A password will be e-mailed to you.

Filmekimi başladı başlıyor, siz hala biletlerinizi almadınız mı yoksa yorgun argın sinemaya koşturmakta tereddüt mü ediyorsunuz? Haydi sizi biraz heveslendirelim. Filmekimi Cannes Film Festivali’nin kaymağını üstten sıyırıp tabağınıza koydu işte, böyle ikram da geri çevrilmez. Hepsini biz de beğenmedik elbette ama bazılarını da kaçırmak olmaz ki! En azından ileride izlemek üzere akıl defterine yazın. 

Carol

Patricia Highsmith’in 1952 yılında yazdığı “The Price of Salt” iki kadın arasındaki aşk öyküsünü anlattığı için zamanının çok ötesinde bir roman kuşkusuz. Todd Haynes, melodram türünü seven ve onu parlak bir başarıyla gerçekleştiren bir yönetmen. Ama bugünün dünyasında iğreti durduğunu, insanların artık geçmişteki gibi duygulanmadıklarının, duygulansalar yırtık Jean giymiş Mara Rooney ile kolsuz ve kısacık bir elbiseyi çorapsız giymiş Cate Blanchett’ın aynı etkiyi yaratmayacağının farkında. O yüzden “Carol” başta diyaloglar ve oyunculuk olmak üzere yüksek kalitesine rağmen gücünü dekor ve kostümden alan bir film. Sanki Blanchett’in birbirinden şık giysilerini ve rujunu çıkarsa Carol da silinecek, muhteşem yorumuna rağmen! Toplumun riyası ve baskısı, kocasının cinsel terchini tedavisi olan bir hastalık gibi görmesi ve çocuğunun bir ceza mekanizması gibi kullanılmasıyla Carol’ın içine sıkıştığı açmazı modern bir feminist bakışla vermesi elbette Haynes’in erdemi. 

Gençlik / Youth

Yaşlılık üzerine adı “Gençlik” olan bir film, bu felsefeyle, bu mizahla, bu görkem ve zerafet karmasıyla ancak Paolo Sorrentino’nun elinden çıkabilirdi… İtalo Svevo’nun “Senilita / Yaşlılık” adını taşıyan ama gençliği anlatan eşsiz romanını da akla getiren bu film Sorrentino’nun filmografisinde tematik bütünlüğünden kopmadan ne kadar tutarlı ilerlediğinin de göstergesi. İlerlemiş bir yaşta olmanın, olgunlaşmanın, durulmanın, bir ömürlük deneyimin ve birikimin ağırlığını taşımanın anlamını iki usta oyuncu, Michael Cain ve Harvey Keitel tarafından yorumlanan iki özgün karakter üzerinden anlatıyor. Aynı zamanda dünür olan iki eski dost, bir yönetmen ve bir besteci her yıl olduğu gibi bir İsviçre spa otelinde tatillerini geçirir. Ancak bu kez konuşup tartışacakları konular anılarından ve yeni projelerinden öteye geçer, oteldeki eksantrik tiplerden (fantastik bir serideki robot rolüyle üne kavuştuktan sonra Hitler rolüyle kendini kanıtlamaya çalışan aktör, Maradona’ya gönderme yapılan adam ve Kainat Güzeli) başka kişilerle ilgilenmek zorunda kalırlar. Birbirleriyle evli olan çocuklarının ayrılığı onları üzer, sıradışı bir kuşak çatışması yaşarlar. Emekliye ayrılmış olan İngiliz besteci karısı için bestelediği Simple Songs / Basit Şarkılar’ı Kraliçe için seslendirmeyi reddetmiştir ama Saray’dan sürekli baskı görmektedir. Oscarlı Amerikalı yönetmen ise filminin starı (Jane Fonda) işi bırakınca çok zor durumda kalır.

