Baran Akkuş’un iddiası büyük, "bugüne kadar sanatatak.com’da yazılmamış dizileri derledim" diyor!
UnREAL
Bizim televizyonumuzda sıkıcı, libido katili evlilik programları olarak ortaya çıkan bir çeşit reality televizyon programı var Bachelor adında Amerika’da. Mükemmel bir damat adayı ve bu damadın aralarından gelinini seçeceği, genellikle seksi kadınlar. Anlattığım kadar iğrenç duyulan ama izlemeye başlayınca da kendinizi durduramadığınız türden, bırakın suçlu zevki, mide bulandırıcı bir zevk. UnREAL, Bachelor’ın karbon kopyası olan Everlasting adlı reality showun arka planında geçenleri anlatıyor. UnREAL, Everlasting programını yaratan, yarışmacıları manipüle eden, programdaki tamamı sahte ilişkileri yaratıp yok eden, kamera arkasındaki insanların hikayesine odaklanıyor. İşin içindeki herkes bunun bir reality show olduğunu, gerçek olmadığını bilse de, bir süre sonra çalışanların bu kadınlar üzerinde oynadığı oyunlar giderek gerçek kötülüklere dönüşüyor. Çirkef siyahi kadın, şeytani güzel, aptal sarışın gibi reyting getiren rollere sokuyorlar yarışmacılarını. Birbirlerine karşı kışkırtıyorlar, damat adayını nasıl ayartacaklarını, birbirlerinin ayaklarını nasıl kaydıracaklarını fısıldıyorlar yarışmacalara. Dizinin asıl kahramanı Rachel Goldberg (Shiri Appleby), bir önceki sezon kafayı sıyırıp kovulan ama bu sezon tekrar işe başlayan, işinde neredeyse bir dahi olan bir yapımcı. Yani kadınlarla müthiş bir iletişime sahip, empati kurmayı başaran ve herkesi nasıl kullanabileceğini, manipüle edebileceğini çok iyi bilen bir kadın. UnREAL, yalnızca Appleby’nin her sahneyi çalan, bomba oyunculuğu için bile izlenir. Yarışmacıları çok iyi anlamasına rağmen onları kullanmak zorunda kalan Rachel’in yaşadığı ahlaki çıkmazlar, para kazanmak için çevirmesi gereken aşağılık dalavereler ve bütün bunların bir insanın ruhunu yavaş yavaş kemirip çürütmesini anlatıyor UnREAL. Bu aralar beni en çok şaşırtan, beklenmedik derecede iyi bir dizi.
The Missing
Harry ve Jack Williams kardeşlerin BBC One için yazdığı The Missing, gerçek bir korku dizisi. Olağan, sık sık duyduğumuz ama çoğunlukla umursamadığımız küçük boyutlu bir felaketi anlatıyor. Karısı Emily (Frances O’Connor) ve 5 yaşındaki oğlu Oliver’la yaz tatilini geçirmek için Fransa’ya giden Tony Hughes (James Nesbitt), beraber gittikleri bir barın kalabalığı arasında oğlunu bir an için gözden kaçırıyor ve Oliver’dan bir daha haber alınamıyor. Böylesine kayıp haberlerinin çoğunlukla aklımızdan hemen uçup gitmesi iyi belki çünkü The Missing, bu kaybın açabileceği yaraları bütün çıplaklığıyla sergiliyor ve buna şahit olmak çok zor. Hugheslar’ın yaşadıkları kederi abartmıyor, başlarına gelenin dehşet verici sıradanlığını sabırla, melankolik, sade bir dille anlatıyor. Yalnızca psikolojik bir dram da değil The Missing. Baba, dedetektif Julien Baptiste’in (Tchéky Karyo) de yardımıyla, her biri Oliver’ın hikâyesine dair iç burkan bir başka ayrıntıyı aydınlatan ipuçlarının izinde. Bu yönüyle de heyecanlı bir polisiye. Bana göre geçen senenin en iyi dizisiydi The Missing. Rahatsız edici, iç paralayıcı ve olabildiğince insani.
