Ekim ayı, Artweeks İstanbul’un 10. Edisyonu’nun gösterimiyle başladı. Fulya’daki The Ritz-Carlton Residences bloğu katları arasına sıkışan fuar, gelecek hafta sona erecek. Artweeks’in bitiminden sonra, sırada 24 Ekim’de başlayacak olan Contemporary İstanbul’un 19. Edisyonu var. Contemporary İstanbul, bu yıl da fuar mekânı olarak Tersane İstanbul’da karar kıldığını fuar davetiyle duyurmuş oldu. Aktivistlerin ve sanatçıların ‘kent suçu’ itirazlarına kulak asmayan fuar yönetimi, geçen sene sanat eserlerini hava muhalefetinden dahi koruyamamıştı.
Artweeks İstanbul’un son edisyonunda, kültür aktörlerini ve sanat üreticileri bir araya getiriyor olmanın hevesini gözlemleyemedim. İşlerini merakla takip ettiğimiz galerilerin katılımında gözle görülür bir düşüş var. Onlardan boşalan yerlere de sponsor standları yerleşmiş. Bilgili markası her zamanki gibi çok önde. Güreli ve Bilgili rekabetinin galerilere yansıyan gerilimi artık saklanır gibi değil. Fuarlar bir süredir sanatçıları ve eserlerini izleyicilerle, kentin yaşayanlarıyla buluşturmanın heyecanını terk edip reklamcılık sektöründen medet umduğu için mi bu kadar donuk-mat bir manzara var karşımızda, yoksa şirketlerin -hepimiz için- hiçbir karşılığı olmayan bu rekabet savaşının tam ortasında kaldığımız için mi? Sponsor markaların bu kadar öne çıktığı fuarlara, bu rekabet savaşlarına gözümüz mü alıştı, alışmaya razı mı edildik? Bu manzara üzerine sanat üreticileriyle, kültür profesyonelleriyle ve aktivistlerle birlikte düşünelim istedik.
‘Sponsorlar Ne Geride Ne Önde Durmalı’
Sanat hayatı boyunca pek çok uluslararası sanat organizasyonu ve fuar tecrübe eden ressam Taner Ceylan, sanatın bağımsız, eleştirel, siyasi ve özerk olduğunu; fuarlara, bienallere ve diğer etkinliklere göre şekil almayacağını söyleyerek başlıyor: “Etkinlik sponsorları ve destekçileri bunu bilerek destek olmalılar. Ne geride ne de önde durmalılar: Herkesin yeri belli. Aksi halde sanat sadece dekoratif bir malzemeye indirgenir. Bu akite uymayan sanat ve sanatçılar, örneğin sponsorun uzantısı şeklini alırsa kısa bir süre sonra sanat ikliminden dışlanmaya mahkûmdur. Bu hep böyle olmuştur onlarca örneği var. Aynı şekilde sanatçıyı kullanan sponsorlar da belli bir süre sonra kiç etkinliklerle anılacak. Günü kurtarmak sanata yaramaz, çünkü sanat tüm zamanlar içindir. Bunu ıskalayan bindiği dalı keser. Sanat fuarları, rahatlıkla bu anlamda sanatçıların yaratıcı sınırlarını zorlamalarına olanak tanıyan özgün ve yenilikçi bir alan pekâlâ sunabilir. Sponsorların dengeli şekilde konumlandırılması, sanatçıların fuarın ticari mekanizmalarına olan güvenini artırabilir. En önemlisi de sponsorlukların sanat eserlerine ve sergileme biçimlerine müdahale etmemesi sanatçılar için önemli.”
‘Coğrafyanın Dinamiklerine Göre Hareket Edilmeli’
Sanatçı Ardan Özmenoğlu’na sanat fuarlarından beklentisini sorduğumuzda, fuarların çeşitli bileşenleri bir araya getiren dinamik platformlar olması gerektiğinin altını çizdi: “Sanat fuarları, sanatçılar için uzun vadeli işbirlikleri ve kariyer gelişimi açısından kritik olabilir. Sanatçılar, fuarlarda yer alarak yeni sergi teklifleri, galeri temsili veya uluslararası fuarlara katılım gibi fırsatların doğmasını bekler. Bir sanatçının katıldığı fuar, kariyeri için prestijli bir referans olabilir. Özellikle tanınmış fuarlarda yer almak, sanatçının tanınırlığını ve itibarını artırabilir.”
