Pera Film, 25 Mayıs a kadar İtalyan Kültür Merkezi işbirliğiyle Antonioni’nin 1940 ve 1980 yılları arasından yedi uzun metraj filmini, kısa filmlerinden bir seçki ile birlikte seyirciye sunuyor. Ünlü İtalyan yönetmeni anlamanın ve anlatmanın tam sırası…
Antonioni’nin ünlü filmi L’avventura(Macera) dışında bir macerası daha vardı, kendi dilini oluşturma macerası. Antonioni, Albert Camus’un sınırlarını belirlediği, insanoğlunun, evrende anlam arama çabalarının başarısız olacağını öneren felsefe akımı absürdizm ve protogonistleri genelde durumdan dolayı ya da kendi seçeneği ile yanlız olan şiirleriyle ünlü olan Cesar Pavese’nin etkilerinin görülebileceği bir sinema dili yaramayı hayal eder. Bu görüşleri benimseyen Antonioni’nin en büyük derdi, klasik sinemanın bel kemiği olan nedenselliği ortadan kaldırmaktır. Bir şeyin nedeninin sadece arzu olabileceğini savunur. Bu görüşlerini filmlerinin konularına yansıtmayı başarsa da sinema diline yansıtmakta bir süre zorlanır. Bunun nedeni belki de Antonioni’nin, Rossellini, Visca gibi İtalyan yeni gerçekçi akımın önemli isimleriyle yakın olmasıdır.
Antonioni, kariyerinin başlarında yeni gerçekçi akımın ana hatlarını oluşturan orta sınıf insanlar ve adaletsizlikler üzerine belgeseller yapar. İlk uzun metraj filmini ise 1950’de ‘Cronaca di un amore’la gerçekleştirir. ‘Cronaca di un amore’, sahip olduğu bakış açısını yansıtmaya çalıştığı bir yapıt olur fakat o dönem İtalya’dan çıkan neredeyse her filmin ‘yeni gerçekçi’ olarak atfedilmesinden kendisini kurtaramaz.
Biraz daha bağımsız hareket etmeyi denediği ve görüşlerini kamera açılarına ve filmin ritmine yansıtmaya çalıştığı ilk filmi 1955’te çektiği ‘Le amiche’ olur. Uzun tek plan sahneler, alışagelmişin dışında kesmeleriyle ‘Le amiche’ dikkat çeker fakat İtalyan yeni gerçekçiliğinin etkisini hala üzerinden tam olarak atamamıştır. 1957 sonrasında İtalyan yeni gerçekçiliğinin etksinin iyice azalması, Antonioni’yi bir nevi özgür kılar ve bir sonraki filmi olan L’avventura’nın önü böylece açılmış olur. L’avventura, bir adaya beraber tatile giden bir arkadaş grubunun içindeki bir çiftin arasındaki sorunları anlatarak başlar. Sandro ve Anna evlenmek üzere olan bir çifttir. Bu durumdan rahatsız olan ve belirsiz bir süre kaybolmak isteyen Anna, gerçek anlamda hiç bir açıklaması olmadan ortadan kaybolur. Filmin geri kalanında Anna’yı aramakla uğraşan Sandro ve Anna’nın yakın arkadaşı Claduia arasında bir ilişki oluşmaya başlar. L’avventura, Cannes Film Festivali gösteriminde izleyicilerin özellikle Anna’ya ne olduğunun cevabını anlayamamalarından ötürü yuhalanır. Fakat Antonioni ve filmin baş rol oyuncusu Monica Vitti’nin gösterimden kaçmasına sebep olan L’avventura, aynı festivalde juri özel ödülü kazanır. L’avventura, sadece uzun tek planları değil aynı zamanda karakter yerleşimi, kadraj düzeni olarak da Antonioni’nin dehasını ortaya koyar. Antonioni’nin filmi çekmek için seçtiği kayalıklarla dolu ada, karakterlerin pozisyonunu belirlemekte ona oldukça yardımcı olur. Bu sayede bir karakterin ne düşündüğünü, iki kişinin arasındaki ilişkiyi kadrajdaki pozisyonlarından kolayca anlatır. Bu filmle istediğini yapmış ve nedenselliği kırmış dahi olsa Antonioni, anlatımına bir şeyler ekleme hevesinden vazgeçmez. Sürekli yeni anlatım yolları denemeye devam eder.
