A password will be e-mailed to you.

Müzeler, bulundukları ülkelerin hafızalaştırma politikalarından kurumların arşivleme ve gösterim kültürüne kadar birçok tartışmayı içerisinde barındıran mekanlar. ‘Hayali Cemaatler’in yazarı Benedict Anderson’a göre ulus fikrini kurumsallaştıran üç ihtiyaçtan biri… Modern dönemden bu yana müzenin tanımında ve müze kategorilerinde çeşitlilikler yaşanıyor. Günümüz müzeciliği; farklı öznelerin oluşması, dönemsel politik-kültürel gerekliler, genişleyen uzamsal sınırlar, mimari olanakların değişimi, teknoloji sayesinde izleyici etkileşim araçlarındaki yeni tasarımlar ile kendisini her geçen gün yeniden keşfediyor. Sayıları giderek artan müzelerde nasıl bir kamusallığın inşa edildiği ise tartışmalı. Müzenin özel bir kuruma ait olması ya da doğrudan devlet destekli olması fark etmeksizin sürmesi gereken bir tartışma… 2024 yerel seçimlerinin ardından yerel yönetimlerin kültür sanat alanındaki varlıklarının daha emin hale gelmesiyle ve belediyeler bünyesinde açılan pek çok kültür mekanıyla birlikte, yerel yönetimlerin nasıl bir müzecilik modelini benimsediği-benimseyeceği üzerine ise ayrıca düşünmemiz gerektiğine inanıyoruz.

Bu ihtiyaçtan yola çıkarak sanat tarihçisi ve Özyeğin Üniversitesi Mimarlık ve Tasarım Fakültesi öğretim üyesi Ayşe H. Köksal ile günümüz müze politikalarını, çağdaş müzeciliğin gerilimlerini, yerel yönetimlerin bu alandaki rolünü konuşmak üzere bir araya geldik. 2022 yılında Burcu Pelvanoğlu ile İstanbul Resim ve Heykel Müzesi’nin koleksiyon sergisinin küratörlüğünü üstlenen Köksal’ın çalışma alanları arasında sanat müzeleri, sanat dünyasının örgütlenmesi, müze-mekân-bellek ilişkisi yer alıyor. Müzecilik alanındaki gelişmeleri, tartışmaları ve olasılıkları kendisinden dinlemek üzere sözü Köksal’a bırakıyoruz.

Can Memiş: Teorik Bakış’ın ‘Kavramsal Sanat’ başlıklı sayısında yer alan yazınızda müzelerle sanatçılar arasında müzakare ve mücadele ilişkisinin bir özetini sunuyordunuz. Tam da bu özetlediğiniz gerilim, sizin de alıntıladığınız üzere Foucault’ya göre müzenin bir heterotopya olduğu tespitini getiriyor ki beraberinde müze-sanat da ortaya çıkıyor. Sizce çağdaş müzecilikteki bu gerilimler nasıl potansiyeller barındırıyor?   

