A password will be e-mailed to you.

Defne Kırmızı #sanatatakyazlıkta için, içinden bol bol yazlıkçıların geçtiği, dalgaların yükseldiği ve bin bir çeşit dondurmanın olduğu ‘yazlık’ fotoğraflarını derledi. 

Çağdaş portre fotoğrafının en önemli figürlerinden biri olan Rineke Dijkstra, 1992-2002 yılları arasında Güney Karolina’dan Polonya ve Ukrayna sahillerine uzanan yolculuğu sonunda bugüne dek yaptığı en güçlü işlerden biri olan “Beach Portraits” serisini yarattı. Dijkstra, fotoğrafladığı ergenlik çağındaki “çocukların” fiziksel ve ruhsal geçiş sürecini, görsel dilinin 17. Yüzyıl Hollanda resim sanatı estetiğine olan yakınlığı ile keskinleştirdi. Çocukluktan yetişkinliğe evrilen bu sürecin medcezirlerinin yarattığı huzursuzluğun, figürlerin arkasında seyreden koyu ve tekinsiz denizle pekiştirildiği fotoğraflar, “Sahil Portreleri” isminin hafifliğinden uzak, oldukça yoğun ve huzur kaçırıcı.

Görsel dil ve fotoğraf estetiğini sorgulaması, mekan ve manzaraya topografik yaklaşımı ve renk unsurunu anlatım dilinin belirleyici öğelerinden biri olarak kullanması Stephen Shore’u çağdaş fotoğraf sanatı ve kültürünün son kırk yılının mimarlarından biri haline getiriyor. 2004 yılında Aperture tarafından yayınlanan ve 1973-78 yılları arasında Amerika ve Kanada yollarında biriktirdiği fotoğrafları derleyen “Uncommon Places” serisi, çağdaş fotoğraf sanatının kutsal kitaplarından biri olarak kabul ediliyor. Kompozisyon ve ışığı kullanımındaki mahareti ile boş park yerlerini, soğuk havuzları, tek kelimelik duvar yazılarını, kimliksiz otel odalarını, detaylarını hatırlayamadığımız ancak hissedebildiğimiz bir rüyaya, ismi cismi silik ama tenimizde izi olan bir gün batımı anısına dönüştürüyor.

Penelope Umbrico, Flickr fotoğraf sitesinde “gün batımı” kelimesini arattığında karşısına çıkan tüm gün batımı fotoğraflarından güneşleri kesip biçip bir araya getirdiği kolaj/yerleştirme işi “Suns (From Sunsets) from Flickr” ile bize sonu olmayan bir sanat yapma pratiği sunuyor. Projeye ilk başladığında Flickr’da 541.795 fotoğrafla karşılaşan Umbrico, her yeni yerleştirmesi için yeniden arama yapıyor ve yeni bir kolaj ortaya çıkarıyor. En son 2011’de bir araya getirdiği “8,730,221 Suns from Flickr” işinde isminden de anlaşılacağı gibi sekizmilyonyediyüzotuzbinikiyüzyirmibir gün batımını birleştiren Umbrico, böylelikle internette giderek yaygınlaşan fotoğraf paylaşımı kültürüne ve birikmeye devam eden imaj koleksiyonu ya da yığınına ait de bir tartışma yaratmış oluyor. Güneşi “yaşamsal ışık ve ısı kaynağımız, hayatımızın değişmez bir parçası, aydınlanmanın sembolü, spiritüel imge, sonsuzluk, ulaşılmaz ve elle tutulamaz her türlü şeyin temsili, iyi düşünce ve D vitamini kaynağı” olarak gören Umbrico, etrafında gezegenlerin, asteroitlerin, kuyruklu yıldızların, kozmik tozların ve gök taşlarının pervane olduğu bu yüce yıldızın, yalnızca bir elektrik sisteminin içinde sınırlı kalmış, sanal bir dünyada temsil bulmasına bu yerleştirmeyle kahkahayı basıyor.

Martin Parr 1983-85 yılları arasında New Brighton’da genelde işçi sınıfının tercih ettiği ve altın çağını 1970’lerde yitirmiş olan bir deniz kenarı tesisinde ürettiği “The Last Resort” serisinde, parlak, güneşli, renkli ve absürd bir tatil öyküsü kuruyor. Renklerin sesini sonuna kadar açmasını sağlayan flaş kullanımı ve orta format kameranın verdiği kristal netlik ve doygunlukla, Parr bizi neredeyse zamanın durduğu bir anın içine yerleştiriyor. “The Last Resort” serisi, fotoğraf kitabı olarak yayınlandığında, insanların temsili ve İngiliz işçi sınıfına dair yarattığı izlenim bağlamında epeyce tartışıldı ancak bugün, seriden bağımsız tek tek fotoğrafların estetik gücü, sosyo-ekonomik bir eleştirel bakış sunması ve birçok farklı duyguyu karıştırıp muzip bir oyun yaratabilmesi ile Parr’ın en iştah açıcı işlerinden biri.

