A password will be e-mailed to you.

Contemporary İstanbul’un Tersane İstanbul’da yapılması ve gelişen tartışmalara katkı niyetiyle kaleme aldığım bu yazıya bir çekincemi dile getirerek başlayayım. Türkiye çağdaş sanat ortamları oldukça kapalı, işlerin sessizce yürütüldüğü, dedikodunun asli iletişim biçimi olduğu ortamlar. Bu dedikodu temelli iletişim de herkesin bildiği ama ne bildiğini tam bilmediği veya bilinen ama gizli tutulan bilgiler ve kanaatler üzerinden işliyor. Söylenen sözler kalıp ve hazır konumlardan geliyor. Söylenmeyen sözler söylenenlerden çok fazla; kurumlardan galerilerin işleyişine belirli bir politika, okunabilir kararlar ve şeffaflıktan ziyade keyfiyet çok ön planda. Böyle bir yerde söz almak oldukça zor. Bu kapalılık ve keyfiyet, ortamdaki sanatsal, sanatsal-politik, politik söylemi ele alma kabiliyetimizi; yani bu sözlerle tam olarak ne denmek istendiğini, ortamın, sanatçıların, galericilerin, küratörlerin, izleyicilerin davranışlarını; davranışların dile getirilen söylemle ve bunun piyasa ve kurumlar ile bağını kurma, kısacası ortamı anlama kabiliyetimizi sakatlıyor. Bu kabiliyet sakatlandığında ortamdaki aktörlerin birbirlerine güveni de sakatlanıyor. Bu kısa yazıda bu bulanık suya katkıda bulunmaktan, kendinden menkul “radikal şık” etik ve politik sözler söylemekten uzak durmaya; ortamdaki tartışmalarda her ne kadar bilinse de gözden kaçtığını düşündüğüm bir bakış açısını ortaya koymaya çalışacağım.

Fakat öncelikle galerilerde sergilenen işlerin birçoğu ile bağlantı kuramadığımı, fuarlar ile hiç ilgilenmediğimi belirteyim. Biricik nesne üretimi temelli sanat hiçbir zaman ilgimi çekmedi; bir eseri alıp odanın, salonun duvarına asma duygusu ve ihtiyacını hiç hissetmedim ve yapanlara da anlam veremedim. Fiyatlarla nesnenin ya da işin değeri arasındaki ilişkinin hiçbir zaman bir anlamı varmış gibi gelmedi. Geçenlerde bir galeride bir “sanatçı konuşması”na denk geldiğimde bunun aslında bir ürün tanıtım etkinliği olduğunu fark ettim ve kendime, kendi yaptığım sanatçı konuşmalarının da bu şekilde anlaşılıp anlaşılmadığını sordum. Başka bir tanesinde konuşmayı yapanlar tanıdık sanatçılar olmasına rağmen konuşmaya, konulara, söylenenlere bir anlam veremedim. Konuşulanların neden önemli olduğunu, az sayıda olan dinleyicilerin neden orada olduklarını kavrayamadım. Tıpkı AVM’leri, alışveriş caddelerini, alışverişin kendisini sevmediğim gibi fuarları da sevmiyorum. Lüks, tasarım, moda ya da zenginlerin hayatı, paralarını nereye harcadıkları, motivasyonları, beğenileri zerre ilgimi çekmiyor. (Burada açmanın bir manası yok ama sanat senin için ne derseniz gençliğimde -sanıyorum Gombrich’in Sanatın Öyküsü kitabının sonlarındaydı- Beuys’un kara bir tahta önünde heyecanla konuştuğunu gördüğüm fotoğraftan itibaren araştırma, düşünme, deneyim, öğrenme, belirli bir sosyallik/ilişkisellik derim.)

