A password will be e-mailed to you.

Günümüz eleştirisinin text ve jargon ile hantallaşmış, tutkusuz dilini aşmak için nefes aldıracak bir Deneme’den bahsediyorum…

Zaman zaman nükseden pseudo (sahte) bir tartışmamız var. Türkiye’de eleştiri var mı? Geçmişte bu türün, burjuvamız var mı, aydın var mı, çevirmen var mı ya da sanatçımız var mı diye devam eden türleri de mevcuttu. İlginçtir; soru edebiyat eleştirisi var mı veya ideoloji eleştirisi ya da sinema eleştirisi var mı diye sorulmazken; sanat eleştirisi denildiğinde fazlasıyla bir “yok” söylemi baskın kılınıyor. İşte burada büyük bir cinlik var. Öncelikle bu soru bazı rahatsızlıkları billurlaştırıyor. Ya sanatçının eleştirmen tarafından “görülmediğinden” kaynaklanan bir rahatsızlık, ya da kendini dışarda tutup, “aslında ben varım” anlayın diyen bir fırsatçılığı gösteriyor. Geçtiğimiz günlerde Büyük Türk “Fukosu” Hasan Bülent Kahraman’ın bayat demeçleri üzerinden bu mevzu tekrar ısıtılıverdi.

Aslında sanat eleştirmenliği üzerinden tartışılmaya çalışan “eleştirmen” mevzu o kadar karışık değil. Bunu anlamak cevabı ve muhatapları üretiyor zaten. Anladığımız anlamda ilk modern sanat eleştirisini 18. yüzyıla borçluyuz. Bu yüzyıl bir tarafıyla galeri ve koleksiyoner-piyasa sisteminin kurumlaştığı aralık olmakla beraber; Fransız Devrimi ve Alman Romantizmiyle şaha kalkmış (sturm und drang) bir dönemi de adresliyor. Daha önemlisi müzelerin halka (ayak takımına!) açıldığı ve periyodik Salon sergilerinin geniş kitleler tarafından izlendiği yıllardan bahsediyoruz. En önemlisi reklam gelirleriyle ayakta kalan ve tefrikalar ile okuyucusunu kazanan gazete ve magazinlerin de yüzyılı. Profesyonel yani telif ile çalışan zihin emekçilerinin de eklenmesi gerekiyor buraya.

Ansiklopedist Denis Diderot’nun 1759-1761-1763 Salon sergileri konusunda yazdığı eleştiriler neredeyse türün ilk örnekleri arasında sayılabilir.(1) Diderot’nun fazlasıyla öznel izlenimleri dönemin gazete-bülten eğilimiyle fazlasıyla örtüşüyordu. Gazete ve dergilerdeki sanat eleştirileri modern kamusal alan oluşuruken kendince bir kanaat ve doxa (sanı) alanı yaratmakta gayet başarılıydı. Fakat asıl sanat eleştirmenliğini kuran yazılar bir şairdenden gelecektir. Sivri dilli, yıkıcı ve sarkastik üslubuyla modernizmin lanetli şairi Baudelaire’in “Modern Hayatın Ressamı” geçmişin kahramanımsı, ağdalı, anıtsal ve “devletlü” sanatına karşı hızın, gelip geçiciliğin, eskizin ve “yeni”nin savunusudur. Çok alıntılanan bir pasajında şair şöyle diyordu bütün cüretiyle: “Eleştiri ne işe yarar? Eleştirmeni, daha ilk bölüme adım atmak istediği anda ensesinden yakalayıveren kocaman ve korkunç bir soru işareti. Sanatçının eleştiriye kin duymasının ilk gerekçesi, eleştirinin burjuvaya hiçbir şey öğretememesidir, çünkü burjuvanın ne resim yapmaya, ne de uyak koşmaya niyeti vardır; sanatçı eleştiriyi sanata da bir şey öğretememekle suçlar, çünkü eleştiri zaten sanatın bağrından çıkmıştır.” (2)

