A password will be e-mailed to you.

Burgess, tehlikeli yazarlardan. Otomatik Portakal, okuru ‘döven’ romanlardan. Her sayfada yeni bir soru. Her bölümde başka bir tezat. Herşey,  mütemadiyen çalışmadığımız yerden.

Alex, Pete, Georgie ve Dim. Her akşamki gibi birlikteler. Üzerlerinde siyah ve -çok- dar taytları, ayaklarında tekmelerken kolaylık sağlayan ‘acaip dehşet’ çizmeleri var. Sıradan bir akşam. Barda; içiyor ve sıkılıyorlar.

Derken.. ‘engin kış gecesine uzanmanın’ vakti geliyor.

İlk olarak, koltuğunun altında kitaplarla kendi halinde yürüyen ‘okul müdürü kılıklı, titrek, moruk bir lavuk’ çıkıyor önlerine. Adamın ‘benim değil onlar, yapmayın. Belediyenin’ sözlerine  kahkahalarla gülerek kitaplarını yırtıyorlar önce..  Sonra.. gözlüklerini yere atıp, çizmeleriyle eziyor ve az önce suratının ortasına indirdikleri yumruk nedeniyle kan içinde kalan ihtiyarı,  iç çamaşırlarına kadar soyup.. Caddenin ortasında bırakıyorlar. O, ‘ah ah ah’ diye.. yalpalayarak giderken,  grup adamın giysilerinin cebini karıştırıyor ve sınırsız neşeleri devam etmekte.

Akşam, bir market soygunuyla sürecek. Dükkan sahibi karı koca,  levyelerle dövülüp çıtır çıtır ezilirken…  yazarkasa boşaltılacak.  Kazandıkları: ‘Cidden dehşet mangır’

Gece uzun. Şimdi ıssız sokakta karşılarında yine ihtiyar ama bu defa sarhoş biri.. Şarkı söylüyor. Grup bir süre ‘dikizledikten’ sonra yumruklamaya başlıyor onu.  Adam, hayattan umudu çoktan kesmiş. Bağırıyor: ‘Biraz daha vurun. Piç kuruları!’ Vuruyorlar. Tekmeliyorlar. En son, kustuğu için kızıp biraz daha dövüp, yere yapıştırıyorlar.  

Çok kanlı ve korkunç bir başka sokak kavgasından ve sağda solda birkaç kişiyi ve grubu ‘tırsıttıktan’ sonra süratle şehir dışına giderken asfaltın üstündeki ‘iri bir şeyin’ üzerinden geçiyorlar: ‘hırlayan dişli ağız, çığlık ve ezilme!’ Dim, kahkahadan kırılmakta.

Ve.. gecenin finali olmadan,, yol kenarındaki ‘samimi’ çifti ağlatarak dövme faslı… Derken.. Eğlencenin doruğu!

Banliyödeki yazar ve eşinin evine ‘afedersiniz,  telefonunuzu kullanabilir miyiz?’ diye giren çete, ‘hayvan gibi böğürterek’ dövdükleri adamın,  onlar vurdukça ‘sanki çok özel bir çeşit sulu meyveymiş gibi kan çıkan’ suratını bir kenara bırakıp.. kadına yöneliyorlar.  Hepsi sırayla ‘işini hallediyor’ ve çıkarken evde ne var ne yok kırıp döktükten sonra, şöminedeki ateşi ‘işeyerek’ söndürüyor,  Dim. Aslında halıya ‘başka bir şey daha!’ yapacakken,   Alex, ‘hayır’ diyor. ‘Dışarı dışarı dışarı!’

Çıkıyorlar. Arkada bıraktıkları fotoğraf şöyle: ‘Yazar lavukla karısı başka bir boyuta geçmişlerdi, kan içindeydiler, giysileri parçalanmıştı ve sesler çıkarıyorlardı. Ama yaşayacaklardı.’

Yolda ‘tuhaf cırlayan’ bir sürü şeyi ezdikten ve  çalıntı arabayı  kanala attıktan sonra  trenle eve dönerken boş vagonda,  koltukların döşemelerini deşip, camı kıracaklar. Ardından kendi  aralarında gecenin   ikinci kanlı kavgası yaşanacak ve.. her şey bitince..  grubun lideri Alex,    anne ve babasıyla yaşadığı eve dönüp, iki tane konserve köfte ve bir dilim yağlı ekmek yiyip, bir bardak soğuk süt içecek. Meyveli turtayı da ‘dişledikten’ sonra..  nihayet: odasında.

Müzik,  onu bekliyor. Önce: Odysseus Choerilos’un Macon Filarmoni Orkestrası’yla çaldığı Geoffrey Plautus’un keman konçertosu.

Sonra, W. A. Mozart’ın,  Jüpiter’i.

Ve.. JS Bach’tan,  Brandenburg Konçertosu.

Alex, obuayı, trompeti, zilleri, trombonu.. tek tek duyuyor.

Keman soloda cenneti keşfediyor.

Dinlediklerini ‘mükemmelliğin ve harikalığın cisimleşmiş hali’ olarak tanımlıyor.

Hazdan ölecek neredeyse.

Müzik onun en iyi arkadaşı ve tek ilacı. Sıradan ve hafif olandan, poptan hoşlanmıyor. Küçümsüyor. Esas odaklandığı Senfonik tınılar. Ve onların en klasikleri. Şehrin bütün pisliğine girip döndüğü odasında her akşam ve sabah müziğin kanatlarında yükseliyor.