Ama işte maalesef konuşmak zorundayız; doğrudan bariz gerçeği söylersek, ister gayrimenkul piyasasında ister fuarda harcanan paralar, peşkeş çekilen kaynaklar uzaydan gelmedi ve gelmiyor; kapitalizm denen bu sistem toplumun/hepimizin ürettiği maddi veya gayri-maddi artı değerleri sermayenin özneleri olan zenginlerde merkezileştiriyor. Yani ben/biz onlarla, onların hayatıyla ilgilenmesek bile onlar bizimle son derece ilgili! Bunun yanında fuarlar bugün hem dünyada hem de Türkiye’de sanatın ana belirleyicisi haline gelmiş durumdalar. Kent suçları, gayrimenkul spekülasyonları, dolaylı/dolaysız sömürü üzerinden elde edilmiş kârlar ile ilişkilerinden dolayı ve belki bunlardan daha önemlisi sanatın ne olduğunu, sanatta neyin değerli, önemli olduğunu, sanatın kime ait olduğunu belirleyen ana sahneler haline gelmiş olmalarından dolayı ilgilenmek ve konuşmak zorundayız. Sanat her zaman güç ve sermayeye eklemlenmiş; sanat, sanki doğal olarak gücün ve paranın sanatı olmuştur. Fakat aynı zamanda sanat tarihi, özellikle modern ve çağdaş sanat tarihi, avangardın, sanatın güçle, piyasayla ilişkisine direnenlerin, farklı türden sanatsal yöntem ve formların peşinde koşanların tarihidir. Bugün galeri ve fuar ortamlarında yapılan bir zamanlar sarsıcı olmuş formları klişeler haline getirip pazarlanabilir kılarak sömürmektir. Bu anlamda galeri veya fuarlar sanatın üretildiği değil, tüketildiği yerlerdir. Fakat yaptıkları en büyük kötülük aslında bir yenilgiler tarihi olan avangardın tarihinden geliyormuş gibi yapmalarına, o söylemi ve pratikleri sahipleniyormuş gibi gözükmelerine rağmen; sanatı ayrıksı ve lüks bir nesne (güzel veya çirkin, eski püskü veya cilalı, politik, şık politik veya düz dekoratif) olarak sadece zenginlerin ve ayrıcalıklı sınıfın boş zaman keyfi olarak kodlanmasına sebep olmalarıdır. Maalesef çoğu galerinin ve sanatçının -istedikleri kadar sanatlarının sosyal, politik anlamlarından bahsetsinler- temel çıkarı, hayatta kalmaları, işlerinin sürdürebilirliği de sanatın bu şekilde kodlanmasına bağlıdır.

“Kültür Sözcüğünü Duyduğumda…”, Burak Delier, tuval üzerine yağlıboya, Garanti Bankası Yeşili, 200x140cm., Akbank Kırmızısı, 110x120cm., Yapı Kredi Bankası Mavisi, 50x80cm. 2012.

