Popüler kültürün en çok tartışılan ve bilinen isimlerden biri olan Andy Warhol’ün henüz 1960’larda söylediği o pek meşhur cümlesi olan “Bir gün herkes 15 dakikalığına ünlü olacak.” öngörüsü gerçekleşti, hatta miadını doldurdu bile. Ünlü olmaya, ilginin merkezinde konumlanmaya artık 15 dakikanın da yetmediği bir çağdayız.
Norveçli kurgucu, senarist, yönetmen Kristoffer Borgli ikinci uzun metrajı olan “İlgi Manyağı” (Syk Pike – Sick of Myself) filminde erkek arkadaşı Thomas’ın (Eirik Sæther) çalıntı mobilyalardan heykeller yaratan çağdaş bir sanatçı olarak ün kazanmasının ve yükselişinin gölgesinde kalan Signe (Kristine Kujath Thorp) ismindeki genç bir kadının, Oslo’nun kültürel seçkinleri çevresinde hak ettiği ilgiyi kazanabilmek adına sınırsızca neler planlayıp, yapabildiğinin hikâyesini anlatıyor.
Film, çiftin lüks bir restoranda yemek yedikten sonra, hesabı ödemeden pahalı olan bir şişe şarabı da çalarak kaçmaları ve bir arkadaş grubuna dahil olmalarıyla başlıyor. Ve hemen burada, bu kalabalıkta ilişkilerinin sorunlu olduğuna dair işaretleri alabiliyoruz.
Evrensel bir kişiliğin işareti olarak “Signe”
İşaret demişken, yönetmenin kadın karakteri için Signe isminde karar kılmasının rastgele bir tercih olmadığını belirtmek gerek. Signe işaret, alamet, belirti, sinyal gibi anlamları olan bir kelime ve İngilizce Sign, Fransızca Signe , İspanyolca Signo kelimeleriyle benzer yazılıp, aynı mânâyı taşıması bakımından karakterin belli bir ülkeye, yere ait olmadığına dikkat çekerek, evrenselliğine atıfta bulunuyor.
Karakterin ismi dışında tesadüf olmayan bir diğer özelliği de 30. yaş gününü kutluyor olması. 30 yaş, insan ömründe mühim bir dönemeçtir, insanın kendi “araf”ıdır. Ne yaşamının başıdır ne de sonu, arada kaldığı ve geçmişiyle geleceğini aynı potada eritip, sorgulamalar yaptığı, cevaplar aradığı “geç ergenlik dönemi”dir.
Erkek arkadaşıyla güç birliğinin değil güç savaşının olduğu bir ilişkinin içerisinde olan Signe, bir şeyleri başaramama kaygısı taşırken, olduğu yeri ve bulunduğu konumu beğenmezken, sevgilisi Thomas da salt mesleki başarısının derdine düşmüş haliyle tipik 30 yaş sendromu belirtileri gösterir.
Signe, ailesinin arayıp sormadığı, özellikle babasıyla olan ilişkisinde sorunlar olduğunu anladığımız, arkadaşları tarafından da pek sevilmeyen biriyken, Thomas sanat camiasının hayranlığını kazanmış “hırsız” bir sanatçıdır. Sergilerden ya da mağazalardan çaldığı eşyalar/nesnelerle ortaya koyduğu yaratıcı(!) eserleri çok beğenilmekte, dergilere fotoğraf ve röportajlar vermektedir.
Bir gün Signe’nin çalıştığı cafeye bir köpek tarafından boynundan ısırılmış ve kanlar içinde kalmış bir kadın girer, kapıda kadınla karşı karşıya kalan Signe için hayatının kırılma anıdır bu olay. Yardım ederek hayatını kurtardığı kadının, kendisini insanların gözünde bir kahramana dönüştürmesi ile mağduriyet silahını keşfeden Signe için bundan sonrası artık geri dönülmez yolun başlangıcıdır. Sevgilisinin sergi açılışında verilen yemekte tüm ilgi Thomas’ın üzerindeyken, davetliler keyifle birbirleriyle sohbet edip onu tamamen unutmuş ve Signe bu sohbetlere dahil olamıyorken garsonun geldiği anı fırsata çevirerek, hiç öyle bir sorunu olmadığı halde kendisinde fıstık alerjisinin olduğunu söyleyip yemeğini buna göre hazırlatır. Bu sırada Thomas’ın tabağından bir parça alıp yediğini gören garson, onu içinde fıstık olan bir şeyi yediği için uyarır. Nefes alamadığını ve yutkunamadığını söyleyen Signe sonunda bayılarak nefis bir şekilde rol çalar!