Ayşe H. Köksal: ‘Çağdaş müzecilik’ terimini kullanmanız çok doğru. Çünkü çağdaş sanat müzesi ile çağdaş müzecilik arasındaki farka pek dikkat edilmiyor. Çağdaş müzecilik,  sadece sanat değil; farklı koleksiyonları olan kurumları da kapsayan, esasen müzenin organizasyonel yapısını işaret eden bir tanım. Bu organizasyonel yapı, aslında koleksiyonların sergilenmesinden eserlerin algılanmasına kadar çok farklı alana sirayet ediyor. Sanat müzesi bağlamında baktığımızda, kurumun birkaç evresi var: Modern öncesi evre, modern evre ve çağdaş evre. Modern öncesi evre, nadire kabineleri olarak bilinen farklı bir bilgi rejiminin temsilcileri… Modern evre ise, bilgi iktidarının ağırlığını koyduğu, Foucault’nun heterotopya dediği, sanatı sadece bakılan bir objede dönüştüren bir yapıya denk geliyor en basit haliyle. Aslında bu model için ‘modern bilginin tasnif, disipline etme ve hiyerarşi yaratma sevdasının mekansal karşılığı’ denebilir. O nedenle de, Louvre Müzesi gibi saray içine yerleşmiş bir ulusallık anıtından yalınlık-yersizlik vurgusu ile Beyaz Küp kavramını yaratan Museum of Modern Art’a kadar pek çok farklı müze tipini içeriyor. Aslında çağdaş müzecilik dediğimiz kavram, bu modern evrenin müzesine karşı olarak ortaya çıktı. Modern evre müzeciliği, müzakereye açık değildi. Müzeler zamanla mücadele alanı haline geldi. Kimileri müzeyi yıkmaya, ortadan kaldırmaya kalkıştı. Ama sanat müzesi; insana tarihi, ölümsüzlüğü vaat ettiği sürece bunu yapmak imkansız! Sanatçı da kendi özerkliğini savunmak için müzeyle mücadele etti. Karşılıklı dönüşüm oldu. Elbette, çağdaş dönemin toplumsal yapısının değişmesinin de bu süreçte büyük etkisi oldu. Böyle olunca, müze daha öncesinde mücadele edilen bir yerken müzakere alanı haline geldi. Günümüzde sadece bizim ülkemizde değil, hemen her yerde sürekli mücadele ediliyor. Herkes birbirine kızıyor, kırılıyor, kavga ediyor. Müze de, bu dönemde kendini var edebilmek ve varlığını meşru kılmak üzere kendisini yeniden yaratırken, müzakere alanı olmayı seçti. Önemli müzecilerden Eilean Hooper-Greenhill’in ‘Museums and the Shaping of Knowledge’(Müzeler ve Bilginin Biçimlenmesi) isimli kitabı vardır. Hooper-Greenhill orada, -düşünülenin aksine- müzenin statik bir kurum olmadığını ve kendisini sürekli olarak topluma göre nasıl yeniden yarattığını anlatır. Müze; toplumla bağı koptuğu anda işlevsiz hale gelir, meşruiyetini yitirir. Şimdinin müzesi; müzakere alanı olarak,  genel anlamda insanlara hem nefes alabilecekleri, hem benzer deneyimleri paylaşabilecekleri, mücadelenin yorduğu zihinlerini rahatlatabilecekleri yerlere dönüşmeye başladı. Sanatsal açıdan da modern evrenin bilgi üzerinden disipline ve tasnif etmeye çalıştığı sanatçılar ve üretimler artık müzede kendileri hakkında kendi sesleriyle tartışabiliyor. Elbette, halen modern aklı sürdüren kurumlar da mevcut. En azından şu anda müzenin “ideal” hali müzakere üzerine kurulu diyebiliriz.  

‘Van Gogh Müzesi İyi Bulduğum Bir Örnek’ 

C.M.: Müzenin gösterdikleri ve yoğun estetizasyonu, bize görünenin ardında görmemiz ve inanmamız gereken şeyler olduğunu söylüyor. Bunu ters yüz eden müze modelleri var mı