Saul’un Oğlu / Saul Fia

2015 Cannes Film Festivali’nde Jüri Büyük Ödülü ve FIPRESCI Ödülü kazanan “Saul Fia” izleyiciyi gaz odalarının ve toplu mezarların içine dek sokabilmenin görsel karşılığını bulmuş bir Holocaust filmi. Naziler tarafından soydaşları Yahudileri gaz odalarına sokmak, eşyalarını toplamak, cesetlerini fırınlara taşımak, yakmak ve dönüp gaz odalarını temizlemekle görevli Sonderkommando üyesi Saul’un yaşadığı travmaya odaklanıyor. Bir insanın katlanabileceği en ağır aşağılamaya uğramış Saul üzerinden insanlık onurunun çiğnendiği, salt kötülüğün yeryüzüne hakim olduğu bir dönemi yeniden beyazperdeye taşıyor “Saul Fia”. Yüzlerce ceset arasından bir çocuğun cesedinin kendi oğluna ait olduğunu iddia eden ve onu bir Rabbi bulup dinen caiz biçimde toprağa vermek için çırpınan Macar Yahudisi Saul’un yüzündeki donup kalmış dehşet ifadesine odaklanıyor genç yönetmen. Kalan her şey, savaşın sonu, Nazilerin telaşı, kamptakilerin kaçışı geri planda belli belirsiz flu imgeler halinde cereyan ederken Saul oğlunu gömmekten başka bir şey düşünemiyor. Son derece hassas bir konunun sinema diline tam hakimiyetle ele alındığı “Saul Fia” yeni bir ustanın sinemaya katıldığını kanıtlıyor.

The Lobster

Yunan sinemasına yıllardır aradığı taze kanı bağışlayan yönetmenlerin başında gelen Yorgos Lanthimos’un “The Lobster”ı 2015 Cannes Film Festivali’nin en çok konuşulan filmlerinden biriydi. Tuhaf distopyalar yaratarak baskı altındaki bireylerin davranışlarına odaklanan Lanthimos, “Köpek Dişi” kadar keskin, “Alpler” kadar yalçın olmayan, daha fazla mizah içeren “Istakoz” ile yine aile ve ilişki kavramlarını sorguluyor. “Salvador Dali’nin ünlü “ıstakoz telefon”una gönderme yaparak sürrealist tavrının altını çizen film, sıra dışı bir aşk öyküsü aracılığıyla toplumsal normları hicvediyor. Yalnız insanlara ‘çiftlerini’ bulmak için bir otelde 45 gün süre tanınan, başarısız olmaları halinde kendi seçtikleri bir hayvana dönüştürüldükleri bir distopya kuruyor Lanthimos. Bu toplum mühendisliğine karşı çıkanların ormanda saklanarak örgütledikleri direniş hareketi de kendi katı kurallarını (aşık olmak yasak) koymuş bir yapı… Otel sakinleri tarafından av partilerinde avlanan direnişçilerin gerilla usulü eylemlerle varlık gösterdiği bu distopya izleyiciyi şaşırtmayı başarabilen bir filme dönüşüyor.

İnsanın Değeri / La loi du marche

Fransız yönetmen Stephane Brize’nin altıncı uzun metrajlı filmi “La loi du marche”, Dardenne Biraderler’in filmlerinden aşina olduğumuz sosyal adalet teması üzerine yalın ve güçlü bir dram. Fransız sinemasının usta aktörlerinden Vincent Lindon’a 2015 Cannes Film Festivali’nde En İyi Erkek Oyuncu ödülü kazandıran karakter, zamanımızın hakiki bir kahramanı: Ailesinin geçimini sağlamak için elinden gelen her şeyi yapan bir işçi. 700 meslektaşıyla birlikte işten çıkarıldığından beri, tam bir yıldır, işsizlik yardımıyla bedensel engelli oğlu ve karısından oluşan küçük ailesini ayakta tutmaya çalışan Thierry. Orta yaşlı bu adamın yeniden mesleki eğitim alıp, internet üzerinden iş görüşmeleri yapıp, nihayet bir süpermarkette güvenlik görevlisi olarak işe başladığı dönemi anlatıyor “La loi du marche”. Filme adını veren “piyasa kuralları”nın Thierry’nin ve dar gelirlilerin hayatında neden olduğu ahlaki kırılmalara odaklanan film sosyal adaletiyle tanınan Fransa’da dahi emekçilerin yaşama koşullarının ne denli zor olduğuna dikkat çekiyor.

