19. İstanbul Tiyatro Festivali’ndeki en dikkat çeken oyunlardan biri olan Kral Lear, oldukça başarılı işlere imza atmış olan tiyatro grubu Oyunbaz tarafından sahnelendi. Sanatatak için sorularımı yanıtlayan oyunun yönetmeni Abdullah Cabaluz’la yaptığım söyleşi, festival özel bölümünde sizlerle!
Büşra Bayraktar: Öncelikle bize biraz Oyunbaz’dan bahsedebilir misiniz? Grubun ismi nereden geliyor ben bunu hep merak ettim mesela. Nasıl kuruldunuz, yola nasıl çıktınız?
Abdullah Cabaluz: Oyunbaz 2006 yılında kuruldu. Kurucuları uzun yıllardır çeşitli mecralarda kimi zaman bir arada, kimi zaman farklı ekiplerde tiyatro yapmış kişilerden oluşuyor. Bir çoğu üniversite tiyatrosu kökenli. Oyunbaz ismini almış olmasının çok özel bir hikâyesi yok açıkçası. Her yeni kurulan tiyatro gibi, hangi isimle anılalım diye uzun süre düşündük. Çeşitli alternatiflerden bize en sıcak geleni bu oldu.
Büşra Bayraktar: İlk oyun Martı’ydı. Benim de Dolapdere Kampüsü Sahnesi’nde izleme şansım olmuştu ve açıkça çok beğenmiştim. Çünkü hiç böyle bir Çehov yorumu görmemiştim ve böylesi bir ”bütünen” başarı da eşine az rastlanır cinsten. Bütünen diyorum çünkü seyircinin metin, sahne, oyunculuk.. bir bütün olarak oyunun içine çekilmesi çok zor. Ben her şeyden önce bunu başarabildiğinizi düşünüyorum ve sizi gönülden kutluyorum. Kesinlikle Oyunbaz’ın bir tarzı var bence ve buna kaynak olan büyük oranda sizin bakış açınız diyebiliriz. Yönetmenlik konusundaki hikayenizi dinlemeyi çok isteriz.
Abdullah Cabaluz: Ben tiyatroya ODTÜ Oyuncuları’nda başladım. Dolayısıyla ilk yönetmenliğim de ODTÜ Oyuncularında oldu. Benim dönemimde ODTÜ Oyuncuları bir üniversite tiyatrosu olmanın ötesinde bir vizyonla çalışmalarını yürütür ve yine bir üniversite tiyatrosunun ötesinde sonuçlar üretirdi. Öte yandan akademik atmosferin olanaklarını da (araştırma, tartışma, çeviri vs) reji çalışmalarında yoğun olarak kullanırdı. Dramaturji çalışmaları tüm ekibin katılımı ile yapılır, bu süreç oyuncuların oyunu ve yönetmenin yaklaşımını içselleştirmesi açısından çok faydalı olurdu. Yıllar içerisinde ODTÜ Oyuncularında edindiğim bu alışkanlığı terk etmedim. Diğer deneyimlerimle birleştirerek zenginleştirmeyi tercih ettim. Amatör heyecanı hep korumaya gayret ettim. Oyun süreçlerinde temas ettiğim herkesten bir şeyler öğrenmeye, hep açık olmaya çalıştım. Oyunbaz’da yönettiğim oyunlarda da bu yaklaşımı koruyor olmanın faydalarını görüyorum açıkçası. Bugüne değin yönettiğim oyunlar;
VERİMSİZLER, P. Turrini, ODTÜ Oyuncuları, 1994
ÜÇ KURUŞLUK OPERA, B.Brecht, ODTÜ Oyuncuları, 1997
PARAVANLAR, J.Genet, ODTÜ Oyuncuları, 2001
BERLİN TEBEŞİR DAİRESİ, Charles L. Mee, KarmaDrama, 2004–2005
MARTI, A. Çehov, Oyunbaz, 2007-2010
PEER GYNT, H.İbsen, Oyunbaz, 2009-2010
BERNARDA ALBA’NIN EVİ, F.G.Lorca, Oyunbaz, 2012
ROSENCRANTZ VE GUILDENSTERN ÖLDÜLER, T. Stoppard, Oyunbaz, 2012-2014
ON İKİNCİ GECE, W.Shakespeare, İş Oyuncuları,2013
KRAL LEAR, W.Shakespeare, Oyunbaz, 2014.