Bir sanat fuarından, fuara katılan sanatçıların tanınırlığını arttırmayı hedeflemesini bekliyoruz. Genç sanat izleyicilerine sanatçıların üretimlerini tanıtmasını bekliyoruz. İzleyicilerde sanatçıların üretimlerine karşı bir merak uyandırmasını bekliyoruz. Bu beklentilerimizin ne kadarı şu an fuarlarda karşılanabiliyor?
Fuarların amaçları arasında eserlerin satılabilmesi, dolayısıyla kâr elde edilmesi yer alıyor. Art Sümer Galeri’nin Proje Yöneticisi Emrah Çoban, sanat fuarlarındaki bu kâr amacının dengelenmesi gerektiği görüşünde. Fuarların, şartlarını katılımcıların ihtiyaçlarına ve brieflerine göre güncelleyebilmesi gerektiğini söyleyen Çoban, şöyle devam etti:
“Yaşadığımız coğrafyanın dinamiklerinden uzak hareket edilmemesi gerektiğini düşünüyorum. Elbette fuarlar aynı zamanda kâr amacı güden organizasyonlardır. Ancak bu durum dengeli bir dağılımla adil ve anlamlı olabilir. Son zamanlarda İstanbul’da alternatif organizasyonlarla sanat fuarlarına benzer etkinlikler yapılıyor. Bu etkinliklerin Contemporary İstanbul ile tarihlerinin art arda olması ve benzer paydaşlarla benzer ilişkilenmeler içinde olması yersiz bir rekabete neden oluyor. Bu rekabetin kimseye bir faydası olmadığı gibi sanat fuarlarıyla ilgili beklentilerimizi suya düşürüyor, suya düşürmekle kalmıyor o sular yetersiz mekanların sağlam olmayan çatılarından üzerimize gelip tüm söylemlerimizi al aşağı edebiliyor. Hem toplumsal hem de ekonomik krizlerin pik yaptığı bu dönemde, sanat fuarlarının ya da organizasyonlarının krizi şeffaf yönetip bütünsel bir fayda gözetmesini tercih ederim, etmeliyiz, etmeliler.”
‘Organizasyon-PR-Franchise Cenderesi’
Ressam Şevket Sönmez, sanat fuarlarının tarihselliğini birkaç cümlede özetledi. Sönmez’e göre, 1980’lerin başından egemen olmaya başlayan neoliberal politikalar dünyada sanat olaylarını çoğulcu ve açık gibi görünen, ama özünde ekonominin yeni parametrelerine sıkışmış bir söyleme hapsetti: “Bu etkiyle tek tipleşme başladı ve bu süreç 90’ların sonunda zirveyi buldu. O tarihlerde açılan fuarlar bu blok etkiyi kırdı ve bu bakımdan çok olumlu bir hava yarattı. Ancak zamanla fuarlar hâkim unsur haline geldikçe sanatçılardan çok tüccarların oyun alanına döndü ve bir organizasyon-PR-franchise cenderesi içinde yozlaştı. Heyecanla Basel’e koşan çok çeşitli sosyal ortamlardan insanlar, yerini sanat profesyonellerine ve birkaç alıcıya bıraktı. Ticari etki sürüyor ancak mana etkisi kaybolmuş durumda. İyi bir fuar için ikinciye yüklenmek mecburi bence. Ben sanatçı olarak bu dönemde özel bir şey beklemiyorum fuarlardan.”
