A password will be e-mailed to you.

 Arter, baharı üç yeni sergi ile karşıladı! Bahar Yürükoğlu, Murat Akgündüz ve Şener Özmen’in yeni üretilmiş işlerinden oluşan üç kişisel sergi, 24 Mart – 15 Mayıs tarihleri arasında Arter’de izleyici karşısında.

Bahar Yörükoğlu, Murat Akagündüz ve Şener Özmen’in sololarına tırmanır, onları adımlar ve tekrar aralarından inerken Hakan Gürsoytrak’ın son solosunda figürden vazgeçişi, yeni zengin, bürokrat, hayali kaçakçı, kaçak katçı’yı eleştirmeyi bir kenara koyup atölyeye çekilme ve gündelik nesneyi de fenomenolojik alana terfi ederek gerçekliğe bir mola vererek kendini sağaltma fırsatı yaratışı üzerine tekrar düşünecektim.

Bu sağaltma bu kez Manzara aracılığıyla, Arter’de şu anda solosu olan sanatçıları kuşatan bir ortak payda.

Bence bir tür onların manzaraya sığındığı gibi manzaranın onlara çektiği görünmez bir ekvator çizgisi…

Keza sanatçılar bu ekvatorun görünmez hattının kah güneyinde kah kuzeyinde, kutuplara, dağlara ya da tropikal sıcak kumlara sığınıyorlar. Tıpkı Hakan Gürsoytrak’ın son solosunda sığındığı atölyesi ve aşkınlaştırdığı ‘gündelik nesne’leri gibi birer dilek içeriyorlar. İçinden geçtiğimiz zamanı ertelemek belki kapatmak belki onunla araya mesafe koymak gibi bir dileği… 

Bahar Yürükoğlu örneğin altın lame elbisesiyle ayak bastığı Kuzey Kutbu’ndaki Manzara’da, bize bir tecrübe yaşatmak yerine, sesini pek tatlı ve ilginç bir şekilde dertli bulduğum Empire of the Sun isimli popüler müzik grubunun müzik videoları benzeri bir video armağan ediyor. Yaptığı yolculuğun, vardığı içinden geçtiği mekanın onu nasıl misafir ettiği bir yana, Mısır piramitlerinin önünde fotoğraf çektirmek için kuyrukta bekleyen, bir an evvel otobüsüne binip evine kavuşup bu fotoğrafı çocuklarının bebeklik fotoğrafının yanına aynı Ikea çerceve altına alıp yerleştirecek turist telaşına sahip. Sanki o kutuplara, manzaraya, onu kuşatan Gerçeklik’e, o gerçekliğin, siyasetin, bombalı ajandanın, nereden geldiğinin ona yüklediği sorumluluktan kaçıp gitmemiş oralara. Disko topu döndükçe lame kumaş kutup manzarasına yakıştıkça film, izleyicinin bir an evvel instagramına fotoğrafını yükledi mi unutacağı manzara’yı sergiliyor. Her ne kadar ilk katın zeminini aritmik dönüştürse de renkli pleksiler sallandırsa da tavandan ve geceleri Beyoğlu’dan gelip geçenleri kapsasa da izleyici bu zemin üzerinde ‘yürüyemiyor’; bakmanın ötesine çıkamıyor, sanatçının Manzara’sına, yol’una, sürecine dahil olamıyor.

Öte yandan Murat Akagündüz’un sığındığı dağlar Cilo ya da Milka çikolatası ineklerinin memleketi Alpler Himalayalar’ın Google Map’den görünüşü yani Kaf Dağı olsun, sanatçıya da izleyiciye de sığınma ve hatta orada saklanma hakkı tanıyor. Hakan Gürsoytrak’ın cep telefonuyla çekilemeyen karanlık atölye resimlerini hatırlatırcasına, bu beyaz manzaralar biz onları ‘çekmeye’ çalıştıkça görünmez oluveriyorlar. Beyaz üzerine beyaz modernist resim geleneğini de çağırarak manzara’nın bu kez Yürükoğlu’nun önerisinin aksine “tecrübe edilemez”, “üretilemez” oluşuna dikkat çekiyorlar. Tıpkı o dağların gerçek bir tecrübenin sonuçları olmaması, Milka reklamındaki Alpler veyahut Himalayalar olmasının hiçbir önemi yok. Aksine astarsız tuval üzerine Akagündüz’ün attığı her beyaz fırça darbesi aynı zamanda sanatçı her ne kadar Manzara’ya başvursa da onun iptalini talep edişini görünür kılıyor. Burada beyaz fırça darbelerinden örülü dağlar, bir tür figürden vazgeçiş, manzara’dan da çekilişi meşrulaştıran dolayısıyla politik olduğu kadar salt estetiksel birer jest’in sonucu. 