1961 yılında La Notte’yi çeker. Evliliğinden mutsuz olan bir kadın ve roman yazarı eşini konu alan bu filmde, L’avventura’nın başında bir karakterin söylediği ‘kaçacak yer kalmadı’ mesajına vurgu yapılır. Filmin en hatırlanabilir sekanslarından birinde, kadın karakterimiz Lidya, binalarla dolu sokaklarda yürür ve binalarla neredeyse bir olmuş insanları gözlemler. Kurulan kadrajlarda binalar Lidya’yı adeta bastırmaktadır. Lidya’nın arzuları ve düşünceleri, binaların yarattığı gerçeklik kadar önemli değildir. Nitekim Lidya, uzun bir yürüyüşün sonunda boş bir alan görür. Bu alanda, kavga etmekte olan gençlerle karşılaşır. Oldukça doğal ve bastırılmayan hisleri yansıtan bu sahnede Lidya, bir süre kavgayı izlese de bu gerçekliğe kendisini hazır hissetmez ve kavgayı durdurur. Bu Lidya’nın eski rutinine geri döneceğinin bir sinyalidir. Lidya kavgadan kaçtıktan sonra havai fişek patlatan gençlerin olduğu bir sahneyle karşılaşır. Bu sahnede havai fişeğin görkemini izlemektense duman içinde kalan insanları görürüz. Duman, gerçekliği yok eden bir kullanım olarak karşımıza çıkar. Filmin devamında, Lidya binaların koyduğu kurallara boyun eymeye ve numara yapmaya devam eder. Ta ki binaların olmadığı boş bir alanda kocasına gerçek hislerini söyleyene kadar.
Antonioni’nin bir sonraki filmi L’eclisse, La Notte ve L’avventura’ya bağlı olsa da bu filmde Antonioni, La notte’nin sanki sonrasını anlatır. Evlenmek üzere olduğu sevgilisinden ayrılan bir kadını(Vittoria) takip eden film, Vittoria’nın gene aynı hataları yaptığını ima eden meşhur yedi dakikalık sekansla son bulur. L’eclisse’nin en önemli yanlarından biri de kariyerinin devamında çekeceği Blow Up ve The Passenger ile bağlantısıdır. L’eclisse’in bir sahnesinde, kadın kahramanımız Vittoria, Kenya’da yaşamış olan Marta’nın evine gider. Marta’nın evinde Kenya’ya ait bir çok fotoğraf ve eşya vardır. Vittoria bu eşyaları ve fotoğrafları bir süre inceler. Sonunda bir manzara fotoğrafının önüne gelir. Bu fotoğrafı incelerken Marta, Vittoria’ya evinin fotoğrafın sol tarafında kaldığını söyler, Vittoria, eliyle fotoğrafın en sonunu gösterip ‘burası mı?’ diye sorar. Marta, ‘hayır biraz daha solda’ der. Vittoria eliyle fotoğrafın dışında kalan duvarı gösterir ‘burada mı?’ diye sorar, Marta’da ‘evet’ der. Marta’nın bundan sonra tarif ettiği ev sadece bizim hayal dünyamızda gerçekleşecektir ve bunun ne kadar gerçek bir tasvir olduğuna asla emin olamayacağızdır. Bu okuma, Blow Up’ı Antonioni’nin daha o zamandan temellendirmeye çalıştığına dair bir işarettir. Bu işaretler, Vittoria’nın girdiği borsa ortamında da kendini gösterir. Sadece rakamlardan oluşan, ne kadar gerçek ne kadar bizim gerçek ilan ettiğimiz belli olmayan borsanın insanlar üzerindeki etkisi burada da kendisini gösterir.