A.H.K.: Çok az olmakla birlikte var. İktidardan ne kadar vazgeçebildiğinizle alakalı…Küratörün, kurumun, kurumu destekleyenlerin, sanatçının, sanat tarihçisinin kendi alanlarında, kendilerine özgü iktidar dinamikleri var. Bu alanların aşılmasına da, güç dengelerinin bozulmasına da pek sıcak bakmıyorlar. Bu durum, her bir alanın birbiri ile ilişkisinden de etkileniyor. Örneğin küratör daha “demokratik” bir anlayışla sergileme yapmak istediğinde, karşısında tarihçi ya da eleştirmen bulabiliyor. Ya da kurum daha kapsayıcı bir vizyon hedeflediğinde, diğer kurumlar ya da içinde bulunduğu toplumsal durum bunu engelleyebiliyor. Dolayısıyla, böyle bir müze tek başına kendini var edemez. Belki de o nedenle, benim gördüğüm en ilginç örneklerden biri Hollanda’da bulunan Van Gogh Müzesi’ydi. Sergilemeden müze mekanına kadar ziyaretçinin kendi istediği anlatıyı özgürce takip edebilmesini cesaretlendiren bir müze. Elbette teknoloji ve interaktif uygulamaları kullanıyorlar. Ama asıl olarak, izleyicinin pasif biçimde görüleni algılamasına değil; gördüğü üzerine düşünmesine çalışıyor. Bu anlayış, ziyaretçiye görsel-işitsel teknoloji ile farklı rotalar sunup özgürlük yanılsaması yaratmaktan çok farklı. Sonuçta kaç rota çizerseniz çizin, küratörün engin bilgisinin tek taraflı aktarıldığı bir sisteme dayanıyor. Van Gogh Müzesi’nde -ki Hollanda’da pek çok farklı müzede de bu anlayışı görmek mümkün- izleyiciye bilim ile öznel deneyim arasında gidip gelen bir müzecilik var. İnsanı heyecanlandırarak ilgi uyandırmaya, izleyicinin merak etmesine ve daha çok öğrenmesine dayanıyor. Bu elbette müze açısından, çok daha uzun bir çalışma süresi gerektiriyor. Diğer taraftan, her ne kadar çağdaş sanat ve müze ilişkisi hala tartışmalı olsa da -bu iki kavramın/kurumun doğaları gereği birbirini dışladığı kabul edilirse- çağdaş işlerin sergilenmesi müzeyi bu tür bir ilişkiye zorluyor. Özellikle sanatçıların gösterilenin dışına taşan, yorumlanabilir, izleyici ile birebir ilişki kurduğunda anlam kazanan işleri, müzeyi kendi konfor alanı dışına çıkmaya itiyor. Müzenin kurduğu anlatı sadece bir alt metin olarak kalıp farklı kırıkların birbirini beslemesine izin vermek zorunda kalıyor. Ben bu noktada, İstanbul Modern’in melez yapısını ilginç buluyorum. Eleştiriye açık olmakla birlikte, İstanbul Modern aslında hem estetik göz ve bilginin iktidarını temsil eden Beyaz Küp sergilemesini hem de bunu kırmaya çalışan çağdaş sanat sergi teknolojilerini eş zamanlı olarak sunuyor. İkiye bölünmüş alanlarda, bir taraftan “modern” sanatın tarihinin estetikleşmesini izlerken, diğer alanda çağdaş işleri ortaklaşa deneyimleyebiliyorsunuz. Böylece aslında, bahsettiğimiz iki farklı anlayışı da karşılaştırma olasılığınız oluyor. Bu noktada, iki konuya değinmek isterim. Birincisi, ‘modern sanatın tarihi’ derken modern tanımına vurgu yapıyorum, Türkiye sanat tarihinde modern evre ile ne kastettiğimizi hala tartışmak gerektiğini düşündüğüm için. İkincisi ise, burada karşıt gibi aktardığım beyaz küp sergileme anlayışı ile çağdaş sanat sergileme teknolojisi akla kara gibi birbirinden ayrılmaz. Pek çok noktada -kavramsal ve teknik- birbirinin içine geçişlidir, birbirinin zıddı da olmayabilir. Ama bu uzun bir tartışma konusu…

‘Müze Her Zaman İktidarda Olanla İç İçedir’ 

C.M.: Uğur Tanyeli, çağdaş müzenin bir kamusal mekân olmaya çalıştığını söyler ve müze mimarisinin müzenin tanınması için önemli bir aktör olduğuna yer verir. Tanyeli’ye göre çağdaş müzenin amacı halk eğitimi veya turistik gelir elde etmek olmamalıdır. Doktora tezinizde Resim Heykel Müzesi’ni çeşitli dönemsel politikalarla ele aldınız. Ulus-devlet inşası sürecinde, özerkleşen sanat mecrası sürecinde, özelleşme sürecinde müzenin nasıl işlevleri olduğunu çalıştınız. Sizce ‘çağdaş müze’nin bugünkü amacı nedir, ne olmalıdır? 