En üst katta kısa bir süre önce bir videosunda tam da bizlere, izleyiciye, “Sizce bulunduğum yerden dünyayı etkilemem mümkün mü” diyerek Kürdistan coğrafyasından soran Özmen, bütün gözler tam da bu coğrafyaya birer sessiz tanık, bir tür suç ortağı olarak çevrilmişken ve orada yaşanmakta olan şiddetin etkilemesi çok etkilemesi ve hep etkileyecek olması mümkünken bilmediğimiz egzotik bir kıyıdan haber veriyor. Bu ‘kaçamak tatil fotoğraf’ını ulu orta paylaşmak yerine gözümüzün tekini dayadığımız bir deliğe yerleştiriyor. Buradan görünen manzara, aslında onun kaçtığı yer. Gerçekten neresi olduğunun hiç önemi yok. Şener Özmen’in tropikal bir tatil beldesine mi gitti yoksa gider gibi yapıp bir fotoğraf stüdyosunda mı bunu photoshopladı? 

Bu gerçekten neresi olduğunun hiç de önemli olmadığı Manzara, bizlere elbette Romantikleri hatırlatıyor. Geleneksel alegori ve ikonografiden kopmayı arzulayan böylelikle muhalif bir dil yaratmayı arzulayan Romantik’leri. Mevcut görsel sistemden muaf olmanın yolunu araştıran Romantik’leri. Bu araştırmada devreye soktukları “Manzara”larını… Tıpkı 70’lerin feminist pratik için tarihsiz bir araç olan video’ya başvurmaları gibi, Romantikler el attıklarında manzara, akademide iyice hantallaşmış neredeyse üstünde ölü toprağı serpilmiş onları beklemekteydi. Romantikler ona bir Tin, Geist, Ruh bağışladı. Kitaplarda açıklanan bir resim sözlüğü değil devreye kişisel bir sözlük girdi. Kişisel bir Sembolizm. Kişi kadar rüya, o kadar bilinmez, her sanatçının kendine mahsus ve ona ait işaretlerinden örülü bir sözlüğü oldu. Homeros, tıpkı Rönesans’ta olduğu gibi tekrar doğdu. Kapatıldığı sıkıcı kütüphanelerden Blake dizelerine sızdı. Güneş batışı sadece güneş batışı değildi artık. Doğayla birlikte kültüre karşı sanatçının ayaklanışını içeriyordu.

Arter’deki 3 sanatçı, Manzara’ya başvuruşlarıyla, ona doğru kaçmaları, onun üzerinde yürümeleri ve ona google’dan bakmalarıyla evet Romantik’leri hatırlatıyorlar. Lakin bunu tecrübe edişte kişisel olmayı ne kadar birlikte başardıkları birer soru işareti. Peki ama Kültür’den Politik’ten, Gündem’den Coğrafya’dan, Şimdi’den hatta Çağdaş’tan ve hem İstanbul hem Diyarbakır’dan kaçmak istemeleri yeterince kişisel değil mi? Constable, “duygu hiçbir zaman doğaya ters olamaz, onunla birlikte varolur” diyordu. Burada doğa yok lakin. Belki de sorun onun artık karşısında bile yer alınamayan, çoktan ve ister istemez birer kültürel işarete, kaçış sembolü ve fikrine dönüşmüş doğa’nın değil, doğa fikri’nin kendisinde.

Daha fazla yazı yok
2024-11-24 08:15:04