L’eclisse’nin kullandığı bir diğer öğe de, karanlıkta kaybolan insanların kullanımıdır. Karakterler bazen arka planda bir anlığına ışığa çıkar ve yok olurlar veya Piero’nun ofisten yaka paça karanlığa attığı adım gibi bir daha görülmemek üzere kadrajdan çıkarlar. Bu anlamda da The Passenger’ın ilk düşüncelerinin ortaya atıldığını söylemek mümkün olabilir(bu konudan The Passenger’a geldiğimizde daha çok bahsedeceğiz). Ayrıca bu filmden, La notte ve L’avventura’da kendine yer bulan, karakterlerin sadece o replikleri söylemek için söylediği aforizmaların son bulmaya başladığı film olarak da bahsedebiliriz.
1964’te ilk renkli filmini çeken Antonioni, bu zamana kadar sadece siyah ve beyazı kullanarak karakterlerinin hissettiklerini anlatırken, büyük bir renk skalasıyla neler yapabileceğinin heycanıyla Il Deserto Rosso’yu çeker. Bu filmde, nevrotik ve kocasından ilgi görmeyen bir kadının, yeni tanıştığı bir adamla yaşadığı çekimi, sanayi atıkları ve bolca duman arasında anlatır. Renklere bu filmde yüklediği anlamlar (yeşil; doğa, sarı; hastalık, siyah; ölüm) daha sonraki filmlerinde de Antonioni’nin renk dilini oluşturur. Il Deserto Rosso’da Antonioni, bulanık kadrajları, alan derinliğini yok eden arka plan ve karakterler içiceymiş gibi gösteren tele objektiflerle kapana sıkışmışlığı anlatır. Karakterlerini kadrajların içine sıkıştırmayı seven Antonioni, sanayinin sağladığı iç içe geçmiş demirleri bu filmde de nevrotik karakterinin ruh halini anlatmak için kullanır. Bu filmde daha hızlı kullandığı kurgu tekniğiyle, karakterlerin pozisyonunu hızlıca değiştirmesiyle, endüstriyel yaşamın yarattığı aidiyetsizlik duygusunu seyirciye geçirir. Il Deserto Rosso’un bu kullanımı, filmin ortasında izlediğimiz hayal sekansı ve filmin sonundaki müzik kullanımı, Antonioni’nin gerçek dışıcılığa doğru adımlar atması olarak görülebilir.
Antonioni’nin başarılarına ve ödüllerine Amerika da kayıtsız kalmaz ve Amerika’nın o zamanlardaki en büyük Hollywood şirketlerinden biri olan MGM, Antonioni’yle 3 filmlik bir anlaşma yapar. Antonioni, bu üç filmi de kendi ülkesi dışında çeker. MGM ile ilk çektiği filmi onun en çok bilinen filmi, İngiltere’de geçen Blow Up olur. Blow Up’ın çekimlerinden önce Antonioni, Londra’yı ve burada yaşayan insanların hayat tarzını araştırır. Gözlemlediği ortamı yansıtmak için Thomas karakterini yaratır. Thomas, pop müzik, uyuşturucu ve seks üzerine kurduğu hayatından sıkıntı duyan ve tatmin olamayan bir moda fotoğrafçısıdır. Hayatına olağan sıradanlığında devam ederken parkta çektiği fotoğraflar onun düzenini bozacaktır. Thomas, fotoğrafları yıkadığında cinayet olabileceğini düşündüğü bir kare gözüne çarpar. Böylece fotoğrafı daha net görebilmek için büyütmeye başlar fakat fotoğraf büyüdükçe netleşmesindense daha da bulanıklaşır. Blow Up’ta Antonioni, belgelenmiş bir gerçeğin ne kadar gerçeği