Aklayacak Sanata Gerekli Minimum Eleştirellik

Vurgulamaya çalışacağım yer kent suçları ve sanat ortamı hakkında düzenli yazılar yazan Haliç Dayanışması[1]aktivisti Gül Köksal ile sanat tarihçisi Osman Erden’in yazıları arasında bir yerde duruyor. İki yazar da Beyoğlu ve Haliç’teki “dönüştürülen” mekânlardaki sanat etkinliklerini ya da genel olarak şirketlerin sanata verdikleri “destekleri” “sanatla yıkama/aklama” olarak tanımlıyorlar.[2] Ben bundan o kadar emin değilim; elbette kast edileni anlıyorum, fakat “yıkama/aklama” teriminde sanat alanındaki öznelerin failliğini silen; her türlü sanatı iyi, eleştirel, değerli kabul eden, sanat-piyasa-sermaye ilişkilerindeki müzakere alanlarının, gizli-açık uzlaşımları ve çatışmaların, farklı konumlanmaların ele alınmasını ve tartışılmasını önleyen bir potansiyel görüyorum. Uzlaşım, rıza ve çatışmaları tespit edemediğimizde de havanda su dövmekten ileri gidemememiz oldukça muhtemel. Örneğin, bu yazının da çıkış noktası olan Contemporary İstanbul Sanat Fuarı ne anlamda Tersane İstanbul projesini “aklıyor”? Fuarda satılma amacıyla görücüye çıkan işler büyük ölçüde o korkunç rant projesindeki otellerin ve konutların duvarlarını süslenmesi amacıyla oradalar. O otel ve konutların muhtemel sahiplerinin, mimarlarının, iç mimarlarının, danışman sanat konessörü ve küratörlerinin gözlerini ve cüzdanlarını çelmek için rekabet ediyorlar. Otel ve konut projeleri olmasa o fuarın da başarılı olma, hatta olma şansı da pek yok. O bahçeler, o lobi veya salonların duvarları olmalı ki oraya yerleştirilecek, asılacak sanat satın alınsın. “Aklama” metaforunu devam ettirirsek bu anlamda aralarında bir “aklama” ilişkisinden ziyade daha çok birlikte kirlenme ilişkisi var. Sanıyorum öncelikle Fuar bağlamını netleştirmek gerekiyor; sergilenen işlerin çok azının “eleştirellik”, “özgünlük”, “düşünsellik”, “kamusallık” (sanatı ya da iyi sanatı hangi kavram veya değerle ilişkilendiriyorsak) iddiası taşıdığı, taşıyanların da bunu mümkün olduğunca sulandırarak yapmaya çalıştıkları bir yerde hedefi ıskalamamız çok olası. Son yirmi-otuz senedir Türkiye sanat alanını takip edenlerin gözlemleyebileceği gibi, şu anki sanat ortamı ağırlıklı olarak ticari galeriler üzerinden işliyor, artık galeriler asli sahne ve sayısı giderek artan yerel fuarlar (Art Weeks, Art Show, Contemporary İstanbul Bloom gibi) da bu sahnenin tüm gücüyle arz-ı endam ettiği yerler (Bunun ülkenin son on senede geçirdiği anti-demokratik dönüşümle de ilgisi var elbette). Her piyasa ortamında olduğu gibi burada da alıcılar ve koleksiyonerler asıl özne ve üretilen eserlerden edilen sözlere her şey bu özne etrafında, onun beğenisi ve eğilimleri etrafında şekilleniyor. Her ne kadar güç eşitsiz ve dengesiz dağıtılmış da olsa burası da uzlaşımlar ve çatışmalara açık bir ilişki uzamı. Ancak sonuca, yani üretilen, gösterilen eserlere bakarak bu müzakerenin nasıl gittiği konusunda spekülasyonlar yapılabilir. Bu dönüşümün, üretimde, formlarda, sunumlarda, seçilen konularda, yönelim, yaklaşım, beklenti ve amaçlarda, öznellik biçimlerinde de dönüşümlere sebep olmadığını söylemek saflık olur. Bunu kabul ediyorsak böyle bir sanatın “aklamak” için gerekli olan minimum mesafe, özerklik ve eleştirelliği barındırdığını iddia etmemiz de oldukça zor.