A.H.K.: Bu soru, birbirine bağlı olan iki farklı konuyu içeriyor. Biri kamusallık, diğeri ise bir müzenin kamusal/özel durumunu temsil eden mimarisi. Kamusallığı, en basit haliyle; ‘erişilebilir, fiziksel ve kavramsal bağlamda herkese açık, eleştirilebilir ve başından beri konuştuğumuz gibi müzakere edilebilir olma durumu’ diye özetleyebiliriz. Benim, uzun bir dönem, devlet ya da kamu destekli her kurumun asgari bile olsa kamusallığı sağlayabileceğine dair inancım vardı. Çünkü Türkiye, tıpkı Fransa gibi -özellikle kültür ve sanat alanı açısından- kendini dengede tutan bir devletçilik anlayışı ile yürüyordu. Bu devletçilik, yine çok uzun bir tartışma ama, kendi içindeki tutarsızlıklara rağmen kamuya hizmet etme görevini iyi-kötü sürdürüyordu. O nedenle, özel müzecilik furyasının başladığı döneme -ki sanatın özelleşmesinin bir uzantısıydı bu dönem- her zaman eleştirel yaklaştım. Özel saiklerle desteklenen kurumların -özellikle müzelerin- kamusal olma olasılıklarının çok düşük olduğunu düşünüyordum. Pek çok kişi -haklı olarak- olanakların ve olasılıkların artmasından, sanat üretiminin ve bu üretimlerin paylaşımının çeşitlenmesinden çok hoşnut oldu. Bu çeşitliliğin sanatın kamusallığını sağlayabileceği varsayılıyordu.Geçen 20 yıl, kamusallık derdi olan herkes için bir hayal kırıklığı oldu. Devlet/özel fark etmeksizin, bütün müzeler kendi küçük özel alanlarını yarattı. Bu küçük özel alanlarda, kamusallık oyununa devam ediliyor.  Bu durum, kendi açımdan söyleyeyim,  kamusallığı o veya bu destekli kurumdan beklemek yerine, ona ihtiyaç duyanlar tarafından talep edilmesi gerektiğini gösterdi. Müze denen kurum zaten her zaman iktidarda olanla iç içedir. O nedenle de, aslında doğasında kamusallık yoktur. Müzeyi kamusal kılmak için, onu mücadele ya da müzakere yoluyla kurumdan talep etmek gerekir. Türkiye’de bence sanat kamusu artık bu aşamada; bu yönde hareketlerin, örgütlenmelerin ve taleplerin etkili biçimde artacağına inanıyorum. 

Uğur Tanyeli’nin tarifine dönecek olursak, elbette müzenin mimarisi için bu durumun bir uzantısı ya da mekansal temsili demek doğru. Örneğin Berlin’de bulunan, Schinkel’in 19. Yüzyılda tasarladığı Altes Müzesi ulusal bir müze olmasına rağmen, ziyaretçileri için girmek üzere oldukları mekanın “sanata özel bir tapınak” olduğu hissini yaratmak ister. Ya da Museum of Modern Art, 1939 tarihli Stone ve Goodwin tasarımından günümüzdeki genişlemesine kadar her zaman erişilebilir ve açık olan bir müze mesajını iletir. Ne var ki, yukarıda çok kısa tartışmaya çalıştığım gibi, bu mimari temsil ile müzenin kamusallığı her zaman birbirini karşılamaz. Kapılar açıktır, ama kurumlar kapalı olabilir. 

 ‘Müzelerle İlgili Bilgi Almak Gizli Servislere Ulaşmak Kadar Zor’

C.M.: Rika Burnham ve Elliot Kai-Kee müzelerin hem anlam inşa etme mekanları olduğunu, hem de ziyaretçilerin yeniden tanımlandığı mekanlar olduğunu söyler. Müzelere dair başka bir perspektife ihtiyacımız olduğu açık. Müze ziyaretçilerinin kurumsal sesin altında ezilmedikleri, sanatı inceleme ve yorumlama girişimine dahil olabildikleri, araştıran, düşünen, topluluk temelli özgürlük alanları olarak müzelerin yeniden tanımlayabilen bir müzecilik perspektifinde buluşmak gerekiyor belki de. Sizce bu yaklaşım için Türkiye müzeciliğinde hangi mesafeler kat edilmeli? 

