A password will be e-mailed to you.

“Ben Antonin Artaud, her sabah kendi dilimde boğuluyorum.”

Artaud’nun bir norma dönüşen kendi isminin vurgusunun sonuna “Her sabah kendi dilimde boğuluyorum” cümlesini eklemek zorundaydım. Artaud için bu bir ihtiyaç değil, bir zorunluluktur. Çünkü Artaud her sabah kendisini söylemiyle öldürüp tekrardan diriltir ve her diriltme seansını acı ve ıstırap çemberi içinde yaşayarak bedenini ve aklını tekrardan var eder. Çağdaş tiyatroya bir anlamda öncülük etmiş, kendinden sonra gelen yönetmenleri etkilemiş, acı ve şiddet üzerine “bu yaptığım edebiyat değildir” diye yazılar yazmış hiper-avangard bir zihnin adıdır Antonin Artaud.

Acının ve vahşetin yüzünü tiyatroyla, şiirle ve yazıyla dile getirir. Deleuze ve Guattari felsefesi Artaud’ya çok şey borçludur. İki filozof Artaud’nun “organsız beden” terimini ve “şizofrenik” durumunu kendi teorilerinin çıkış noktası olarak temellendirdiler. Üstelik “Kapitalizm ve Şizofreni”, “Rizom”, “Anti-Ödipus”, “Yersiz-yurtsuz”, “Göçebe Düşünce”, “Arzu Makinesi” gibi kavramları da düşünce dünyasına kazandırdılar. Artaud’nun “eklemlenmesiz bir dil”e sahip oluşu esasında her iki filozofun başlı başına ilgisini çekmeye yeterli bir sebep oluşturuyordu. Çünkü görünüşler dünyasından daha derinlerde yatan, farklılaşmamış, hiyerarşik olmayan bir alanı tanımlıyordu bu dil.

İster Deleuze ve Guattari’nin Artaud’nun kavramlarıyla ilgili yarattıkları teorileri olsun isterse de Antonin Artaud’nun sadece kendi eserleriyle ilgili olsun hiç fark etmez, her iki durumda da dünya genelinde akademinin içinde ve dışında bu iki konuyla ilgili sayısız makale ele alınmıştır. Bu bağlamda bir tekrara düşmemek adına, daha da önemlisi Artaud’nun bende yarattığı izlek adına başka bir açıdan değerlendirmek istedim kendisini. Daha önce de “kayıt dışı metinler” serisi olarak oluşturduğum yazılarımda bu defa Antonin Artaud’nun Yaşayan Mumya kitabını ele aldım.

Bu kitabın “Mektup” bölümündeki yazının sadece başlığını –yani mektup sözcüğünü– kullanarak Artaud’nun kendisine bir mektup yazmak istedim. Çünkü mektup yazışmaları Artaud’nun hayatında önemli bir yer tutmaktadır. Mesela şiirlerini yayımlamak istemeyen Jacques Rivière’e yazdığı mektuplarını ya da özellikle Meksika’dayken “Tarahumaralar” ile ilgili yazmak istediklerini belirtmek amacıyla Jean Paulhan’a gönderdiği onlarca mektubunu, keza Fernand Pouey’e gönderdiklerini ve daha nicelerini bu doğrultuda değerlendirebiliriz. Ki sonraki süreçlerde bu mektuplarının hemen hemen hepsi basılıp önemli eserlere dönüştü. Ancak kendisi bu eserlerin ne yazık ki hiçbirini göremedi.

Dolayısıyla mektup yazmamdaki amaç hem onun medyumunun uzamıyla bir örtüşme sağlamak hem de dilinden, dizgesinden, hatta felsefesinden ve genel anlamda eserlerinden ne anladığımı ve de ne çıkardığımı bir bakıma yazmaya çalışmaktır.