yansıttığını sorgular. Filmin başında, bağıra çağıra yolculuk eden pandomimci topluluğu, pandomim yapmadan, etraflarındaki şeylere müdahale ederek ve dans ederek yani pandomimin gerektirdiği her şeyin tersini yaparak davranırlar. İşleri gerçekmiş gibi yapamak olan pandomimcilerin bu kadar etrafıyla haşır neşir olmasının nedeni, neyin gerçek, neyin gerçek olmadığının sorgulanmasıdır. Film boyunca, gerçeği arayan Thomas, fotoğrafların negatiflerinin kaybolmasıyla kendisini bir boşlukta bulur. Bu boşluk içerisindeyken karşısına filmin başında karşılaştığımız pandomiciler çıkar. Pandomimciler, olmayan tenis raketleri ve olmayan tenis toplarıyla maç yapmaya başlarlar. Thomas, bu maçı izlemekte hatta topu takip etmektedir. Maçın bir bölümünde top saha dışına kaçar ve pandomimci Thomas’tan topu atmasını ister. Thomas, bir süre duraksar, topun düşmüş olabileceğini düşündüğü yere kadar ilerler ve topu, pandomimcilere geri atar. Thomas bu anda artık tenis maçının seslerini de duymaya başlar. Bir cinayetin nedeninin, hatta bir cinayet olup olmadığının bile anlamsız olduğunu kavrar. Filmin son karesinde ise, Antonioni’nin pek çok kere kullandığı yüksek ve açılı kamera pozisyonu, Thomas’ı etafındaki çim sahanın bir parçası gibi göstermektedir ve film Thomas’ın görüntüsünün çimlerde kaybolmasıyla yani Thomas’ın çektiği fotoğrafa dönüşmesiyle son bulur. Bir arthouse film olmasına ve düşük bütçesine rağmen Blow Up, hem gişede gördüğü ilgiyle hem de iki dalda Oscar’a aday olmasıyla MGM’in iştahını kabartır ve Antonioni’ye verilen krediyi arttırır.
Antonioni, Zabriskie Point’in çekimlerine başlamadan önce Amerika’yı boydan boya 2 kez gezer, devrimci gençlerle zaman geçirir fakat hangi konuyu temel alarak filme çekeceğine emin olamaz. Sonunda arayışı, çalınan uçağı geri teslim ederken öldürülen bir gencin haberiyle son bulur. Gazete haberi dışında filme en büyük ilham kaynağı ise ismi Zabriskie Point olan, ölü çöl olur. Antonioni, sıkıntılı prodüksiyon sürecine bu çölde sevişen onbinlerce insan hayal ettiğini söylerek başlar. Zabriskie Point, hippi gençliği, antropoloji öğrencisi Daria ve aktivist topluluğa katılıp katılmamak arasında kalmış Mark’ın bakış açısıyla anlatır. 7 milyon dolar bütçeli, Hollywood yapımı Zabriskie Point, bazı Amerikalı eleştirmenler tarafından komünist bakış açısıyla çekildiği yönünde eleştirilere mağruz kalır. Konu alınan hippi gençliği ise filmin sonunda görmek istedikleri devrim yerine, devrimin bir fantaziden ibaret olduğunu anlatan sonunu görmekten mutlu olmazlar ve filme ilgi göstermezler. Antonioni’nin bu filmi, Pink Floyd’un müziği eşliğindeki etkileyici sonuna rağmen en zayıf filmlerinden biri olarak görülür. Anti-Amerikan olarak ilan edilen Zabriskie Point’i pek çok kişi sevmemesine rağmen Çin hükümeti filmi beğenmiş olacak ki Antonioni’yi belgesel çekmesi için ülkelerine davet ederler.