Erden ve Köksal’ın sanat ortamının aktörlerini ele alışları ve bu aktörlerden beklentileri arasında bazı farklar göze çarpıyor. Erden -belki de, sanat alanının şu anki durumundan geriye bakınca bir halüsinasyon gibi gözüken on-yirmi sene önceki “politikleşme” anlatısının hafızasını taşıdığı için- izleyicisinden sanatçısına sanat alanındaki aktörlerin kent suçunu aklama girişimine yani fuara “destek olmamaları” gerektiğini söylüyor. Açıkça dile getirmiyor ama yazdıkları, son zamanlarda sanat alanında gündemde bir taktik olan boykot çağrısı olarak okunabilir.[3] Son haftalarda, tesadüfen konuştuğum iki galericinin söylediklerinden böyle bir boykotun pek mümkün olmayacağını çıkartabiliriz. Galericiler asıl satışları fuarlarda ve Contemporary İstanbul’da yaptıklarını ifade ettiler. Bu sağlam bir veri değil elbette ama arka arkaya açılan fuarlar ile beraber düşünürsek birbirlerini destekliyorlar. Galeriler pek ziyaret edilmiyormuş, satış da pek olmuyormuş ama fuar(lar)da satışlardan neredeyse senelik masrafları çıkartabiliyorlarmış. Açıkçası Tersane İstanbul gibi sembolik sermaye anlamında “ayrım” (Bourdieu’nun “distinction” kavramını kast ediyorum) hevesinin, kapanın elinde kaldığı rantçı piyasa heyecanının körüklendiği bir ortamın, risk ve şüphelerle karışık olsa da alttan alta hissedilen yağma ve talan duygusunun satışlara olumlu etki ettiğini düşünüyorum. Bu açıdan Contemporary İstanbul’un Tersane İstanbul’da düzenlenmesi son derece uygun.

Sanatçılar ve İşçiler

Sanatçı ve galericileri sözlerinde veya eserlerinde dile getirdikleri “ideal”ler, düşünceler ve niyetlerdense piyasa ilişkilerindeki somut konumları açısından değerlendirmek gerekiyor. Köksal’ın dili bu açıdan daha nüanslı, tartışılmaya ve açılmaya değer. Belki de -tam böyle bir okuma/yorum yapıp yapmadığını bilmiyorum- Marksist bir yerden veya kent çalışmaları alanından geldiği için bütün bu kent suçu-fuar-sanat-aklama düzeneğinde sanatçıları sömürülen bir konumda hayal edebiliyor ve daha bütüncül bakabiliyor.[4] Köksal’dan topu alarak açmayı deneyelim. Konu işçiler olunca (ister Tersane İstanbul inşaatında çalışanlar, ister madenciler ya da kuryeler) bakışımız çok açık; işçilerin haklarını (sağlıklı çalışma koşulları, sendikalaşma hakları, eşit ücret vs.) almasını istiyoruz. İşçilere o şirketler için çalışmamalarını, sermayenin yeniden üretimine, doğanın veya kentsel mekânın talan edilmesine “katılmamalarını” söylemiyoruz. Örneğin Tersane İstanbul’u bizzat inşa eden işçilerinin koşulları iyileştirilmeli ama Tersane İstanbul’u “aklayan” galericiler, sanatçılar, sanat ortamı fuardan çekilmeli, katılmamalı, boykot etmeli. Buna göre, işçiler somut güç ve sömürü ilişkileri içindeler, neredeyse yaptıkları işin faili değiller (yabancılaşma teorisinin pek aşırı olmayan bir yorumu) sanatçılar/galericiler ise bu somut güç ilişkilerinden uzak bir yerde, tümüyle özerkler ve faillikleri tam, karar onlarda. Eğer bakışımız böyle ise, buradaki idealizmin düzeltilmeye, yere indirilmeye ve bütüncülleştirilmeye ihtiyacı var. Eğer işçi ile sanatçı arasında uzaktan da olsa bir ilişki kurmak, mücadeleleri ortaklaştırmak, yankılandırmak, sistemsel bir eleştiriye varmak istiyorsak Marx ile Bourdieu arasında git-gellere açık rabıtalar kurmamız gerekiyor. Başlayacağımız yer de işçiler için istediklerimizi sanatçılar/sanat ortamı için istemekten geçiyor olabilir: Çalışma koşullarının iyileştirilmesi, sosyal haklardan yararlanmaları, onları piyasanın keyfine mahkum olmaktan kurtaracak alternatif üretim ve var olma alanlarının sağlanması… İşçiler ve sanatçılar aynı sermaye ilişkileri ile örülmüş ağ içindeler. Birisi büyük ölçüde birinci elden/dolaysız/bedensel/maddi, diğeri büyük ölçüde ikinci elden/dolaylı/sembolik/gayri-maddi olarak aynı sermaye ve onun özneleri tarafından sömürülüyorlar. Bir tip sömürünün inşaat şantiyesinde gerçekleşmesi, daha görünür, dolaysız temsil edilebilir olması, diğerinin inşaat bittikten sonra cilalı galeri ya da otel, bahçe, lobi, salon gibi mekânlarda gerçekleşmesi, daha görünmez, sinsi, zor temsil edilebilir olması bizi yanıltmamalı.