El Club

Katolik din adamları görev yaptıkları ülkelerin kanunlarına değil Katolik Kilisesi’ne özgü dini hukuka tabidir. 2014 yılında Vatikan ilk kez istismar suçlarıyla rahiplikten çıkarılan binlerce üyesi olduğunu, ömürlerinin sonuna dek dua ederek nedamet getirme cezasına çarptırıldıklarını açıkladı. Birleşmiş Milletler’in bu tarihten önceki raporlarında Vatikan, pedofil rahipleri ülkeden ülkeye naklederek pozitif hukuktan kaçırmakla suçlanıyordu. 2015 Şubatında Şilili ünlü yönetmen Pablo Larrain’in Katolik Kilisesi’ne ait bir ‘ceza – evi’nde geçen, karakterleri pedofil rahipler olan filmi “El Club” ile Berlin Film Festivali’nde Gümüş Ayı kazandı. Şili’deki diktatörlüğe karşı filmleriyle tanınan Larrain’in hem görsel açıdan hem içerik açısından karanlık ve kasvetli filmi, Katolik Kilisesi’ne çok sert ve alaycı bir eleştiri getiriyor. Ücra bir kıyı kasabasında bulunan evde başlarında bir rahibeyle sürgün hayatı yaşayan, yasak olduğu halde baktıkları bir köpekle yarışlara katılıp bahis oynayan, dışarıyla iletişim kurmaları yasaklanmış olan ‘mahkumlar’ın huzuru bir kurbanın çıkagelmesi ve evlerinin önünde uğradığı istismarı en ince ayrıntılarına kadar bağıra çağıra açıklamasıyla kaçıyor… Pedofiliyi böyle çiğ çiğ boğazımıza tıkmasını da geçtim ama neredeyse homofobik olmasaydı, daha iyiydi.

Saltanatın Mezarlığı / Cemetery of Splendour

Apichatpong Weerasethakul’un sinemadaki saltanatını sürdüreceği, sanat sinemasının prensliği tahtından kolay kolay indirilemeyeceği bu filmden anlaşılıyor. Cannes Film Festivali’nde "Amcam Önceki Hayatlarını Hatırlıyor" ile Altın Palmiye kazanan bu kendine özgü sanatçı yeni bir başyapıta imza attı. Weerasethakul’un konvansiyonel sinemanın çok uzağında yer alan ama o sinemanın üslup özelliklerinden de zaman zaman yararlanan, belgeselden fantastiğe kadar genişleyebilen bir yelpazeyi hiç yadırgatmadan aynı potada eriten, izleyiciyi şaşırtma ve büyüleme potansiyelini hiç yitirmeyen işlerine aşinaysanız en iyilerinden birini izleyeceğinize emin olarak "Saltanatın Mezarlığı"na gidebilirsiniz. Gizemli bir uyku hastalığına tutulmuş olan askerlerin, onlara bakan gönüllü hemşire Jen’in, komatoz askerlerle yakınlarının temas kurmasını sağlayan medyumun ve onlara ışık tedavisi uygulayan doktorların buluştuğu, antik bir mezarlığın üstüne yapılmış eski okul binasından bozma klinikte Tayland efsaneleri, ruhlar alemi ve ülkenin darbelerle dolu yakın tarihi kesişiyor.

Annem / Mia Madre

Nanni Moretti sinemasında sevdiğimiz ve alıştığımız her şey “Annem”de mevcut. Moretti bu kez oyuncu olarak kendini geri plana çekiyor ve alter ego’su olan yönetmen rolüne Margaretha Buy’yi koyuyor. John Turturro’nun canlandırdığı ünlü bir Amerikalı oyuncuyu kadrosuna katan ama onunla film yapım ve oyunculuk tarzları bakımından uyumsuzluk yaşayan yönetmen zamanla yarıştığı bu stresli çekim sürecinde daha hayati bir sorunla yüzleşmek zorunda in kalıyor: Annesinin hastalığı. Sağlığı aniden kötüye giden ve günleri sayılı olan annesiyle ilgilenmekle her daim ön planda tuttuğu mesleğinde önemli bir adım atmak arasında kalan yönetmenin bölünmüş hayatını olabilecek en keyifli biçimde anlatıyor Moretti. Film içindeki film bu meşakkatli işi mizahla yoğururken hayatın kaçınılmaz sonundaki hüzün “Annem”i sarıyor, aile ilişkileri ön plana çıkıyor…

Aşk Vadisi / Valley of Love

Oğullarının sıradışı vasiyetini yerine getirmek için yıllarca aradan sonra bir Amerikan motelinde buluşan, çölde geziye çıkan Fransız çiftin ilişkisini mercek altına alan “Aşk Vadisi” Guillaume Nicloux’nun imzasını taşıyor. Çok genç yaşta evlenmiş ve bu evliliği yürütememiş, oğullarının ihtiyaç duyduğu ebeveynler olamamış çiftin vicdan azabı, matemi, birbirlerine karşı bitmeyen olumlu ve olumsuz duyguları ölçülü bir mizah ve dengeli bir duygusallıkla izleyiciye aktarılıyor. Filmin en önemli kozları ise perdeyi bütün varlıklarıyla dolduran Isabelle Huppert ile Gerard Depardieu. İki ustanın rafine oyunculukları filme düzey atlatıyor. İyi oyunculuk bir yana, Depardieu’nün bedenini kullanmaktaki cesaretine hayran olunmayacak gibi değil.