Büşra Bayraktar: Benim Oyunbaz’ın oyunlarını bu kadar beğenmemin bir sebebi de onca ödeneğe, desteğe sahip tiyatronun yapamadığını yapabiliyor olmanız. Bu da tiyatronun aslen ne olduğunu gösterebildiğiniz anlamına geliyor bence. Minimal dekor, abartısız bir oyunculuk anlayışı, sadelik, gerçeklik kavramı bunların hepsi var oyunlarınızda. Oyunun asıl olarak oyuncu ve seyirci ile var olduğunu, dekor, kostüm, ışık, efekt… geriye kalan her şeyin tamamlayıcı bir unsur olduğunu bize hatırlatır cinsten bir yönetmenlik var karşımızda. Bu özellikle tercih ettiğiniz ve uygulamaya çalıştığınız bir şey mi?
Abdullah Cabaluz: Benim en temel kuralım “sanatsal yaratımda kesin kuralların olmamasına inanmamdır” diyebilirim. Dolayısıyla “sanatsal yaratım sürecinde şuna inanıyorum” demenin çok bana göre olmadığını düşünüyorum. Öte yandan bir süredir sahnelediğim oyunlarda minimalist bir yaklaşımı tercih ediyor olmamın birkaç nedeninden birisi ciddi ödeneklerimizin olmaması. Bir gönüllüler tiyatrosu olan Oyunbaz’ın koşulları en az olanakla en çok estetiği yakalamak yönünde bizi zorluyor diyebilirim. Öte yandan bir bütüncül sanat olan tiyatroda gösteriyi oluşturan her etmenin (oyuncu, ışık, dekor, müzik…) dramaturjiden beslenen organik bir bağla birbiri ile uyum içinde olmasını seviyorum.
Büşra Bayraktar: Bağımsız bir grup olarak Türkiye’de nasıl ayakta kalıyorsunuz? Sahne sıkıntısı çekiyor musunuz mesela, grupların en çok yakındığı konulardan biri bu?
Abdullah Cabaluz: Gönüllülük esasına dayalı bir grubuz. Herkes gönülden sevdiği için, samimi ve iyi bir oyunda yer almak, onun bir parçası olmak istediği için oyunlarımıza dahil oluyor. Bunun yarattığı sinerji ve motivasyon da ayakta kalmamıza yardımcı oluyor diyebilirim. Elbette sahne sıkıntısı çekiyoruz, sahnesi olmayan her grup gibi.
Büşra Bayraktar: Oyunbaz benim gözümde kendine has sesi olan ve takip edilmesi gereken tiyatro gruplarından biri. Peki Oyunbaz’ı Oyunbaz yapan, onu diğer seslerden ayıran nokta nedir sizce?
Abdullah Cabaluz: Diğer gruplardan ne kadar ayrılıyoruz bunu ben bilemiyorum açıkçası. İzleyicilerin bu konuda yorum yapması daha doğru olur sanki. Çünkü sahneledikleri ürünler dışında diğer grupları da çok yakından tanıdığımı iddia edemem. Ancak şunları söyleyebilirim, Oyunbaz ticari kaygı gütmeyen ve gönüllülerden oluşan bir ekip. Ek olarak herkesle fikir alışverişi ve işbirliğine açık bir grup. Örneğin BeReZe ve Klark Kent Tiyatrosu gibi kardeş gruplarımız var. Ortak oyuncular kullanarak çıkardığımız oyunlar oldu.