Sanat ortamından, özellikle ve öncelikle sanatçılardan isteyebileceğimiz şey ise boykot etmeleri, katılmamaları, protesto bildirilerine imza atmaları değil; içinde bulunduğumuz koşulların ihtimal dışına attığı olasılıkları araştırmaları, hatırlamaları, hatırlatmaları hatta uygulamaya koymalarıdır. Sanatçılar toplumsal konumları açısından değil üretimlerinin doğası açısından işçilerden farklılaşırlar (Söylemeye gerek var mı: Çoğu zaman farklılaşmazlar, piyasa-fuar sanatçıların “işçileştiği” ortamlardır.). Koşullarımızın aşılması somut politik mücadeleye bağlıdır; ama koşullarımızın imkânsız kıldığı başka olasılıkları hatırlamak sanatsal faaliyete bağlıdır. Bu anlamda sanatsal faaliyet sanatçıların, sanat ortamının -galeri ve fuarların sözünü bile etmeyelim- sahibi olduğu, onlara ve oraya has bir faaliyet değildir. Direnmek, karşı çıkmak, isyan ve sanat, açıktan değil ama içten içe birbirine bağlıdır. Her direnen sanatçılaşır; buna karşılık her sanat yapan -ya da sanat yaptığı kabul edilen- direnmez; ama bir anlamda, belki de koşulların hemen şimdi burada aşılmasını hedeflediği oranda direnir de.

[1]Haliç Dayanışması İnstagram adresi: https://www.instagram.com/halicdayanismasi/ Erişim Tarihi: 01/11/2024

Haliç Dayanışması X adresi:https://x.com/HalicDayan2015 Erişim Tarihi: 01/11/2024

[2] Osman Erden: ‘Sanat alanına karşı bir eleştirel tavır gerekli’ Osman Erden ve İlker Cihan Biner, Artı Gerçek, https://artigercek.com/kultur-sanat/osman-erden-sanat-alanina-karsi-bir-elestirel-tavir-gerekli-264510h#google_vignette Erişim Tarihi: 01/11/2024

“Tetikçisi Sanat Mekânları” Gül Köksal, Evrensel, https://www.evrensel.net/yazi/95713/kent-soylulastirma-tetikcisi-sanat-mek-nlari Erişim Tarihi: 01/11/2024

[3] “Tersane İstanbul’da Çağdaş Sanat” Osman Erden, Politik Yol, https://www.politikyol.com/tersane-istanbulda-cagdas-sanat Erişim Tarihi: 01/11/2024

[4] “Gül Köksal: Koruma Altında Olması Gereken Yerde Usulsüz Çalışma”, Evrensel, https://www.evrensel.net/haber/527042/mimar-gul-koksal-koruma-altinda-olmasi-gereken-alanda-usulsuz-calisma?utm_source=paylas&utm_campaign=twitter_ust&utm_medium=haber Erişim Tarihi: 01/11/2024

ve “Tetikçisi Sanat Mekânları” Gül Köksal, Evrensel, https://www.evrensel.net/yazi/95713/kent-soylulastirma-tetikcisi-sanat-mek-nlari Erişim Tarihi: 01/11/2024

 

Kapak Fotoğrafı: “Koleksiyonerin Dileği”, Burak Delier, yerleştirme (kırmızı duvar, stand ve şiir, HD video), Pilot Galeri, 2012. Fotoğraf: Rıdvan Bayrakoğlu

 

Daha fazla yazı yok
2024-11-21 09:00:54