Antonioni burada 240 dakikalık bir belgesel çalışması gerçekleştirir. Çin hükümeti filmi izledikten sonra filmin yeterince komünist olmadığına karar verir ve filmi yayınlamama kararı alır. Bu iki film, kariyerine belgeselcilikle başlayan Antonioni’nin hiç bir politik baskıya boyun eğmeden sadece gözlemlediği şeyleri yansıtmaya çalışmasının en net kanıtı olarak gösterilebilir. MGM için son yaptığı film ise 1975 yapımı The Passenger olur. Baş rolünde Jack Nicholson’ın oynadığı film L’avventura’yla benzerlikler taşır. İsmini David Hume ve John Locke’tan alan karakterimiz David Locke, kariyeri inişte olan bir belgeselcidir. Locke, Chad’a işi için gittiği bir gezide tanıştığı David Robertson’un ölümünü, geçmiş yaşamını geride bırakmak için bir fırsat olarak görür ve onunla kimliklerini değiştirir. Locke, Robertson’un yaşamını devam ettirmeye karar verir. Onun ajandasını takip ederken bir kızla tanışır(The Girl). Locke ve Kız arasındaki ilişkinin kurulduğu sahnede L’eclisse’teki kaybolma durumuna göndermede bulunur. Kız ‘insanlar kaybolur’ der, Locke’da ona ‘her kapıyı kapattıklarında’ der. Burada Antonioni, kadrajdan çıktıktan sonra başına ne geldiğini görmediğimiz karakterlere dikkat çeker. Locke, kadrajdan çıkan karakterlerden biri olan Kız’ın yardımına ihtiyaç duyar, Kız, Locke’ın yolculuğunu ilgi çekici bulur ve onunla yola çıkmaya karar verir. Bu sıra da Locke’ın karısı onunla son kez görüşmüş olan Robertson’u aramaya, dolayasıyla Locke’u aramaya başlar. Filmde L’avventura da olduğu gibi bir yolculuk vardır fakat bu yolculuk daha uzun ve bir bahanesi olmayan bir yolculuktur. Kız, Locke’a neden kaçtığını sorduğunda, Locke ona üzerinden an ve an geçmekte oldukları yolu gösterir. Filmin sonunda bozulan araba, Locke’ın kendisinden daha fazla kaçamayacağının bir işaretidir. Öyle ki filmin ikonik son sahnesinde, kamera Locke’ın yanlız otel odasındaki pencerenin demir parmaklıkları arasından yavaşça dışarıdaki alana doğru hareket eder, kamera dışarı çıkıp, otel odasına geri döndüğünde Locke’ın karısı kapıdan içeri girer ve Locke’ın ölmüş olduğunu görürüz. Locke’ın hayatı, Locke’ı yakalamıştır artık. Bu ölümü bir rutine geri dönüş olarak da görmek de mümkündür. Tek plan içinde flashback sahnesine geçiş yapması, uçuyormuş gibi gözüken Jack Nicholson sahnesi ve tabii ki filmin son sahnesi gibi unutulmaz anları hafızalara kazıyan bu film pek çok eleştirmene göre Antonioni’nin son başyapıtıdır.
The Passenger’ın altı yıl sonrasında ilk dönem filmi olan Il Mistero di Oberwald’ı, 1982’de ise karısı tarafından terk edilmiş olan bir yönetmeni konu alan Identificazione di una Donna’yı çeker. 1985’te felç geçirir ve kariyerinin sonlandığı konuşulmaya başlanır. Fakat Antonioni pes etmez, onu hayata bağlayan şeyin filmleri olduğunu söyler ve kısa belgesellerle hayata bağlı kalmaya çalışır. 1995’te bütün olumsuzluklara rağmen, son uzun metrajı olan Al di la delle nuvole’yi çeker. Prodüksiyon şirketi onun bu filmi yanlız çekmesini istemediğinden bir Antonioni hayranı olan Wim Wenders’i de yönetmen olarak işe alır. Dört kısa hikayeden oluşan film Venedik’te ödül alır. Antonioni, Wim Wenders dışında da pek çok sinemacıyı etkiler. Kubrick, Kurosawa, Haneke, Tarkovsky gibi sinema dehalarına ilham kaynağı olur. Neredeyse tüm filmlerinin sonu ikonik bir şekilde biten Antonioni hakkında yazılan yazılarınsa sonu hiç bir zaman belirlediği standartların yanına bile yaklaşamaz.