MEKTUP

[Mardin, 19 Kasım 2020]

Bay Artaud,

Önem verdiğim söylemleriniz içerisinde öncelik verdiğim, edebiyata karşı olan sert tutumunuzdur. Hatta bir keresinde şöyle demiştiniz: “Dillerini ustalıkla kullananlar, sözcüklerin bir anlamı olduğunu sananlar, domuzdurlar.”(1) Kurmuş olduğunuz bu radikal cümleyi insanlar o zamanlar bile aşırı mugayir bulmuştu. Kendi yaşamınızı hiçbir zaman yaşayamadığınızı dile getirdiniz. Sizin bu söyleminizin kendisi bile başlı başına edebiyatın radarına girmeye yeterlidir.

Esasında sizin ağır derecede şizofren bir vaka olduğunuz bilinmektedir. Keza bu vurgulamayı siz de defaatle yapıyorsunuz. O yüzden bende bunu söylemekten imtina etmeyeceğim. Ve günbegün bu hastalığınızın seyrinin daha da kötü bir safhaya geçtiği herkesçe biliniyor artık. Dolayısıyla sizin dizgenizin kopuk, dağınık ve bütünlüklü olmamasının nedeni de bu psişik (ruhsal) durumunuza bağlanıyor. İnsanların bütün çirkinliklerini, saldırgan tutumlarını, doyumsuz ihtiraslarını dolaysız bir dille “Vahşet Tiyatrosu”nda ortaya koymak istediniz. Kısmen başardınız da.

Düşüncedeki dolayımdan hiç haz almayan bir yapınız var, dolayımın ve imgelemin bizi bizden aldığına inanıyorsunuz. Çünkü sözcüklerin sizi terk ettiğini düşünüyorsunuz. Ve çoğu defa tamamının bir gün sizi terk edeceklerinden de aslında çok korkuyorsunuz, hatta ödünüz kopuyor. Edebiyatın imgelem ve empati tarafı sizin izleğinizle örtüşmüyor. Belki de ben öyle düşünüyorum, bu benim çıkarsamam. Çünkü en kaba tabirle ve en temelde edebiyat bir etik ve empati ideasıdır. Keza bu etik ve empati aynı zamanda edebi bir logostur da. Bu logos bana göre sizin düşüncenizin karşıtlığıdır. Çünkü sizin düşünceniz etik ve empatiden yoksundur. Ve bu yoksunluk ters bir orantıyla tuhaf bir şekilde sizin düşüncenizin logosunu oluşturuyor. Bu logosun kendisi de Artaud’da –yani sizde– düşünce temelli değildir. Ancak edebiyat, ideolojik bir tahakküm kurduğu Artaud’daki gösteren olgusunu zorunlu bir düşünce temelline dayandırma çabasındadır.

Ağır şizofren bir hasta olmanıza rağmen cinnet, klinik, delilik gibi konuların soykütüğünün arşivini oluşturan Foucault’nun söylem ve teori temelinde sizi kompakt bir metoda neredeyse hiç tabi tutmaması hayli ilginçtir. Sizden çok etkilenmesine rağmen sadece belli göndermelerle sınırlı bıraktı. Bana göre bunun birinci sebebi, modernitenin temelinde yer alan geçmişteki katı düşünceyi akışkan hale getiren, bugünkü akışkan düşünceyi de katılaştıran paradoksal düşüncelerinizden dolayı özne olmaktan bir şekilde sıyrılmanızdır. Bu durum sizi herhangi bir soykütüğe dâhil etmenin teknik imkânsızlığıyla baş başa bırakıyor. Ki bu noktada sizi gönülden tebrik ederim ve bütün samimiyetimle diyebilirim ki bunu başardınız. Bir diğeri ise Foucault’nun, sizin düşüncelerinizi ideolojik bir tahakküm altına almak istememesidir ya da alamıyor olmasıdır.