A.H.K.: En temel nokta, muhafaza etmek ama gelişmekten ve dönüşmekten de korkmamak. Bu iki nokta birbiriyle çok ilintili. Türkiye’de kamusallıktan kaçınmanın temel nedenlerinden biri de aslında değişmeye dair duyulan endişe. Çünkü bir eleştiriyi dikkate aldığında yapabileceğin iki şey var: Ya duymazdan geleceksin ya da eleştirilerden doğru olduğunu düşündüğün yönleri dikkate alarak değişeceksin. Ama buradaki denge, muhafaza ederek değişebilmektir. Biraz modernlik anlayışını çağrıştırıyor. Her şeyin akıp gittiği dönüştüğü yerde değişmez olanı korumak… İkinci nokta ise, eleştiriyi ve eleştirmeyi geliştirmek… Türkiye’de ne yazık ki, eleştiri kavramı ve pratiği hem yapan hem de yapılan açısında çoğu zaman özel, öznel ve kişisel düzlemde yürüyor. Eleştiriyi yapanlar -çoğu zaman- kendi kişisel deneyimi üzerinden ya da özel nedenlere göre vardığı çıkarımları, yıkıcı ve yıpratıcı biçimde ortaya koyuyor. Halbuki eleştiri, iyi yönleri de aktararak değişmesini düşündüğün noktaların nasıl daha iyi olabileceğine dair rasyonel önerileri de barındırmalıdır. Eleştiri alanlar da -çoğu zaman- bunu “özel” alanına yapılan bir müdahale olarak görerek hemen savunma moduna geçiyor. Bir müzeye “şu veya bu olay neden oldu?” diye sorduğunda  “özel iç ilişkilerimizi herkesle mi paylaşalım?” tepkisini alıyorsunuz. Eleştirinin dedikodulaşmasına dönüşüyor. Üçüncü nokta ise şeffaflık. Mutfağın açılması gerekiyor. Müzelerin büyük çoğunluğu için bunu söyleyebilirim: Koleksiyonları, müze politikaları, arşivleri hakkında bilgi almak gizli servislere ulaşmak kadar zor. Abartıyorum, elbette, yakın zamanda doktora çalışması yapan bir öğrencimin bir müzede anket ve söyleşi yapabilmesi için ne kadar uğraştığımı biliyorum. Ahbap-çavuş ilişkisi ile bir yere kadar erişebildik. Halbuki her zaman ilham aldığımız Batı müzeleri, araştırma yapacağınız konuyu bildirdiğiniz anda koleksiyondan arşivine kadar size bütün mutfaklarını açıyorlar. Çünkü biliyorlar ki, mutfağı göstermek o kurumun kendine güvendiğinin kanıtıdır. Temiz, titiz, açık olduğunu, hesap vermekten korkmadığını gösterir. Sanırım, müzeciliğimizde önce böyle bir kendine güven ihtiyacı var. 

C.M.: Müzelerdeki koleksiyonların envanteri dahi elimizde yok. Hangi işlerin o müzelerde olduğuna dair bir kayıt göremiyoruz. 

 A.H.K.: Her müzenin mutlaka envanteri vardır. Zaten yasal olarak da, bu envanter olmak zorunda ve özel/devlet fark etmeksizin kendini müze olarak tanımlayan her kurum bunu Kültür Bakanlığı’na bildirir. Ama bunu kamuya açmak, ayrı bir özgüven ve şeffaflık gerektiriyor. Öte yandan, devlete bağlı Ankara Resim ve Heykel Müzesi bile envanteri devlet sırrı gibi saklıyorken, özel müzeler neden açsın? Bunu ilk yapan müze, bence Türkiye sanat müzeciliğinde yeni bir dönemi başlatmış olacak.  

‘Emin Barın’ı Burhan Doğançay ile Konuşturamıyoruz’

C.M.: Bir yanda özel kurumlara yönelme, tutunma hız kesmezken müzecilik alanında kamusalı geliştirmeyi vaad edebilecek olan yerel yönetimler katılımcı ve kapsayıcı bir müzecilik fikrini güçlendirmek için kent ölçeğinde neler yapabilir? 