David Hilliard, içinde debelendiğimiz kaotik düzende, sürekli yıkıp yeniden kurmaya çalıştığımız kimlik oyunu, aidiyet duygusu ve teslimiyet durumu ile ilgileniyor. “The Tale is True” serisi 20 yılı aşkın bir süredir babasıyla olan ilişkisini, kendisini bu baba-oğul ilişkisi içerisinde nasıl deneyimlediğini, yaşlanmalarıyla ile birlikte değişen ilişki dinamiklerini, karmaşık bir geçmişin ve bilinmez bir geleceğin arasında yılmadan devam eden ruhsal ve fiziksel çabayı kurcalıyor. Birçok çağdaş fotoğrafçının izlediği yoldan sapmayarak fotoğraflarını büyük boyutlarda sergileyen, çoklu paneller kullanarak Rönesans dönem eserlerine benzeyen poliptik bir biçim elde eden Hilliard, kurguladığı hikayeleri otobiyografik bağlarla güçlendiriyor. Bu kurmaca öykü ve bireysel hafıza sandığının karışımı ile Hilliard, panoramalarında izleyicinin bakışını, fotoğrafın yüzeyinden alıp, anlatı, zaman ve mekanın derinliklerine çağırıyor. Fotoğraflarında bol bol sembolizm ve alegorik öğeler kullanan Hillard, melankoliyi ve komediyi harmanlayışı ile izleyicinin, yarattığı öyküye kendi anlatısıyla dahil olabilmesine bir kapı aralıyor. Hillard bu seri üzerinde çalışırken biçim, içerik ve başlık olarak eski bir İngiliz ağıtı The Seafarer’den etkilenmiş. The Seafarer bir denizcinin, hayatında bir mana yaratabilmek için geçmişindeki düğümlerle yüzleşmesini anlatıyor. Hillard’ın bu şiirsel göndermesi, serideki bir çok fotoğrafta kullandığı deniz öğeleri ve sembolleri ile görsel dilinde de hissediliyor. Ağıt tüm kederine rağmen, belirsiz ancak mutlak, süregiden bir güzellik fikriyle bitiyor. Hilliard da, sebat etme erdemini kurduğu bu masalsı görsel anlatı ile kutladığını, tarihin en korkunç anlarında, umudun bizi yeniden var ettiğini ve başa çıkabilme yetimizin gücüne sırtını yaslamayı seçtiğini söylüyor.

Avrupa’ya sadece bir maceranın peşinden giden Richard Kalvar, bu maceradan onu moda ve reklam fotoğrafçılığı endüstrisinden uzaklaştıracak ve kendi sanat pratiğine yönlendiricek birkaç kutu film ve deneyim ile döndü. Fotoğrafın, olma ve görme biçimini başka hiç bir şekilde mümkün olamayacak kadar çok değiştirdiğini ve zenginleştirdiğini ifade eden Kalvar, Robert Frank’ın The Americans’da başardığı gibi, fotoğraf ile bir şeyi göstermekten çok, bir şeye cevap verebilme ihtimaline hayranlık duyduğunu söylüyor. Renk kullanımı ve çerçeve seçimiyle, grafik öğelerin baskın olduğu fotoğraflar kurarak, sıradan anları ironik bir dokunuşla daha meraklı ve gizemli hale dönüştürüyor. Kalvar, fotoğrafları açıklamanın ya da uzun uzun anlamlandırmaya çalışmanın fotoğrafın büyüsünü ve gizemini kırdığını ve bu sürecin yerine hayal kurmaya ve meraklanmaya izin vermeyen soğuk betondan bir gerçeklik koyduğunu düşünüyor. “Netherlands: A Portrait of Holland, 2007” serisinin serince bir yaz gününden uçuşmuş hali, bize, üstüne telaşsız hayal kurabileceğimiz bir yaz rüzgarı, çikolatalı, çilekli ve üstü kremalı bir dondurma, ve önümüzdeki sonbaharı nasıl karşılayacağı meçhul, boyaları dökülmüş, biraz kırık dökük bir dondurma heykeli veriyor. 

Harry Callahan, 63 yıllık evliliklerinin 50 yılından fazlasında eşi, ve ömürlük ilham kaynağı, Eleanor Callahan’ı bazen ormanda gezdirdiği bir hayalete, bazen en intim anları paylaştığı bir nü figure dönüştürdü. Callahan, fotoğrafın ona, sabahları özgür uyandığı, ağaçları, suyu, çimeni, gökyüzünü, binaları, insanları hissedebildiği mutlu bir hayat vaad ettiğini ifade ediyor. Hissettiği ve arzuladığı biçimde, hissettiği ve yine arzuladığı şeyi konu edindiğini söyleyen Callahan, Eleanor’un fotoğraflarında, sözüne ettiği tutkuyu ve duygulanımı çabasız bir sadelik, güzellik ve etkide sergiliyor. Eleanor’un suda yok oluvericekmiş gibi hissettiren ve önemli, özel bir ana, içsel bir dönüşüme şahit olduğumuzu düşündüren teslimiyeti, bir kez daha Harry Callahan’ın görsel ve biçimsel öğeleri, nasıl gönül gözüyle harmanladığını gösteriyor.