Kan, irin, kusmuk,  inen levye ile çıtırdayan kemik sesi, çığlık ve ağlama sesi ve Plop! diye çizmelerinin ve kullandığı arabanın lastikleri altında hayata veda edenlerin çaresiz fısıltısı, her yaştan,  her cinsten insan iniltisi  ve  arkadaşlarıyla  kirlettiği dünya.. her şey, hepsi.. siliniyor.

Beethoven ve Alex.

Başbaşa.

Gözgöze.

Deha, hayatı temize çekmekte!

xxx

Anthony Burgess’in,  edebiyatın klasiklerinden Otomatik Portakal’ı sanat ve insan arasındaki ezber ilişkiyi yerle yeksan eden bir metin.

Alex ve en az kendisi kadar acımasız üç arkadaşından oluşan çete, suç kavramının dışındalar. Her biri birer iblis. Cellat. Yaptıkları; dünyayı şiddete boğmak. Kan akıtırken, zevkin doruğunda dolaşmak.

Hergün,  aynı şey.

Her akşam, aynı pislik.

Hiç durmadan kendini tekrar eden, yetinmeyen, doymayan bir şiddet ve nefret sarmalı.

Tekmeledikçe, dövüp  aşağıladıkça, kırıp dökerek, dağıtarak, ağlatıp öldürerek.. nefret ettikleri dünyayı tam da gözlerine göründüğü gibi yapmaktan, küçük linçlerden ölesiye mutlu oluyorlar.

Bu mutluluk onları her seferinde daha fazlasına götürüyor.

Sonra.. dahası..  

Otomatik Portakal’ı okuyunca sanata ve hayata ve insana olan ümidimiz kırılıyor.

Alex ve çetesinin ‘acaip dehşet’ çizmelerinin altında eziliyoruz.

Ağzımız burnumuz kan içinde. İç organlarımız dışarıda. Çaresizlikle bakıyoruz etrafa. Yardım istiyoruz.

Sorumuz şu:  Hani nerede, yüksek sanatın insan üzerindeki iyi ve güzel etkisi? Biz onu tedavi eder.. diye biliyorduk.

Öyle öğrendik.

Herkese öyle söyledik.

Beethoven, Bach, Mozart.. insanlığın zerafet kuleleri değil mi? O merdivenlerde,  hem de bu kadar hassasiyetle yükselen  biri bütün bunları nasıl olur da?..

Burgess, tehlikeli yazarlardan.

Otomatik Portakal, okuru ‘döven’ romanlardan.

Her sayfada yeni bir soru. Her bölümde başka bir tezat. Herşey,  mütemadiyen çalışmadığımız yerden. Fasılasız sınav. Büyük çile.

Kitap bittiğinde her şeye yeniden başlamak mecburiyeti doğuyor. Bütün bildiklerimizi unutmak zorundayız.  Yazar, bilmenin- bildiğini sanmanın konforunu aldı elimizden. Güvenli halıyı çekti ayağımızın altından.

Şimdi artık… yeni bir dünya var önümüzde.

Onu yeniden keşfetmek lazım.

Sabırla. Korkuyla.

Dehşet ve cesaretle.

 

Notlar:

1.     Alex’in ‘tedavi’ sürecinde istihbarat servislerinin malum yöntemi uygulanıyor.  Kişinin zaaf noktasını bulup, oradan çözmek. Alex’i, ‘suçluyu topluma kazandırma’ programının kobayı olarak kullananlar onu,  senfonik müzik tutkusundan yakalıyorlar. Hayranı olduğu Beethoven, süreç içersinde genç ‘günahkarın’ manevi ölümünün tetikçisi oluyor.

 

2.     Burgess’in romanı ve Alex’in dramatik öyküsü, yukarıdaki karamsar soruları sordurmakla birlikte tam tersini; El Sistema projesini de hatırlatıyor. Venezuella’da J.A. Abreu önderliğindeki bir avuç idealist tarafından hayata geçirilen ve her geçen yıl örnek model oluşturarak tüm dünyaya yayılan El Sistema,  yoksul çocukları topluma kazandırma amacıyla kuruldu.  Eğitim odaklı projede senfonik müzikle tanışan çocuklar ve gençler orkestra ile bütün dünyayı dolaşıyor ve üretimlerini paylaşıyorlar.

 

3.     Hakikatin, hayatın bin türlü yüzü var. Alex’in nefretine,  bizi şaşırtarak panzehir olamayan müzik,  sosyal terapistlerin katı ve korkunç müdahalesiyle öteye gidip, onun berbat finalini hazırladı.  Ama sevgi ve şefkatle hazırlanan El Sistema örneği de var. İnsan yetiştirmek, zor iş. Deforme olan hayatı sil baştan yapmak ise daha da zor. Ve.. her şeye rağmen, yani kafamız ne kadar karışsa da..  sanatın şemsiyesi,  elimizdeki en iyi enstrüman. Hatta: tek çare.   

 

4.      Notlar, El Sistema mucizesini anlatan videoyla bitsin. Karakas’ın neredeyse suçlu yaratmak için kurulduğunu düşündüren varoşları bakınız nasıl ‘etkisiz’  hale getirilmiş. Mucizenin yaratıcısı; J. A. Abreu. Dünya, böyle bilge kişilerin cesareti, ufku ve emeğine ne çok şey borçlu. Ve: Sanatın neşesi ve coşkusu ne kadar güzel!

 

           http://www.youtube.com/watch?v=43tqQhOTCgQ

 

 

Daha fazla yazı yok
2024-11-22 07:16:44