Büşra Bayraktar: Yönettiğiniz oyunların birçoğunu izledim. Peer Gynt, Martı, Bernarda Alba’nın Evi… Zor oyunları tercih ediyorsunuz bence. Nasıl işliyor oyun seçim süreciniz?
Abdullah Cabaluz: Genelde uzun yıllardır bizi heyecanlandıran ve bir gün bunu yapsak ne güzel olur dediğimiz oyunları ekip arkadaşlarımızla tartışıyor, üzerine konuşuyoruz. O gün içinde yaşadığımız an ve sosyo-politik durum da o oyunu seçmemizde belirleyici etmenlerden biri oluyor. Sanırım hepimizi heyecanlandıran oyunun üzerine eğiliyoruz daha çok. Tabi ekibin o anki olanakları (kadro vs ) da belirleyici oluyor oyun seçiminde.
Büşra Bayraktar: Bir oyunun yönetmeniyle konuşabilmenin çok değerli olduğunu düşünüyorum ben. Çünkü seyirci sahnede gördüğünü kendi algılama eşiğinden geçirip, kendi birikimleri doğrultusunda yorumluyor. Dolayısıyla gösterilmek istenenin ne derece algılandığı seyircinin birikimiyle, serüveniyle bağlantılı olarak değişkenlik gösteriyor. Yönetmenin söyledikleri seyircinin sahne üzerinden aktarılandan neyi hangi düzeyde aldığını etkileyebildiğini göz önüne alırsak yönetmenin amacını, fikrini onun ağzından öğrenmek bu noktada çok önemli oluyor haliyle. Bununla ilgili olarak festivaldeki oyununuz Kral Lear’da neyi göstermek istediniz, neyi denediniz sizden dinleyebilir miyiz?
Abdullah Cabaluz: Kral Lear ile tek bir şey anlatmaya çalıştık, ya da tek bir şey denedik demek doğru olmaz. Shakespeare’in en büyük oyunlarından biri ve içinde çok farklı tartışmalar barındırıyor.
Kral Lear’ın insanlığın absürd ve grotesk trajedisini anlatan bir hikâye olduğunu düşünüyoruz. Hikâyenin görünür kahramanı Lear’ın kendisi olmakla birlikte sadece Lear’ın belli yönlerine değil oyundaki her karakteri de kapsayacak şekilde bütüne odaklanmayı tercih ettik.
Bu masalsı öyküde, hükümdarlığı bırakan ama iktidarından vazgeçemeyen krallar, çocuklarını kaybedince babalığı, gözlerini yitirince görmeyi öğrenen ihtiyarlar, güç için yaşarken, güçlendikçe ölen evlatlar, akıllıyken delirenler ve delirdikçe akıllananlar görürüz. Entrikalar, sürgünler, savaşlar, ölümler, ölümler, ölümler… Öyle ki, tabiatın yabaniliğinden kaçmak için medeniyetler kuran insanoğlu, kendi ürettiği katıksız vahşetle doğayı adeta alt eder. Kral Lear’ın trajedisinin kaynağı belki de kendi öz kızı için ona şu sözleri söyleten kontrolsüz öfke, kibir ve korkudur:
Peki öyleyse! Dürüstlük mirasın olsun senin.
Güneş’in o mukaddes nuru üzerine:
Hakete’nin o gizli ayinleri üzerine:
Hayata, ölüme hükmeden o yıldızlar üzerine yemin ediyorum ki,
bugün burada bütün babalık vazifelerimden,
akrabalık ve kan bağlarından sıyrılıyorum;
ve seni şu andan itibaren bana ve kalbime yabancı sayıyorum.
Şunu da bil ki,
açlığını gidermek için çocuklarını yutan bir vahşi de
benim göğsümde senin kadar yakınlık, merhamet ve teselli bulacaktır.
