Efkârı da cıvıltısı gibi çarpan hikâyelerle Alper Atalan’dan ‘’Çok Kısa Bişi Anlatıcam’’
Kısa yazmanın başlı başına bir hüner olduğu söylenir ya; Alper Atalan bu maharetin hakkını fazlasıyla veren yazarlardan. Tatlı tatlı gevezelik eden metropol hikâyeleriyle (Mart, İletişim Yayınları) tanıyıp sevmiştik onu. Hatta ‘’Bir Kadın Bir Erkek’’ dizisinin senaryosuna katkısı olduğunu öğrenince daha bir benimseyivermiştik. Atalan bu kez ‘’Çok Kısa Bişi Anlatıcam’’ (İletişim Yayınları) diyerek kitaplığımıza yerleşti. Hoş geldi!
Bugünün hayat ritmini düşündüğünüzde ‘’çok kısa bi şi’’ anlatmak hem maharet hem de galiba bir çeşit zaruret. Zaten anlatacaklarınız çok kısa ve çarpıcı olmazsa dinleyici bulmanız da mümkün görünmüyor. Çok hızlıyız çok. Yetişmemiz gereken yerler var. Toplantılar, randevular, sunumlar, partiler, lansmanlar, uçaklar… Hayat, insanı ilişkilerinde de hıza zorluyor adeta. Hoş, ilişkiler de mekandan ve temastan uzak bir boyuta bürünüyor gitgide. Çekiyoruz bi mesaj, atıyoruz bi twit. Zaman bize kalıyor. Oysa, mütemadiyen Goethe, Mark Twain ve Pascal üçlüsüne ithaf edilen ama gerçekte kimden çıktığı belli olmayan o ünlü sözde ne deniliyordu hani ; ‘’Kusura bakmayın kısa yazacak kadar vaktim yoktu, ben de uzun yazdım’’!…
Hal böyleyken bu çılgın devinime edebiyat nasıl ayak uydursun? Ama zanaatkâr bir kalemin elinde uyduruveriyor işte. Üstelik kendini dinletme gibi bir kaygı gütmeden yapıyor bunu da. ‘’Aman bana bakın’’ diye gösterişe de tenezzül etmiyor. Bir nefeste, bir bakışta derdini anlatabiliyor, dinlemek isteyene.
Ama en hoş tarafı da kendine has bir matematik kurmuş Alper Atalan bu kısacık, muzip hikâyelerde. Toplam 36 bağımsız öykünün her biri kitap sayfasıyla tam dört sayfada anlatıyor derdini okura. Her biri dört sayfalık tadımlıklar…
Hikâyeleri bir an evvel tüketmek isteyen okuru (ki böyleleri de var) şaşırtıyor biraz da. Hani yapış yapış bir yaz ikindisinde aniden ortaya çıkıveren, hafiften sarhoş edici imbat misali. Serinletiyor; gülümsetiyor, şaşırtabiliyor. Nasıl mı? İsimleri olan nesnelerle, ruhları, duyguları, yaşanmışlıkları olan eşyalarla. Kendine ‘’telafi edilebilecek ruh arayan’’ depresyondaki genç kadınlarla, hayalleri tırpanla doğranan delikanlı abilerle, mırıldanan evler, gıcırdayan yollarla…
Yani diyeceğimiz, somurtmaya izin yok bu hikâyelerde. Peki ya efkârlanmaya? Bakınız işte ona var. Efkârı da cıvıltısı gibi kısacık çarpıp kaçıveriyor. Hatta isimleri bile tek başına birer hikâyecik gibi tınlıyor bu anlatıların. ’Eski Bir Tren Geçerdi Eskiden’’, ‘’Bahar Sanırsın Baharı’’, ‘’Hayat Hayatsızdır İşte’’, ‘’Kanatsız Bar Kelebeği’’, ‘’Kısmet Otelde Kalır’’… Okura ‘’sen de seç birini, kur bir hayal işte’’ diyor sanki…
O halde iş bu yazı ‘’Çok Kısa Bişi Anlatıcam’’ için ‘’çok kısa bi takdim’’ yazısı olsun değerli okurlar. Gerisi kitabı en yakın kitapçıdan hararetle istemeye kalsın…