A.H.K.:  Bunu, kent ölçeğinde düşünmeden yapmak zor gerçekten. Şu an sadece İstanbul’da, iyi bir koleksiyonu olan pek çok kurum, hatta kişi var. Bu koleksiyonlar bir araya gelebilse bugünkünden çok farklı sanat tarihi okumaları yapılabilir. Denebilir ki, her ülkede benzer durumlar var. Bu doğru. Ama Türkiye o kadar uzun zaman tek sanat müzesi ile yaşamış ki… Sanat belleği de çok parçalanmış. Bildiğiniz üzere, İRHM 1937’de kuruluyor, bazı başarısız denemeler hariç 1980’nde Ankara’da bir müze açılana kadar tek müze olarak kalıyor. Bunun olumlu tarafı, tek kurum olduğu için inanılmaz değerli bir koleksiyon oluşuyor. Ama tek olma hali, koleksiyonu korumayı ya da sergilemeyi de katlayarak zorlaştırıyor. Öte yandan, 1950 ertesi çeşitlenmeye başlayan sanat dünyası da RHM’ye alternatif koleksiyonlar oluşturuyor. Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren devam eden banka koleksiyonlarına kişisel ve kurumsal koleksiyonlar da ekleniyor. Ama esas sorun şu; RHM dahil, bu koleksiyonların sergilenmesi ve izleyiciler tarafından görülmesi için 2000’li yılları beklememiz gerekti. O nedenle, görmediğimiz ya da ayrı ayrı kaldığı için bütünleştiremediğimiz bir sanat belleğimiz mevcut. O kadar güzel bir hafıza var ki şu an İstanbul’da… Aslında o hafıza bir sürü şeyi kırıp yeniden yaratmamızı sağlar. 

Şimdi ise, her kurum koleksiyonunu kendi özel alanı için saklıyor. İşbirliği, ödünç verme ya da ortaklıklar yapılamıyor. Öyle olunca, örneğin Emin Barın’ı Burhan Doğançay ile konuşturamıyoruz. Ya da sessiz bırakılmış hatıratları ya da sanatçıları duyamıyoruz. Daha önce bu eserler kapalıydı, evdeydi, depodaydı. Ama şimdi görünür haldeler. Bu kez de, kurumların sınırları içinde kapalı kalıyorlar. Fakat şimdi ortalardalar; ama onları birbirleriyle konuşturamıyoruz. Bu konuşma oluşmadığında da hafızadan faydalanamıyoruz. Kentsel ölçekte belediye bu koleksiyonlar için bir proje hazırlayabilir. ‘Bütün bu hafızaları konuşturacak bir şey yapabilir miyiz?’ diye sorabilir. Her kurumun/kişinin elini taşın altına koyması gerekecek. Kentin pek çok farklı yerinde açılan irili ufaklı mekanlar da kullanılarak bir İstanbul hafızası sergisi yapılacak. Oldukça ütopik, modern, modası geçmiş bir proje hayal ediyorum.

C.M.: Yerel yönetimler bir süredir kültür sanat alanıyla daha hevesli ilişkiler kuruyor. Ancak bu ilişkilenmenin en ezber yolu, kültür ve sanat mekanlarının açılması. Bundan ibaret bir planlama mevcut. Sizce bu istikamette politikalar nasıl çeşitlendirilebilir ve belediye bünyesindeki müze mekanları nasıl işlevlenebilir? 

A.H.K.: Kesinlikle katılıyorum. Guy Debord’un tanımıyla bir gösteri durumu var. Ama ben bundan da memnunum. Devlet ya da özel, birkaç kurumun tekelinden çıkıp adem-i merkeziyetçi bir çeşitliliğin olması bana iyi geliyor. Özellikle sergileme açısından, bu mekan çeşitliği çok önemli. Belirli rotaların dışında kalan pek çok ilginç sergi görebiliyoruz. Örneğin Japon tasarımı ile ilgili bir sergi birden önünüze çıkabiliyor. Ama, dediğiniz gibi, sadece sergiden ziyade, üretim ya da araştırma alanı sağlamak da önemli. Maslak’taki Cendere Sanat, o açıdan  iyi bir model. 