Catasthrophe
İlişkiler zor. Kırılgan, şansa muhtaç, derme çatma. Rob ve Sharon’a bakın mesela. Rob, Amerikalı bir reklamcı, İngiltere’de iş görüşmesinde. Sharon, bir öğretmen. Bir(kaç) gecelik bir ilişki yaşıyorlar ve ikisi de arkasına bakmadan kendi yoluna gidiyor. Aradan zaman geçiyor, Rob İngiltere’den bir telefon alıyor. Sharon hamile. Her şey orada bitebilecekken, Rob kalkıp Sharon’ın yanına taşınıyor ve ilişkileri başlıyor. Karanlık, şansa muhtaç, derme çatma ilişkileri. Catasthrophe, Rob ve Sharon’ın birbirlerini tanıma çabasını ve elbette sonunda birbirlerini yaralamalarını, başrol oyuncuları Rob Delaney ve Sharon Morris arasındaki kimyanın da yardımıyla, Amerika’dan çıkan dizilerde zor bulacağınız bir doğallıkla anlatıyor. Hem de her sahnesinde kaba, edepsiz, uçuk bir espri patlatarak. Adamakıllı bir hikâyesi olan, dürüst, utanmaz, karanlık bir komedi.
Silicon Valley
En son ne zaman bir şeyler izlerken yerimde duramayıp, odanın içinde bir oraya bir buraya koşarken heyecandan saçımı başımı yolduğumu hatırlamıyorum. Artık klasik bir komedi diyebileceğimiz Office Space’in yaratıcısı Mike Judge’ın dizisi Silicon Valley, teknoloji dünyasında tutunabilmeye çalışan ama her seferinde bir şekilde kaybeden insanların hikayesi. Evet, milyar dolarlar kazananların hikayelerini biliyoruz hep, ama ya fiyaskolar? Başarısız değiller dizinin kahramanları, ama bir türlü kazanamıyorlar ve o kadar aptalca, o kadar basit şeyler yüzünden kazanamıyorlar ki, stres içinde ekrana bağırmamak elde değil. Elbette, yalnızca basit kazalar değil dizinin konusu. Hayatı nasıl daha iyi, daha güzel yapacaklarını anlatıp duran bu teknoloji firmalarının dünyasının aslında ne kadar şeytani, ne kadar kötülük dolu olduğunu da gösteriyor Silicon Valley. Dizideki yalancıların, dolandırıcıların, hırsızların yanında bazen Hannibal bile daha bir dürüst, duruşu olan bir adam gibi geliyor. Hem çok iyi bir komedi, hem de kaybetmeye mahkum, ezilen, zeki insanların neler çektiklerini anlatan, teknoloji dünyasının yaşanmış hikayelerinden ilham alan bir mücadele hikayesi.
Transparent
Yargılananlar, oldukları kişiyi çevrelerine gösterme cesaretleri için dışlananlar, başkalarının kendi belirledikleri ve bazen size söylemeye bile gerek görmedikleri standartları yakalayamadıkları için nefret edilenler, giydikleri, sevdikleri, seviştikleri için aşağılananlar, tercihleri için (sonradan seçtikleri ya da içine doğdukları) suçlananlar, “ben senden daha iyiyim!” lafını, bazen açıkça, bazen de başka kelimelerin altında işitenler, bu sene de her sene olduğu gibi mücadele ettiler, yaralandılar, öldürüldüler, terk edildiler, aşağılandılar. Ama cesaret – ki hala var olduğuna inanıyorum. Transparent, transeksüel bir babanın, ailesine ve çevresine kimliğini açıklamasını, değişimini ve bunun yarattığı sonuçları, üzüntüleri, yakınlaşmaları, yargılamaları ve sorunları anlatıyor. O kadar da güzel anlatıyor ki. Hem çok komik, hem acayip dokunaklı, hem de insanın içini sevinç ve cesaretle dolduran neredeyse mükemmel bir dizi. Konu ettiği insanlar sıradan hatta bazen itici ve sıkıcı ama Jeffrey Tambor, kendisi olmaya cesaret eden ve en önemlisi, kim olduğundan emin olan (kaçımız eminiz kim olduğumuzdan?) bir transeksüel rolünde tek kelimeyle muhteşem.