Son yıllarda, yaşadığımız coğrafyada ve sosyo-politik yaşantımızda şu kavramlar sıkça karşımıza çıkıyor, kulağımıza çalınıyor: “kibir, entrika, güç tutkusu, öteki, iktidar, zulüm ”… Kral Lear’ın, tüm bu kavramları içinde barındıran öyküsüyle bugünümüze temas eden çağdaş bir oyun olduğunu düşünüyoruz. Öncelikle bu nedenle dikkatimizi çeken bir oyun oldu.
Öte yandan, Kral Lear, trajedi olarak anılmasına rağmen grotesk olarak yorumlanabilecek de bir metin.
Örneğin, retorik boyutunda da olsa, oyun karakterleri tarafından beşeri medeniyetin ve insanın sürekli kutsandığını ve aynı şekilde tabiatın yırtıcı hayvanlarının kötülüğü anlatmak adına aşağılanarak kullanıldığını görürüz oyunda.
“Kurt tırnaklı evlatlar, deniz canavarı insanlar, akbaba düşmanlar, domuz dişliler vs…”
Bütün bu söylem kendini tüm canlıların efendisi ilan eden insanın kibrinin bir ürünüdür. Öte yanda doğaya uyum sağlamayı reddeden insan yıkıcı ve yok edici bir tür olarak tüm canlılar içinde açık ara en üst sırada yer almaktadır. Bu gerçeği görememek, canlılar arasındaki bağı yok saymak, başlı başına grotesk olsa gerek. Tarihin tanık olduğu en büyük ozanlardan biri olan Shakespeare, konuşabilen tek canlının diline sirayet eden bu kibri çeşitli boyutlarıyla dizelerine yansıtmış, göze görünür kılmıştır. Bize ise onu anlamak ve yorumlamak düşüyor.
Büşra Bayraktar: Bir Shakespeare oyunu yönetmek nasıl bir deneyim yaşattı size?
Abdullah Cabaluz: Kral Lear, yönettiğim ilk Shakespeare oyunu değil. 2013 yılında İş Oyuncuları ile On İkinci Gece deneyimim oldu. Ancak yönettiğim ilk Shakespeare trajedisi diyebilirim. Shakespeare çalışmak bir yandan sonsuz özgür hissetmek (sanki sahnede her şeyi yapabilirmişsiniz hissinde olmak) bir yandan da muazzam bir bulmaca çözmek gibi diyebilirim. Metni deştikçeyse “insan”a ulaşıyorsunuz.
Büşra Bayraktar: Kral Lear’ı sezonda da izleme şansını yakalayabilir miyiz? Oyunun programı nedir?
Abdullah Cabaluz: Evet. Ama programı henüz ben de bilmiyorum.
Büşra Bayraktar: İleride üzerinde çalışmayı planladığınız oyunlar var mı? ”Bu oyunu çıkarmalıyız” dediğiniz?
Abdullah Cabaluz: Elbette. Her zaman bir Hamlet ve Macbeth yapmak istemişimdir. Bunun yanı sıra yine bir Çehov oyunu çalışmayı da istiyorum. Bir de daha küçük kadrolu bir oyun denemek istiyorum.
Büşra Bayraktar: Beğendiğiniz ve takip ettiğiniz tiyatro yönetmenleri kimler? Abdullah Cabaluz’un etkilendiği yönetmenler var mıdır?
Abdullah Cabaluz: Düzenli olarak takip ettiğim bir yönetmen var diyemem. İyi olan her şeyi kim sahnelerse sahnelesin gönülden alkışlıyorum. Ancak eskilerden Peter Brook, Peter Stein ve Giorgio Strechler ve Yücel Erten diyebilirim. Yenilerden ise son yıllarda festivalde de izlediğimiz Thomas Ostermeier’in oyunlarını başarılı buluyorum.