Ontolojiyi aşan söylemlerinizle kendi organlarınızın her birini tek tek reddedip bedeninizi yeniden yaratmak istediniz. Edebiyatın aksine, sizin dizgenizde “giriş-gelişme-sonuç” gibi herhangi bir hiyerarşik formülasyon söz konusu bile değildir. Bu ayrışma aynı zamanda yazı ve söylem için ciddi bir kırılmadır. Başlangıç ile bitiş sizde sadece bir tek yerde dahi belirebilir. Mesela hiyerarşik formülasyonun salt ‘gelişme’ özdeğinde bile dilini ve bedeninin oluş ve yıkış sürecini bitirir ve yeniden diriltir. Yani bir eserin gelişme kısmının kendi içinde bir başlangıç ve bir bitişi olacağının ön varsayımını şimdiki zamanın eylemselliği üzerinden kabul ediyorsunuz. Dolayısıyla hiyerarşik formülasyon sizin düşüncenizde kastettiğiniz gibi organları temsil eder. Oysa bu noktadaki edebi organizma –yani hiyerarşik formülasyon– bütün bir bedeni ya da dili anlaşılır kılıyor. Şöyle bir cümle dolanıyor her yerde: Artaud’da ‘dil anlaşılmazdır ve temsil edilemezdir’.

Şurası apaçık ki siz tartışmasız bir şekilde bilinçaltıyla geleneksel dili yıkmak istediniz. Edebiyatın uzağında gezinen birisi olarak, hiçbir zaman kendi düşünceleriniz doğrultusunda edebiyatın habitatına teğet bile geçmek istemediniz. Edebiyatın imgelem üzerinden kendini var eden ontolojisi ve yaşamsal deneyimi, eserlerinizdeki şiddeti tasvir eden “yanan bir el” ya da “kopuk bir kafa” metaforları karşısında her zaman bir artefakt olarak kalacaktır. Edebiyatın büyüklüğü ki buradaki büyüklük olgusu tarihsel olarak nitelik ve nicelik bağlamında olan büyüklük değil, her şeyi duyma, görme, hissetme, konuşma, duyumsama ve en önemlisi özdeğe hâkim olmayla, var olan ile var edene bir kimlik oluşturma büyüklüğüdür. Daha doğrusu ontolojik bir kimlikleştirilmedir.

Sizdeki ise ontolojinin çok ötesinde ve ilerisinde her şeyin, başlangıçtan beri var olan her şeyin tam manasıyla bir reddiyesidir. Daha da açık konuşursak, sizdeki durum yukarıda da belirttiğim gibi aksi bir istikamettedir. Yani bir kimliksizleştirilme halidir. Ve buna kendi bedeniniz, organlarınız, bilinciniz, düşünceniz, aklınız ve diliniz dâhildir. Edebiyatın duyumsama ve imgelem üzerinden yaşanan içsel deneyimin sinir uçlarına şekil vermesi ve bunun yarattığı ontolojik duygu durumunu bir gösterene ya da izleğe dayandırması ve belki de en önemlisi bir matrisin içinde sürekli bir determinist sonuç arayışının içinde olması, size ve düşüncenize olan travmatik uzaklığını belirgin bir şekilde göstermektedir.

Siz aklın ve düşüncenin komut verdiği bir kolun ya da elin eylediği suçu sadece o organın tek başına işlediğini kabul etmediniz. Aksine buna itiraz ettiniz. Bütün düşünce ve aklı birer fail olarak konumlandırıp itirazınızı anlamlandırmaya çalıştınız. O elin ya da o organın bağımsızlığını kazanabilmesi için en sonunda aklı ve düşünceyi terk ettiniz Bay Artaud. Siz bir tiyatro yazarı olarak tiyatro dekorunu kendinizle gezdirmiyorsunuz ya da her şeyi teatral bir veriye hapsetmiyorsunuz, daha çok koşulları deneyimleyip mevcut rasyonel paradigmayı ihlal ediyorsunuz. Dilinizi kendinizle taşıma konforuna sahip değilsiniz, tıpkı dekoru da kendinizle taşımama konforunda olduğunuz gibi. Çünkü diğer bütün organlar gibi onu da reddediyorsunuz.