Hiç bilmediği yasadışı hapların siparişini verip, bunları kullandığında yüzünde ve bedeninde kızarıklıklar, döküntüler oluşmaya başlar. Hiçbir doktorun anlayamadığı ve dünyada ilk kez Signe’de görülen bu hastalık kurban rolünü sürdürebilmesi adına Signe’nin gökte arayıp yerde bulduğu müthiş bir imkândır. İlaçları tükettikçe artan yaraları ve bedeninde oluşan deformasyonu ile hem Thomas’ın hem de çevresinin ilgisini kazanmayı başarır.
Signe’nin davranışlarını -çoğunluğun belirttiği gibi- narsisizmle değil de Histriyonik Kişilik Bozukluğu (Sürekli ilgi odağında olmak istemek, abartılı davranışlar sergilemek, söylemlerindeki dramatize hâl ve tutarsızlık, olaylardan kolayca etkilenme, dikkat çekmek uğruna dış görünümü kullanma vb. belirtiler) ve beraberinde Munchausen Sendromu (gerçekte herhangi bir rahatsızlığa sahip olmadıkları hâlde fiziksel ya da zihinsel bir rahatsızlığa sahipmiş gibi davranma, aşırı ve abartılmış, teşhisi ve gerçekliği oldukça zor olan, nörolojik rahatsızlık belirtileri sunma, yaralanmak için kendilerine zarar verme, bir hastalığa sahip olmak için bilinçli şekilde zarar veren maddeler içme vb. belirtiler) tanısıyla adlandırmak daha doğru olacaktır. Çünkü narsist bireylerin kendilerine olan sevgileri ve hayranlıkları bedenlerine zarar vermeye izin vermeyecek niteliktedir, ilgiyi üstlerine çekmek uğruna sağlıklarını riske atmazlar, özellikle de yüz bölgelerini asla.
Thomas için narsist kişilik denilebilir pekâlâ. Hastane dönüşü otobüsteki sahne toplumsal onaya muhtaç olduklarını göstermesi ve davranışlarıyla çevresinde hayranlık uyandırmaya kodlanmış olan bu kişilikleri betimlemek bakımından zekice yazılmıştır, yönetmenin Thomas’a verdiği mizansen de gayet zekicedir ve anlatımı çok iyi destekler; yüzü sargılı olan “zavallı” sevgilisine, kendilerini izleyen kadının gözlerine baka baka sarılırken dördüncü duvar ihlali yaparak aslında seyirciye, yani bizim gözlerimize bakar. Bunu bir nevi görünene olan sorgusuz inanç ve hayranlığımızın gerçekliği perdelediğine dair verilen bir mesaj olarak okumak mümkün.
Dönemin ruhu, toplumsal ikiyüzlülük ve sanat eleştirisi
Toplumda bedensel farklılıklarıyla dışlanan, marjinal kabul edilen insanları model olarak alıp çekimler gerçekleştiren bir ajans Signe ile çalışmak istediğini söyler. Bu çalışma, kurban rolünü devam ettirmek isteyen Signe için olduğu kadar, beden sömürüsü yaparak salt kendi çıkarlarını gözeten ajans için de fırsat alanı yaratan iki taraflı bencil bir anlaşmadır. Öyle ki her şeyin ve her yolun mübah olduğu içinde yaşadığımız şu çağda herkesin kendi payına düşeni, nereden görüyorsa o şekilde alıp “Hep bana” diye yorumlaması aynı isimli Zerrin Özer şarkısını hatırlattı ve zihnimde bu yazının her bir satırı boyunca bana eşlik etti:
Hem vazgeçip hem seçtiklerimle
Yepyeni bir dünya kursam
Hem isteyip de hem yapmadığım
Hayallerim gerçek olsa
Evli olup bekar kalsam
Çalışmadan zengin olsam
Çok yiyerek zayıflasam
Sevgilimden ayrılmadan
Her gün yeni aşk yaşasam
Gizli olsa, herkes bilse
Ne işim var burada benim?