‘Kişisel Hafızayla Bağdaşabilen Bir Müzecilik’ 

C.M.: Yerel tarihi odağına alan, toplumsal hafızanın mekansallaşmasına yatırım yapan yerel müzecilik örnekleri ve kent müzeleri nasıl bir küratöryel stratejiyle izleyicilerle buluşmalı? Kent müzeciliğinin etnografik-arkeolojik karakterlerinin ötesine geçemediğini görüyoruz. 

A.H.K.: Bu konuyu, ‘arkeolojik eserlere nasıl sahip çıkmalı?’ sorusunu da içeren bir toplantıda tartışmıştık. Şöyle ki; arkeoloji ya da etnografi kente dair müzeciliğin temeli gibi gözükmekle birlikte, aslında eserlerin benimsemesi ve hatta korunması bakımından ciddi sıkıntılarımız var. Bunun temel nedeni de, o eserin şimdiki zamanda yaşayan biri için anlam ifade etmemesi. Düşünsenize, zaten zorlukla geçiniyorsunuz, bir toprağınız var ya da evinizi kentsel dönüşüme vermişsiniz. Altından eski eser çıkıyor, SİT alanı haline gelecek. Günümüzde bu durumu yaşadığında kültürel hafıza bilinciyle bakanlığa başvuracak kaç kişi vardır, bilemiyorum. Bunun için, önce tarih yerine bellek ya da hafıza üzerine odaklanmak iyi olabilir. Arkeoloji ya da etnografi gibi kategorizasyonlar yerine; kentte yaşayanların şimdiki hafızası ile geçmiş hafızayı birbiri ile ilişkilendirebileceğimiz fikirlere ihtiyaç var. Bir obje, bir müze, bir anıt, bir meydan -ya da her ne ise- kentte yaşayanların hayatına değdiği anda değer kazanıyor. Handan Börüteçene’nin SALT Beyoğlu’nda açılan “Üç İç Denizin Ülkesi” sergisini konuşurken kamusal alanda olan heykellerin neden korunamadığını tartışmıştık. Bu konuda çok iyi bir kitap hazırlamış olan Ali Şentürk ilginç bir tespitini anlattı. Yaptığı araştırma sırasında bir meydana yapılacak heykel projesinde sanatçı o bölge ahalisi ile konuşup onların da fikrini alarak bir eser yapmış. Dediğine göre, ahali daha önce hiç kullanmadıkları bu meydanı benimsemiş, heykele de sahip çıkmış. Bir bakıma, sanat hayat olmuş. O nedenle kişisel hafızadan kolektif hafızaya doğru bir devinim üzerine düşünüldüğünde bu ilişiksizlik çözülebilir. Tarihin anlatıldığı yerler yerine; hafızalar birlikte oluştuğunda, müzakere alanları kurgulandığında daha canlı kurumlar ortaya çıkabilir. Ölen müze, kişisel hafızayla bağdaşamayan müzedir. Ölür, çünkü sadece bir kere gidersin. Ne zaman ki senle konuşur, o zaman bambaşka bir müze haline gelir. Bizdeki müzecilik işleyişinde kimse bir başkasını dinlemiyor, herkes bildiğini yapıyor ve yapılanın da karşılığını görmesini bekliyor.  

C.M.: Güler Bek Arat, müzelerin sadece yapıt değil, doküman da biriktirmelerini ve bu birikimi kamuyla paylaşmalarını öneriyor. Bek Arat’a göre bu sayede müzeler sanat dünyasının seyir tepeleri olmaktan öteye geçebilecek. Sizce sanat koleksiyonu mu öncelenmeli, yoksa arşivsel çalışmalar mı?   

A.H.K.: Bence ikisi bir arada olmalı, böyle bir ayrım olmamalı. Sanat eseri hangi dönemde, hangi teknikle, hangi malzemeyle yapılmış olursa olsun bir arşiv malzemesidir. Ondan kopuk olduğu andan itibaren, Bek Arat’ın da dediği gibi, temaşa nesnesi haline dönüşüyor. Soyut sanat bile bir bilgi seti oluşturabilir. Onu toplumla ilgili bir bağlamda ele aldığın zaman, eser konuşur ve bilgi üretmeye başlar. Bu yüzden arşiv ve sergileme bir arada olmalı. 