Edebi dilin (üreticilerince) bu hususta sizden keskin bir şekilde ayrıştığını düşünüyorum. Bu üreticilerin dili kendileriyle taşımanın ve her yere götürmenin bir konfor alanı yarattığı düşüncesi içerisinde olduklarından da eminim ve inanın bundan hiçbir şüphe de duymuyorum. Üretim noktasında dilin bir uzuv ya da organ olarak bedene ve bilince her koşulda ihanet ettiğine ve bunu bir yabancılaşma habitatı içinde sürdürülmesi gerektiğine inanıyorsunuz. Dilin hangi zeminde organ, hangi zeminde üretime yönelik olduğu ayrımını dramatik bir hastalık çeperinde yine siz belirlediniz. Şöyle bir tespitte bulunmuştunuz: “Oyuncu, kristallerin ortasında görünür gibidir. Aşamalı esinlenme. Edebiyata fazla geçit vermemek gerek.”(2) Tespiti dile getirememeyi sizde fazlasıyla yaşadık Bay Artaud. Çünkü dile de fazla geçit vermediniz!

Bay Artaud, bence sizin bizlere en büyük kazanımınız olarak gördüğüm bir diğer şey ise, bedeni yok ederken cinsiyeti de yok etmenizdir. Bu noktada büyük bir sismik alan açtınız. Çünkü buradaki yok ediliş aynı zamanda bir karşıtlık üzerinden eşzamanlı olarak kendini var eden yeni bir yaratım sürecidir. Sizin kavramlarınızın –en az Deleuze ve Guattari’nin teorize ettiklerinden daha fazlasının– politikacı, akademisyen, yazar, sanatçı, aktivist vs. kadınlar tarafından yeniden metodolojik olarak ele alınması gerektiği inancındayım. Şüphesiz onlara yeni bir dil, söylem ve paradigma olanağı sağlıyorsunuz. Çünkü her şeyden öte bir kere bedeni yok ettiniz, bu olgu başlı başına büyük bir hegemonik yıkımdır.

Dahası, her şeyi sil baştan yeniden yaratma zemininin imkânını yaratıyorsunuz feminist söyleme. Ve bu söylem erk olandan kopmuş bir embriyoda hareket etme imkânına sahip. Bay Artaud, Simone de Beauvoir kadınlar için çok önemli bir sembol olmasına rağmen, bence bütün hayatı bir erkeğin (Sartre) bedeninin gölgesi altında geçti. Hep ondan sonra anıldı ya da hep onun yanında duran edilgen birisi olarak kaldı. Bu onun tercihiydi. Belki de zafiyet, kim bilir? Ama sebebi her ne olursa olsun, bu Rancière’in ‘eşitliğin bir ön varsayımın kabulü’ olan müthiş teorisini hepten ihlal etti. Bence birisinin yanında durulacaksa bu siz olmalısınız Bay Artaud. Gölgesiz, erksiz, tahakkümsüz, cinsiyetsiz bir “olmayan beden”siniz.

Derrida, Maurice Blanchot ile ilgili şöyle bir cümle kurmuştu: “Blanchot, bizlere geleceğin içinden konuşuyor.” Ben de son olarak size Derrida’nın cümlesine benzer bir şey söylemek istiyorum: “Bay Artaud, ben bu mektubu size geçmişten yazıyorum.”

 

Notlar:
1. Antonin Artaud, Yaşayan Mumya, çev. Yaşar Günenç, Yaba Yayınları, s. 18.
2. Antonin Artaud, Yaşayan Mumya, çev. Yaşar Günenç, Yaba Yayınları, s. 47.

 

İLGİLİ HABERLER

Tatbikat Sahnesi’nden yeniden kurgulanmış bir oyun “Hizmetliler”

Van Gogh, kulağı, deliliği ve diğer şeyler

Daha fazla yazı yok
2024-11-21 17:33:09