Dağlar Uzaklaştığında / Mountains May Depart

Jia Zhang-ke sinemaseverleri mükemmeliyete alıştırmış bir yönetmen. “Dağlar Uzaklaştığında” özellikle finalinin fazla uzun ve tarzının da epik olmasıyla yönetmenin her yönden dengeli sinemasına aşina kitleleri şaşırtıyor. Günümüz Çin Halk Cumhuriyeti’nden kesitleri irdeleyen ve değişimin güncesini tutan Jia, bir taşra kasabasındaki aşk üçgeninden yola çıkarak bu devasa ülkedeki ekonomik değişimi anlatıyor. Onlarca yıla yayılan filmde Kültür Devrimi’ne rağmen geleneklerine bağlı bir toplum olan Çin’in git gide kapitalist bir yapıya bürünürken aile ve sevgi bağlarının zayıflamasına, bireyciliğin ve rekabetin güçlenmesine dikkat çekiyor. Jia, Çin’in ve Çinlilerin Batılılaşma sürecini yer yer karikatürize etmekten de çekinmiyor. Filmi Pet Shop Boys’un ünlü şarkısı “Go West” ile açtıktan sonra eksendeki çiftin yeni hayat özentisiyle oğullarının adını Dolar koymasına dek vardırıyor bu karikatürizasyonu!

Küçük Kız Kardeşim / Umimachi Diary

Hirokazu Koreeda yine bir aile öyküsüyle sinemaseverleri o ipeksi dokunuşuyla sarmalıyor. Yönetmene büyük Japon usta Yasujiro Ozu ile kıyaslanma onuru bahşeden ince duyarlılığı ve yalın anlatımı bir mangadan uyarlanan "Küçük Kızkardeşim"in de belirgin üslup özellikleri. Aile yadigarı eski evde geleneklere bağlı ama özgür bir yaşam süren üç kızkardeş, annelerinden yıllar önce ayrılmış olan ve görüşmedikleri babalarının ölümünün ardından hiç tanımadıkları küçük kızkardeşlerine sahip çıkıyor. Henüz ortaokul öğrencisi olan ve annesi de hayatta bulunmayan bu küçük kızı birlikte yaşamak için yanlarına alıyor. Hirokazu, geçmişi ve acılarını deşmeden ama kızkardeşler üzerinde bıraktığı izleri tamamen mizanseninin ustalığıyla, bazen bir dalgın bakışla bazen bir tereddütlü cevapla, hissettiriyor. Kopmuş ve hiç kurulamamış aile bağlarından dokuyor filmini.

Hasret

Somut gerçeklikle gerçeküstünün, belgeselle fantastiğin birbirine karıştığı bir İstanbul filmi “Hasret”. Birçok kez Türkiye’ye gelen, burada film çeken, sonra uzunca bir süre İstanbul’da yaşayan, burada aile kuran ve sonra Berlin’e yerleşen İngiliz yönetmen Ben Hopkins hakikaten son derece özgün ve çarpıcı bir iş çıkardı. Değme İstanbullunun yapamadığı İstanbul filmini yaptı. Hopkins ve ekibinin bambaşka bir film yapmak üzere İstanbul’a geldikten sonra yönetmenin kendini kentin akışına kaptırıp ekibinin sabrının sınırlarını zorladığı bir kurgu içinde gelişiyor gerçek ve hayali olaylar. Betonlaşmadan Gezi eylemlerine, gayrımüslim toplumlardan kafa karıştıran gizemli bir kurmaca karaktere kadar birçok değişik olay ve kişi Hopkins’in gözünden bugünkü İstanbul manzarasını zenginleştiriyor. “Hasret”in en büyük erdemi hiçbir anında turistik ya da didaktik olmaması. Arka sokaklardan dolaşarak söz konusu manzaraya hakim olacağı zirveye çıkması.