İzmir’de 2013-14 yıllarının yaz akşamlarında hayalet olup süzülen Ekin Özbiçer, “Mavi Bayrak” serisinde, izleyiciyi Ege kıyılarındaki sahil kasabalarının serin gecelerinden birinde çekirdek çitlemeye davet ediyor. Özbiçer, kendi değimiyle genellikle alt ve orta sınıf ailelerin tatillerini geçirdiği LED aydınlatmalı sahillere, yazlık gazinolara ve gece pazarlarına açılan dünyaya dair biraz mesafeli ve gece mavisi bir bakış sunuyor. Ahmetbeyli, Gümüldür, Özdere ve Ürkmez kıyılarındaki değişimi ve “yazlık” durumunu araştıran Mavi Bayrak serisi, belgeleyici özelliğinin yanında meraklı bir keşfe ev sahipliği yapan bir mekan portresine dönüşüyor.

Sophie Calle, metin ve imgeyi, maceraperest ve dedektif bir ruhla bir araya getirdiği serisi “The Hotel”de, bütün projelerinde olduğu gibi yine tüm cesaretini kuşanıyor ve gizlice otel odalarından içeri başkalarının hayatlarına sızıyor. 1981’de üç haftalığına bir oda temizlik görevlisi olarak çalışmaya başladığı otelde, Calle sorumlu olduğu on iki odada hijyeni ve düzeni sağlamakla yetinmiyor. Otelde, haklarında başka hiç bir fikri olmadığı misafirlerin kişisel eşyalarını karıştırıp, notlar alıp, fotoğraflarını çeken Calle, bir eşya envanteri hazırlamaktan çok daha fazlasını yapıyor. Otel misafirlerinin eşyalarına bakarak onların hayatları ve kişilikleri hakkında hikayeler yazan Calle’in aldığı notlarda, hangi yatakların kullanıldığı, misafirlerin gece ne giydikleri, ne yedikleri ve odadaki diğer eşyalarla ilgili detaylar bir bir dökülmüş durumda. Calle, birçok işinde olduğu gibi yine cürretkar ve yine edepsiz bir röntgenci (voyeur). Misafirlerin günlüklerini, mektuplarını, yazdıkları notları okuyan, bavullarının altını üstüne getiren, çekmeceleri ve dolaplarını karıştıran, parfümlerini ve makyaj malzemelerini kullanan, yemek artıklarını bitiren sanatçı hayatındaki dağınık noktaları başkalarının parçalarıyla birleştirmeye çalışıyor. Odanın dışındayken de kapıları dinliyor, konuşmaları (ve duyduğu her türlü sesi) not alıyor, ve kat görevlisi odanın kapısını açtığında misafirleri görebilmek için gizlice odayı izliyor. 7 yıl ayrı kaldığı Paris’e döndüğünde hissettiği yabancılaşma ve aidiyet yoksunluğunu başkalarının hayatlarını sahiplenerek savuşturmaya çalışan Calle, bir kez daha başkalarının odalarında bıraktığı parmak izleriyle, sanat pratiğini terapi sürecine dönüştürüyor.

Richard Misrach, 2004 yılında yaptığı “On the Beach” serisinden yola çıkarak yeni bir diyalog yaratma umuduyla, “On the Beach 2.0” projesi ile on yıl sonra aynı otel odasının balkonuna döndü. Havai’de yüksek katlı bir otel balkonuna konuşlanarak çektiği fotoğraflarda, denizin her an bambaşka bir renk ve biçime dönüşebilen hali ile okyanusta yüzen, öylece süzülen, sörf yapan ya da yatan insanları mikroskopik bir detayla inceliyor. Bu meraklı gözün, otelin en üst katlarından birinden sahile uzanabilmesi Misrach için kritik önem taşıyor çünkü bu tanrısal ve tepeden bakış sayesinde, insanların doğa ve birbirleriyle olan etkileşimini başka türlü görülemeyecek bir şeffaflıkta algılayabildiğini düşünüyor. Daha önce yine oldukça büyük boyutlarda ve çok ince detaya sahip baskılar elde etmesine izin veren 8×10 büyük format kamera ile yaptığı çekimleri, dijital teknolojinin hız, detay ve ışık nimetlerinden yararlanarak sürdüren Misrach, bu sayede başka şekilde durduramayacağı anın hızına yetişebiliyor. Misrach’ı balkonundaki plastik beyaz sandalyesinde çizgili mayosuyla dar açı lensinin odağını ayarlarken düşündüğümüzde, serinin oldukça tinsel ve bedensel bir gözlem alıştırması mı, yoksa düpedüz gözetleme pratiği mi olduğunu kestirmek zor. Daha önce yaptığı çalışmalarla da insanı, çevresiyle ve doğayla olan etkileşimi çevresinde ele alan Misrach, bize yine bir “su”da kayboluş öyküsü kuruyor. Misrach’ın, fotoğrafların yanında küçücük hissetmemize neden olan baskı boyutu seçimi, bize her bir figürün doğaya teslimiyetini ve suyun içine nasıl karıldığını cömert bir detaylılıkla sergiliyor.

Daha fazla yazı yok
2024-11-22 03:29:37