‘Dengeyi Sağlayacak Tek Unsur Sanat Sivil Toplumu’

C.M.: Belediyeler, müze örgütlenmelerindeki paradigmayı değiştirmek için neler yapabilir? 5 yılda bir yönetimin değişme ihtimaliyle birlikte bu alanda nasıl bir irade gelişir? 

A.H.K.: Türkiye’de sistemin temel problemi, kurumsallaşma. Ama kurumsallaşmadan kastım; yönetmelikler, kanunlar, kurallar değil. Bir kurumun kendi kimliğini tanımlaması ve bu kimliği bireylerden bağımsız olarak sürdürebilmesi. Belediye de, bundan azade değil. Bireyler, partiler, siyasetler değiştiğinde de kendini ifade ettiğin kimliğe uygun olarak yaşamaya devam edebilmen gerek. Burada, bence dengeyi ya da sürdürülebilirliği  sağlayacak tek unsur sivil toplum. Bizim konumuzda da, sanat sivil toplumu…

C.M.: ‘Sanat sivil toplumu’ derken nasıl bir bileşimden söz ediyorsunuz? 

A.H.K.: Sanat sivil toplumu derken, aslında sanat alanında var olan, konfor alanından çıkarak belli iktidar ağlarının dışına kendini atabilmiş gruplardan söz ediyorum. Bu dönemde, artık özel/öznel çıkardan tamamen koparak toplum yararına kendini feda etmek gibi Don Kişotvari sözlerden özellikle kaçınırım. O başka bir dönemin savaşı ve mücadelesiydi. Ama en azından özel çıkarlarını belli bir düzeyde tutabilen, ortak bir faydaya yönelik olarak birlikte hareket edebilen insanlar grubu demek istiyorum. Örneğin KIRIK, Sanatatak, AICA bunlardan bazıları. İlla büyük örgütlenmeler de gerekmiyor. Aslında biraradalık, biz hiç farkına varmasak da büyük bir değişime gebe olabiliyor.   “Bizden yukarıda bir merciye söyleyelim de çözsün” beklentisinin artık işlemediği ortada.  Biraradalıkla kurulan alanlar büyüyüp birbiriyle konuştuğunda, sivil toplumlar oluştuğunda ortak faydanın sürdürülmesi de, gerekli değişimlerin gerçekleşmesi de yukarıdan birilerinin sözüne bağlı olmaktan çıkar.  

‘Özel Sektör Baş Tacı Ediliyordu’

C.M.: Sermaye gruplarının sanat alanına yönelmesiyle bu alanda marka adaları oluştu. Hiç şüphesiz bu adalar, kamuya yeni müzeler de kazandırdı. Bu adaların gelişmesine fırsat tanıyan etkenlerden biri devletin ve yerel kurumlaşmaların yetersizlikleri. Müzelerin yapısını belirleyenin ve müze koleksiyonlarının varlığına karar verenlerin sermaye grupları oluyor olmasının risklerini konuşmamız gerekiyor. 

A.H.K.: Belediyelerin değişmesi -beğenmesek ve bu değişim yetmese bile-, özel sektörü de değiştirdi. Eskiden özel sektör çok baş tacı ediliyordu. Haklı olarak tabi… Yokluğun içinde varlık yarattılar. Ama önemli sıkıntı, her yapılanın kabul edilmesi ve eleştirilememesiydi. Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmamaktan korkuluyordu. Belediyelerin kültür ve sanat alanına yaklaşımı, en azından buna bir denge getirdi. İşin özü, aslında hiçbir gruba çok fazla iktidar alanı tanınmadığında onlar birbirlerini dengeliyorlar. Yerel yönetime de aşırı iktidar alanı tanırsan aynısı olur. O nedenle yineliyorum: Sivil toplum grupları ne kadar çok çoğalır, çeşitlenir ve etkisini artırırsa bu denge çok daha sağlıklı ve sürdürülebilir olur. 

 

Daha fazla yazı yok
2024-10-04 16:17:33