Aslında hedef alınan “hödük” burjuvazinin ve konformizme alıştırılmış orta sınıf gözünün bizzat kendisiydi. Bu, eleştiriyi kendiliğinden politik yapmaya yetiyordu. Charles Baudelaire, bir taraftan yeni modern özneyi; dandy, kalabalıklar ve yeni bulvarlar şehrini tanımlamaya çalışırken, diğer taraftan “direkt” muhatap adresliyen bir eleştiri kuruyordu. Burası gerçekten önemli; çünkü Diderot’un saygılı öznelliğinden ve mesafesinden farklı bir dil kuruyordu. Örneğin Salon sergileri hakkında yazarken; direk isim veriyor; O isim üzerinden bir beğeniyi mahkum ve de itham ediyordu. Yine resim-şiir arasında bir ontoloji yapmaya çalışırken “Heykel Niye Can Sıkıcıdır?” gibi radikal bir soru sorabiliyordu örneğin. Baudelaire eğer modern sanat eleştirisinin başlatıcısıysa, bu direkt muhataplığından, cesaretinden kaynaklanıyordu. Çünkü ona göre: “Eleştiri, nesnesine doğru şekilde odaklanabilmek, yani bir varlık nedenine sahip olmak için, taraflı, tutkulu, siyasî olmalı, yani dışlayıcı bir bakış açısına sahip olmalıdır – tabii bunun, en geniş ufukların önünü açan bir bakış açısı olması kaydıyla” ancak meşruluğunu gösterebilirdi. Dkkat edin "dışlayıcı" kavramına…

Bir yazısının başlığı çok açıktı: “Rafaello Nasıl Altedilir?”. Örneğin duygusal kompozisyonlarıyla, döneminin starı olan Ary Scheffer’ın resmini “Duygu Maymunları” adıyla isimlendirebilen bir açıklık vardı yazılarında. Yani şair, egemen sanat dünyasında her gün bir düşman kazanmakta fazlasıyla maharetliydi. Tabii ceketindeki sökük ve yama sayısının artması da buna bağlıydı. Geçelim lanetli şairden başka bir lanetli dandy’ye… Oscar Wilde sanat eleştirisini bir sanat olarak gören en radikal sınırı döşüyordu aynı yüzyılda. “Ressam Whistler olmasaydı Londra’nın gri sisi olmazdı” diyecek kadar sanatın duygulanım üzerindeki etkisine inanan Wilde için eleştiri de benzer duygulanımlar üretmeliydi. “Sanatçı: Eleştirmen, Yalancı, Katil” kitabındaki denemeler bu arayışın ürünüdür. Sanat eleştirisi öyle bir dil kurmalıydı ki, sanatçının düşünemediği bağları ve ilişkileri üretebilmeli, bir imge seli yaratabilmeliydi. Çünkü “eleştirmenin tek amacı, kendi izlenimlerinin kaydını tutmaktır. Resimler onun için yapılır, kitaplar onun yazılır, mermer onun için yontulup biçimlendirilir.”(3)

Basitçe bu belalı Dandy, eleştirinin yeniden üretici zenginliğinden bahsediyordu. Dönemin dev sanat yazarı John Ruskin’in zengin dilinden esinlenen Wilde, eleştiri derken aslında bir tarafıyla edebi deneme (essay) formunu kastediyordu. Burası gerçekten önemlidir. Çünkü sanat felsefeyi ikame etmeye çalışan bir contemporary formuna büründükçe, edebi ve lirik alan ile bağı zayıflayacaktır. İşte sanat eleştirisinin yavaş yavaş kaybettiği bağ bu deneme (essay) formundan uzaklaşmasıdır. Denemeden vazgeçen ve sezgisel ilişki kurma zenginliğini text ve jargon enflasyonuna çeviren günümüz eleştirisi, Wilde’ın anladığı anlamda bir “sanat” olma hedefinden hızla uzaklaşacaktır. Sanat burda elbette bir metafor değildir sadece… Montaigne’den itibaren başka bir kıt’a açan Denemenin, Essay’in zengin, ilişkisel ve üretici imgeleminin ürettiği yeni bir algılama boyutudur.

Bu anlamda bizde sanat eleştirisinin, örneğin Ahmet Hamdi Tanpınar, Selahattin Eyyuboğlu hattından Sezer Tansuğ, Ferit Edgü, Mehmet Ergüven ve Enis Batur’a uzanan, edebi olanla yaratıcı bir ilişki içindeki essay anlayışından gelmesi şaşırtıcı olmayacaktır. Sanat eleştirisi-Deneme arasındaki ilişki ve edebilik elbette kuramsal olanın gözardı edilmesi demek değildir; hatta tam tersi, o zengin havuzu işletmek demektir. Daha büyük bir parantez açalım o zaman: Bütün bunları kapsayacak şekilde sanat eleştirisi dediğimiz alan öncelikle “eleştirel teori” olarak adlandırdığımız bir alanın parçası. Yani ana aks ve zemin düşünüldüğünde edebiyat eleştirisi ya da toplumsal eleştiri ya da ideoloji eleştirisi fark etmiyor; zemin aynı zaten… Yalanması gereken mürekkep de aynı!

