Dünya prömiyerini Cannes Film Festivali’nde yapan David Michod imzalı Takip’te (The Rover) yönetmen, ezbere bildiğimiz bir düzeni sıfırlayan bir olaydan sonra insanın kendisinde neleri muhafaza edebildiği ve neleri yitirdiğinin cevabını arıyor
Sinemanın ‘kıyamet sonrası’ hikayelerinde bilinmezlikler içinde terk edilmeye pek alışık değiliz. Genelde, dünyanın nasıl oldu da az sonra izleyeceğimiz hale geldiğini, okumamız için yeteri kadar süre tanınan ayrıntılı bir metinle ya da televizyon haber görüntüleriyle anlatan bir girizgah karşılar bizi bu tür filmlerde. İçine dalacağımız hikayenin köşe başında bizi bir zombinin mi yoksa soluduğumuz havadan bulaşan bir virüsün mü beklediğini bilmek isteriz. Bu, bir nevi, ‘kıyamet sonrası’ filmlerinin – sırf biz hikayenin içine daha rahat girebilelim diye – yeni dünya düzenini takdim etmesidir aslında. David Michod’un filmi Takip (The Rover) ise bu ‘takdim’ meselesinin farkında olsa da; bu konuda izleyicisine yardımcı olmak gibi bir telaşa düşmeden başlıyor hikayesine. Sadece, ‘çöküş’ diye adlandırılan bir olayın adını zikrediyor ve ‘bu olaydan 10 yıl sonra Avustralya’dayız’ diyor. Başlangıcın bu denli muğlak olması, Takip’in, daha önce pek çok örneğini gördüğümüz diğer ‘kıyamet sonrası’ filmlerin yolunu izlemediğinin bir kanıtı aslında. Normalde bu türe mensup filmler, kendi dünyaları içinde yaşanan ‘kıyametin’ ne olduğunu açıklarlar; çünkü bunu kendi hikayelerinde bir tehdit unsuru olarak kullanmaya devam ederler. Bu tehdit, yeri geldiğinde bir salgın olur, yeri geldiğinde ise bir doğal afet. Fakat, ‘kıyamet’e sebep olan ‘şey’ her ne olursa olsun, geride kalanlar hep savaşırlar. Kimi zaman bir hastalığa çare bulmak için, kimi zaman medeniyeti yeniden kurmak için, kimi zaman da sadece hayatta kalmak için sürdürürler mücadelelerini. Peki, ya geride kalanların mücadele etmediği bir ‘kıyamet sonrası’ dünya olsaydı ne olurdu? Takip, işte böyle bir dünyayı takdim ediyor bizlere. Geride kalanların sadece yeryüzünde salındığı, hayatta kalmanın bile önemini yitirdiği bir dünya bu! Kıyametin ne olduğunun, niye koptuğunun artık sorgulanmadığı bir dünya…
‘Yaşayan ölüler’ westerni
Takip’in ana karakteri Eric, bir ‘kovboy’ adeta. Tıpkı Leone filmlerindeki Clint Eastwood gibi sert ve ifadesiz o da. Nereden gelip nereye gittiğini bilmediğimiz yalnız gezen bir adam! Bir barda durup, sessizce bir şeyler içtiği sırada ise arabası çalınıyor bu yalnız kovboyun. O da düşüyor arabasını çalan adamların peşine. Kanlı bir kovalamaca başlıyor. Takip’in western türüyle akrabalık bağı da kuvvetleniyor böylelikle. Çünkü açık bir biçimde, gizemli bir kanun kaçağının (!), haydutların peşine düştüğü bir yol hikayesine dönüşüyor film. Peki, bu ‘yol hikayesi’ formunu anlatısında niçin kullanıyor Takip? İzleyicisi için neyin zeminini hazırlıyor? Bu soruların cevapları, yazının başında değindiğim ‘kıyamet sonrası’ dünya düzeni meselesi ile doğrudan ilgili. Görünen o ki, Michod, filminde kendi ‘kıyamet sonrası’ evreninde izleyicisini gezdirmenin ve bize bu evrenden çeşitli manzaralar göstermenin en iyi yönteminin bir ‘yol hikayesi’ kurgulamak olduğuna karar vermiş. Üstelik yönetmenin temel derdi; belli ki kıyametin vehameti üzerine bir film yapmak da değil. O, daha çok kıyametten arta kalanların haliyle ilgili bir resim çizmeye çalışıyor. Bu resmi çizerken de ‘yozlaşmanın’ ve ‘çürümüşlüğün’ damarlarına işlemiş olduğu western türünden yararlanıyor.
Eric’in, arabasını geri almak için çıktığı yolculukta ise pek çok ‘durağımız’ oluyor elbette. Eric’in takip hikayesi, biz izleyiciler için ‘kıyamet sonrası’ dünyanın keşfine dönüşüyor. Dünyanın yeni halinin neye benzediğine, yolda rastladığımız insanların da ne halde yaşadıklarına tanık oluyoruz bu sayede. Tanıştıklarımızın pek de ‘insan’ kalmayı başaramadığını da anlıyoruz ama! Zira, Eric’in yol boyunca karşılaştığı neredeyse tüm karakterler, hatırladığımız ‘insan’ vasıflarından uzaklar bu yeni dünyada. Hala nefes alıp veriyor ya da konuşuyor (o da mecbur kalmadıkça olmuyor zaten ya!) olsalar da insandan çok bir zombiye yakınlar. Temel ihtiyaçlarını karşılamaktan başka bir amaçları kalmamış, zaman öldüren, yol almayan; ama sadece salınan ‘yaşayan ölüler’e dönüşmüşler. Bu noktada, Eric’in yolda öldürdüğü ‘yaşayan ölüler’i gömmeyip de yakıyor oluşu ayrı bir anlam kazanıyor. Çünkü, bu yeni dünyanın insanları, fiziki anlamda gerçek (!) bir zombiye dönüşmemiş olsalar da bir gömülme merasimini hak edecek kadar ‘insan’ da değiller anladığımız kadarıyla. Evcil hayvanları bile yemeye başlamışlarsa, gerektiğinde birbirlerini yemeyecekleri ne malum hem! Üstelik, filmde bir de başıboş gezen ‘yaşayan ölülerimizi’ yakalayıp toplayan askerler var ki; zombilerin sinema filmleri özgeçmişinden onları iyi tanıdığımız için varlıklarını bir an bile yadırgamıyoruz.
Takip’in kendi kıyameti ‘çöküş’ün sebepleriyle ilgilenmeyip de sonuçlarıyla ilgileniyor oluşu da biraz bu yüzden işte. ‘Çöküş’e sebep olan şeyin yeni bir dünya savaşı mı, bir nükleer felaket mi yoksa bir doğal afet mi oluşunu zerre önemsemiyor Michod! Çünkü, onun asıl derdi kıyametten sonra insanın neye dönüştüğüyle ilgili. Ezbere bildiğimiz düzeni sıfırlayan bir olaydan sonra, insanın kendisinde neleri muhafaza edebildiği ve neleri yitirdiğinin cevabını arıyor yönetmen. ‘Kıyametten geriye, eskiye dair hatırladığımız bir şey kaldı mı ki?’ diye soruyor. Öldüğünde gömülmeyi hak edecek, değişmemiş, bozulmamış bir şey…