Büşra Bayraktar: Türkiye’de tiyatronun durumuna dair düşüncelerinizi de merak ediyorum. Tiyatroyu kaba tabiriyle ”alaylı” olarak yapan insan sayısı oldukça fazla. Bunun yanında ”okullu” olanlar da gittikçe artıyor. Tiyatro eğitimini okulda almak belki eskiden daha zordu ama günümüzde her geçen gün yeni bir okul, buna bağlı olarak da yeni bir oyunculuk bölümü açılıyor. Bu niceliksel artışın okulların verdiği eğitimin niteliğiyle ters orantılı bir ilişkisi var mı sizce? Okullu olmanın anlamı nedir ya da bir anlamı var mı sizin gözünüzde aslında bunu sormak istiyorum.
Abdullah Cabaluz: Açıkçası bu konuda yorum yapacak kadar iyi gözlemlediğimi iddia edemem. Elbette bir konunun eğitimini almak çok önemli. Temeller sağlam olunca üzerine bir şeyler inşa etmek daha sağlıklı ve kolay olabilir. Öte yandan kimi alaylı arkadaşların okullulara göre çok daha başarılı ya da çok daha özgüveni yüksek olduğunu da gördüm. Önemli olan kendini yaptığın şeye ne kadar adadığın sanırım.
Büşra Bayraktar: Baktığımız zaman ülkemizde oyunculuk yapan ya da tiyatroya bir şekilde gönül vermiş olan insanların azımsanmayacak çoğunlukta olan bir kısmı aslında akademik eğitimini bambaşka alanlarda yapmış veya yapmakta olan insanlar. Oyunbaz’da da akademik eğitimini farklı bir alanda yapıp sonra tiyatro yapmaya karar veren oyuncular var yanılmıyorsam. Neden böyle bir tablo var sizce?
Abdullah Cabaluz: İnsan oynamayı seviyor. Bir diğeri ise geçim derdi olsa gerek. Tiyatro ile ev geçindirmek kolay değil. O nedenle tiyatrocular tv oyuncusu, ya da mühendis olabiliyor.
Büşra Bayraktar: Oyun, metin seçimi, oyuncular… hep bunlardan konuştuk. Tiyatronun en temel bileşenlerinden biri de seyirci. Yaygın olan bir düşünceye göre günümüzün tiyatro seyircisi vasat bir durumda. Tiyatro eski ”saygınlığı”ndan uzaklaşıyor ve uzaklaştıkça da eski ”bilinçli” seyircisini kaybediyor şeklinde özetleyebileceğimiz bir düşünce bu. Ben bunun tiyatro seyircisinin sadece kültürel ve sanatsal ihtiyaçlarını gidermek için tiyatroya gelen insan topluluğu olarak görülmesinden ileri geldiğini düşünüyorum. Halbuki, bu eylemin alt dinamikleri oldukça çeşitli. Sizce tiyatroya gitme eyleminin bu alt dinamikleri neler olabilir seyircimiz açısından?
Abdullah Cabaluz: Sanıyorum bu dinamikler zamana, mekâna ve kişiye göre değişebilecek şeyler. Antik Yunanda tiyatro bugünkü sinema ve tv’nin yerine geçen bir eğlence olduğundan olsa gerek insanlar tüm günlerini tiyatroda geçirirlerdi. Piknik sepetleriyle. Köy seyirlik oyunlarında hemen o güne dair esprilerle ve taşlamalarla dolu olurdu oyunlar. Bir dönem ise tiyatro devrimci olmanın gereğiydi.
Çok değişken açıkçası. Ben örneğin neden tiyatroya gittiğimi çok da bilmiyorum. Belki de tiyatro ile uğraştığım içindir.
Büşra Bayraktar: O zaman bol seyircili oyunlar diliyorum Oyunbaz ekibine. Size sormak istediğim o kadar çok soru vardı ki… Hangisini sorsam seçemedim, bir hayli zorda kaldım açıkçası. Zaman ayırdığınız ve sorularımı büyük bir içtenlikle cevapladığınız için size çok teşekkür ediyorum.
Abdullah Cabaluz: Ben teşekkür ederim.