Peki eleştirel teori ne? Literatürde sadece 1930 sonrası Frankfurt Okulu denilen verimli atmosferi kodlasa da, aslında kavramın kapsadığı alan daha fazla. Şöyle özetleyelim: Öncelikle 18. yüzyıl Fransız Aydınlanma’sından başta David Hume olmak üzere İngiliz Anglo-Sakson deneyciliğine ama daha çok Alman İdealizmi ya da Marx’ın deyimiyle “Kutsal Aile” ye , Kant, Schelling, Schiller, Fichte, Hegel, Lessing ve Herder’e,19. yüzyılda ise Schopenhauer ve Nietzsche’ye, Freud’a ve sonra 20. yüzyılda Heidegger, Sartre ve Spengler’e uzanan zengin bir hattan söz ediyoruz. Aslında bu birikim Baumgarden üzerinden modern anlamda Estetik denen bir alanı kurarken, başta Pompei kalıntıları ve Büyük Tur’un etkisi(4) veya Alman Romantizmi’nin zenginliğiyle Johann Joachim Winckelmann üzerinden Sanat Tarihi disiplinini de inşaa ediyordu.

Elbette bu modern hat Sokrates, Platon ve Aristotales’ten Ortaçağ’ın Kilise Babalarına ve Heretiklere uzanan “güzel”, “iyi”, “erdem”, “oran” nedir gibi klasik soruları kendi çağlarına dair güncellemeye uğraşıyorlardı. Burada tam da 19. yüzyılda önemli bir parantez açılacaktır. Bunu unutmamak gerekiyor. Modern ve bildiğimiz anlamıyla sanat eleştirmenliğin kuruluşuydu aslında bu parantez. Konferanslar, gazeteler ve mecmualar çağı… Şunu unutmayalım: Eleştirel teorideki asıl kritik uğrak Marx olacaktır. Marx, başta Hegel üzerinden Kutsal Aile’yi acımasız bir eleştiriye tutarak iktisat, siyaset ve felsefe ayaklarını bambaşka bir zemine oturtuyordu. Ondan sonra hiçbir şey artık eskisi gibi olamayacaktır. Bu kırılmanın arkasından kocaman bir birikim geldi; Lukacs’ın Estetik’i, Gramsci’nin ideoloji ve hegemonyayı bambaşka düşünen Defterler’i ve Adorno, Bloch ve Benjamin’e uzanan estetik modernizmi sorunlaştıran Frankfurt Okulu kalkışması…

Hadi biraz daha isim ekleyelim Deleuze, Zizek ve Badiou ve Hal Foster’e başka bir zenginlik. Elbette daha onlarca isim ve anlayış eklenebilir. Ama yeterli sanırım. Buradan bakıldığında, bırakalım sanat eleştirisini , politika, edebiyat ya da mimarlık eleştirisi ya da sinema eleştirisi için bu koca havuz zorunlu zaten. Yoksa zaten yoktur… Kısaca ekleyelim o zaman: sanat eleştirisinin önemli bir arka planını karşılaştırmalı edebiyat ve edebiyat eleştirisi de oluşturuyor. İşte sanat eleştirisi üzerinde “pseudo (sahte)” bir tartışmanın vıdı vıdılığı içinde boğulmak istemiyorsak; bu koca ve zengin bağlamı, ama en önemlisi de "essay"-deneme ile kurduğu bağa dikkat etmek gerekiyor. Günümüz eleştirisinin, text ve jargon ile hantallaşmış, akademikleşmiş, tutkusuz ve kuru dilini aşmak için bir nefes alanı sağlayacak bir Deneme’den bahsediyorum…

Bir de bu koca birikimi düşününce, sevgili yazar dostum Özcan Türkmen’in önerisi geliyor aklıma: Belki de Sanat Tarihi bölümlerinin LYS  puanlarını yükseltmek gerekiyor.

 

NOTLAR:

1-Denis Diderot, Paris Salon Sergileri, çev: Kaya Özsezgin, YKY, 1996

2- Charles Baudelaire, Modern Hayatın Ressamı, çev: Ali Berktay, İletişim Yayınları,2003

3-Oscar Wilde, "Sanatçı: Eleştirmen, Yalancı, Katil”, İletişim Yayınları, 2008

4-Büyük Tur: 18. Yüzyılda Aristokrat çocuklarının eğitimi kapsamında gözetmenleri eşliğinde çıktıkları İtalya ve Yunanistan gezisi.

Daha fazla yazı yok
2024-11-22 08:18:33