Ben aslında caz severim
Çok yaşasam, yaşlanmasam
Estetiksiz güzel olsam
Olgunlaşıp, çocuk kalsam
Bana, hep bana bana, hep bana bana, hep bana
…
Filmin yönetmeni Kristoffer Borgli’nin ajanstaki reklam filmini çeken yönetmen rolünde karşımıza çıkması da sektör içi bir taşlama olarak (üstelik kendisini de katarak) kabul edilebilir.
Borgli, yaşadığımız dönemin ruhuna ve dinamiklerine kamerasını yöneltirken temel hikâyesinin odağına insanı yerleştirip bunun etrafına kişinin kendisiyle, en yakınıyla, çevresiyle ve toplumla olan ilişkisini halka halka işleyerek katmanlı ve zincirleme bir anlatı kurmuş. Yalan ve utanmazlığın sınırsızlığını, bencilliği, sağlıksız ilişkileri, toplumun hastalıklı hâlini, ikiyüzlü sanat camiasını ve her daim ilgi odağı olma isteğini hem sanatçının yarattığı hem de gerçekte var olan beden kavramı üzerinden vermiş. Bu sebeple reklam çekiminde heykel bedenlerin önünde konumlanmış halde ve üzerinde “Regardless” (ne olursa olsun) yazan tişörtüyle gördüğümüz Signe, filmin meselesine dair bir işaret olarak simgeleşir.
Tekniğine dair
Filmin görüntü yönetmeni Benjamin Loeb, 41.İstanbul Film Festivali’nde izlediğim “After Yang” (Kogonada / 2021) ve Netflix’te arz-ı endam eden “Pieces of a Woman” (Kornel Mundruczol / 2020) filmlerinin de görüntü yönetmenliğini yapmış. Her iki filmden de çok özenli ve estetik kadrajların olduğu bir görüntü yönetimi kalmış hafızamda, bilhassa “After Yang” sanat ve prodüksiyon tasarımının da desteğiyle ekstra stilize görüntülerle bezeliydi. “İlgi Manyağı”nda ise stilize resimlerden kaçınmış Benjamin Loeb. Adeta çok profesyonel değil de evde, arkadaşlar arasında, kısa bir zaman diliminde ortaya konmuş bir çalışma algısı yaratıyor. Borgli, anlattığı şeyi estetize etmekten kaçınmak istemiş belli ki ancak sinematografisini daha sağlam kurabilirdi.
Yönetmen kamerasıyla zoom in yaparak karakterlerine bizi bir yandan yaklaştırırken bir yandan da onun duygusundan hemen sıyrılabilmemiz ve daha dışarıdan bakabilmemiz için zoom out tekniğine başvurmuş. Kullanılan Cooke S4 lensler en eski lenslerden biri, neredeyse bir yüzyıldır görüntü yönetmenlerinin tercihi; keskinlik, ton sıcaklığı ve derinliği sağlamaları açısından avantaj sağlıyor aslında ama çoğu sahnede gölge-aydınlık-karanlık-derinlik detaylarını göremeyebiliyoruz; fonun uçtuğu bazı sahneler reklam filmleri deneyimi çokça olan yönetmen Borgli’nin tercihi olduğu olasılığını düşündürtüyor.
İyi bir hikâye ve senaryoyla yol alsa da filmin finale doğru sıkıcılığını hissettirdiği yerleri de var. Bir noktada ”bu çılgınlık bir bitse artık.” denilebilir.
“İlgi Manyağı”nın yapımcıları, Joachim Trier’in çektiği “Dünyanın En Kötü İnsanı” filminin de yapımcılarından. Zaman zaman Borgli’nin kendisi gibi Norveçli olan Trier’i taklit ediyormuş izlenimine kapıldığım sahneler oldu. Hatta ilerleyen sahnelerin birinde Trier filmlerinin değişmez oyuncusu Anders Danielsen Lie’yi hastanede ufak bir sahnede doktor olarak görmek bu anlamda biraz tad kaçıran bir detaydı.
Fikri ve senaryosu kadar teknik işçiliğini güçlü bulmasam da halihazırda vizyondayken “İlgi Manyağı”na gerekli ilgiyi gösterin derim.
İyi seyirler.