İnatçılar / Rams

İzlanda yapımı filme adını veren, sürekli inatlaşan ‘koçlar’ iki yaşlı erkek kardeş… Issızlığın ortasında birbirine komşu oturan ama ‘küs’ olan Gummi ile Kiddi. İzlanda’nın kuzeyinde aileden miras kalan çiftliği bölüşmüş iki kardeş en iyi damızlık koçu yetiştirmek için birbirleriyle sıkı rekabet içinde. Kiddi’nin içip içip Gummi’ye silah çekmesine kadar varıyor iş! Gummi’nin ağabeyi Kiddi’nin şampiyon koçunda BSE, yani deli dana hastalığı olduğunu fark etmesiyle birlikte bu komedi trajik bir hal alıyor: Yetkililer hastalığın yayılmasını önlemek için bölgedeki bütün çiftliklerde bulunan koyunların öldürülmesine karar veriyor. Koyunlarını çok seven ve aile yadigarı koyun ırkına bağlı olan iki kardeş onları kurtarmak için alışılmadık bir işbirliğine girişiyorlar ve komedi yine kıvamını buluyor. Fazlasıyla maço, fazlasıyla testosteron yüklü ama iyi yapılmış bir film.

Dheepan

Jacques Audiard’ın Altın Palmiye sahibi filmi “Dheepan” mülteci olarak kabul edilebilmek için aile rolü yapan üç kişinin macerasını anlatıyor. Karısını ve çocuğunu kaybetmiş Tamil gerilla komutanı Dheepan, İngiltere’deki kuzeninin yanına gitmek isteyen Yanini ve mülteci kampından buldukları kimsesiz kız çocuğunun bir Fransız banliyö sitesinde kapıcı olarak başladıkları hayat ülkelerindekinden daha iyi ve daha güvenli olmuyor… Bir uyuşturucu çetesinin kontrolündeki sosyal konutlara polis uğramayınca dirliği sağlamak eski gerillaya düşüyor. Siyasi ya da hümanist bir kaygı gütmekten çok aksiyon sinemasına egzotik malzeme sağlıyor Dheepan. Geniş eleştiri için http://sanatatak.com/view/Iltica-meselesi-mi-aksiyon-bahanesi-mi/1631 

Nahid

İranlı genç kadın yönetmen Ida Panahandeh’nin filmi pekala Türkiye’de geçiyor da olabilirdi. Filmin kahramanı Nahid, yalan dolan ve borç harç içinde de olsa bağımsız yaşamak ve oğlunu okutmak için çırpınan, pek çok hata işleyen ve sorunlara gömülen ama yaşama sevincini yitirmeyen bir kadın. Uyuşturucu madde bağımlısı kocasından boşanmış, oğlunu özel okulda okutabilmek için borç batağına gömülmüş, evsahibine müsamaha sınırını aştırmış… Zengin ve ona aşık bir adamla birlikte ama oğlunun velayetini kaybetme korkusuyla bu ilişkiyi saklıyor. Nahid’in İran misali kadına hayat hakkını sınırlı olarak taşıyan bir toplumda sürdüğü ikili yaşam, yalan söylemeyi, borç takmayı alışkanlık haline getirmesi ve samimi de olsa bir erkeğin korumasını reddetmesi filme naif bir feminizm katıyor.

Bir Varmış Bir Yokmuş / Il Racconto dei Racconti

Giambattista Basile’nin 1634’te Napoli lehçesiyle yazdığı beş masaldan oluşan operanın sinema uyarlaması kuşkusuz son derece gösterişli ve çarpıcı bir film. Matteo Garrone, “Reality”de ortaya koyduğu operatik sinemayı daha da iddialı bir görsellikle sunuyor. Yapıtın kendi yapısından dolayı bu kez bir senaryo ve anlam bütünlüğü kaygısı gütmeden çektiği film bilinen masalları aşan tuhaflıkta olaylardan oluşuyor. Her masaldaki gibi krallarla, kraliçelerle, prenseslerle, yaratıklarla, sihirle dolu ama daha sert, daha garip ve daha komik olaylar gelişiyor… Sonuçta “Bir Varmış Bir Yokmuş” yer yer büyüleyici yer yer dehşet verici yer yer iğrenç yer yer ürkütücü ama her planı ayrı biçimde görkemli bir görüntüler geçidi haline geliyor.

Film gösterimleri hakkında ayrıntılı bilgi : http://filmekimi.iksv.org/tr/gosterim-cizelgesi

Daha fazla yazı yok
2024-11-24 20:14:57