, cesur bir adam olmasına rağmen yaşlılık, yalnızlık, kuşak farkı temaları da incelikle ele alınmış. Altın Ayı için yarışan filmlerde de aile meselelerinin ele alındığını gördük, hiçbiri bu kadar uydurmayı bu dürüstlükle yansıtamayıp laf kalabalığı içinde boğulmuştu…
(Aslı Özge)
Gerçeklik duygusunu parçalarken zaman kavramıyla da oynuyor Aslı Özge… Faruk, evde kendi başına yılbaşını kutlarken Türkiyeli izleyicilerin fark edeceği ayrıntılar göze çarpıyor: Yılbaşı gecesi Show TV’de Asena dans ediyor, artık yayında olmayan CNBC-e kanalında Victoria’s Secret defilesi var…. Faruk’u komşularıyla birlikte Kadıköy Özgürlük Parkı’na camii ve alışveriş merkezi yapılmasını protesto ederken görüyoruz. Bu parktaki yapılaşmaya karşı protestolar 2005 yılında düzenlenmişti. 2020 İzmir Bayraklı depremi nedeniyle endişelenen yönetmen babasını arıyor, ama o sırada pandemi yok…. Toplumsal belleğimizde yer eden bu olayları filmde toplayarak Faruk’u zamanının bir tanığı konumuna getiriyor, Aslı Özge.
Filmin bir önemli meselesi de neredeyse bir yüzyıla yaklaşan bu tanıklığının son döneminde Faruk’un doğrudan etkilendiği kentsel dönüşüm. Bir yandan geçmişin eksik ve yanlış yapılaşması, bir yandan deprem korkusu, bir yandan da değişen ekonominin zaten her zaman, özellikle de “taşı toprağı altın” İstanbul’da emlak piyasasının neredeyse bütün hayatımıza egemen oluşunu hicvediyor. Yönetmenin filmdeki personası da azade değil bu win-win emlak fırsatçılığı eleştirisinden.
Sonuçta kentsel dediğimiz “medeni” dönüşüm aynı zamanda… Şehir anlamına gelen “medine”den türeyen medeni şehirli, medeniyet de şehirlilik anlamına gelir, kökü itibariyle… Medeniyetin rızası olmayanları zorlayarak, cazip teşviklerle inşaat şirketlerini kural tanımazlığa iterek, toz, moloz ve gürültü içinde, daracık sokaklara giren koca koca kamyon kepçelerin oluşturduğu tehdit altında, nefes alacak park bahçe bırakmadan nasıl bir gelişme gösterdiğimizi bir kez daha düşünmekte yarar var. Faruk, mizahı ustaca kullanan bir film ama, işin ciddiyetini de yadsımıyor: Bu “dönüşüm”ün projeleri agresif ve şeffaf olmayan bir biçimde yapılırken komşuluk ilişkilerinin zedelendiğini, kiraların yükselip şehrin yaşanması zor hale geldiğini, daireler standartlaşırken hayat tarzının da tektipleştiğini gösteriyor.