‘Sanatın Değişim Aracı Olduğu Vurgulanmalı’
Sanat fuarlarının gündemden, politik atmosferden veya bir tavır alma çabasından epey uzakta bir yerde konum aldığını söylemek hiç abartı olmaz. Kendinde böyle bir sorumluluğu görmediği gibi kendisinin gündemden soğurulmuş bu halinden de çok emin… Elbette politik tavırlara sahip olan sanatçılar, tüketim ilişkisinde arızalar yaratmayı seçerek fuarlara katılmayı tercih edebiliyor. Halil Altındere’nin Artweeks’in 10. Edisyonuna taşıdığı protestocu büstü gibi… Altındere’nin büstü fuara yerleştirmesini, yeriyle ve müdahale anıyla tuttum. Yine aynı edisyonda yer alan, Irmak Dönmez’in kuir-feminist estetikle ürettiği seramik işleri gibi. Tüm sorumluluklarını sanatçılara devretmeyen bir sanat fuarı ise şimdilik hayal edebilmemizin epey uzağında. Daha vahim olan ise, bir fuardan total bir tavır alma beklentisinin bile bugün için tuhaf karşılanıyor olması. ‘Ne bekliyorsunuz ki, fuar sonuçta’ sesi tekrar eden bir uğultu gibi dönebiliyor. Sahi biz bir sanat fuarından ne bekliyoruz? Pozisyon alabilmesini mi? Tavır sahibi olmasını mı? Ya da çeşitli duruşları, tutumları buluşturabilecek bir açıklığı yaratabilmelerini mi? Sözü tekrar Taner Ceylan’a bırakıyorum:
“Sanat fuarları, politik veya toplumsal eleştiri getiren işlere daha fazla yer vererek, sanatın yalnızca estetik bir obje olmadığını, aynı zamanda bir ifade ve değişim aracı olduğunu vurgulamalıdır. Sanatın doğası gereği muhafazakâr olamayacağını tüm taraflar en baştan bilmelidir. Özellikle Türkiye’de sanat fuarları ve yöneticileri sanatın geniş kitlelerle ulaştırmasını sağladığı için, sanatın gerçekte ne demek olduğunu anlatmak ve göstermek için büyük bir fırsat olduğunu gözden kaçırmamaları gerekir.”
‘Fuarlar Kent Suçlarını Görünmez Kılabiliyor’
Özellikle İstanbul’daki sanat fuarlarıyla ilgili bir diğer önemli tartışma ise fuarların kentle ve mekanla kurdukları ilişkinin nasıl bir kentsel politikayı işaretlediği… İstanbul’un ranta açılmış bir mekânında ‘prestijli’ bir sanat fuarı organize ettiğimizde o mekânda nasıl bir ‘dönüşümü’ desteklemiş oluyoruz? Eski bir tersaneyi bir sanat organizasyonu mekanı olarak kullanıma açtığımızda, uzun yıllara yayılmış bir müdahaleyi incelterek sunmuş olmuyor muyuz? Evet, kent suçu niteliğinde olan Haliçport projesinden söz ediyorum. Haliç Dayanışması; 15. Venedik Mimarlık Bienali’nde yer alan Darzana projesini de, Ahmet Güneştekin’in ‘Ölümsüzlük Odası’ adlı eserini Haliç Tersanesi’nde üretmesini de, Contemporary İstanbul’un aynı tersane mekanında gerçekleştiriliyor olmasını da ‘projeyi aklama’ olarak değerlendirdi. Öncelikle aktivist ve aynı zamanda akademisyen olarak Haliçport Projesine karşı mücadele eden isimlerden, Doç. Dr. Gül Köksal, sanatsal kimi faaliyetlerin mutenalaştırmanın önünü açarken, kent suçlarını da görünmez kılabildiği yönünde uyarıyor:
“Kent, metalar üreten yer olmaktan çıkıp da kendisi meta olalı beri, küresel yarışta öne çıkabilmek için sermaye birikimi odağı halinde. Sanat da aynı şekilde metalaştığı oranda, üretiminden tüketimine kadar pazara hizmet ediyor. Bu pazarı güçlü kılacak müşterek değerler de sermayenin kucağına sunuluyor. İstanbul’da Contemporary İstanbul’a servis edilen Haliç tersaneleri örneği gibi. Tarihi tersaneler önce Haliç Port, sonra Tersane İstanbul adıyla imar ve koruma yerine yeniden inşaya açılıyor. İnşaat süresinde işçilerin emekleri sömürülüyor, barınma, hijyen, havalandırma ve yemek sorunları yaşanıyor, buna direnenler işten atılıyor. Sanat pazarında eserlerini sergilemek zorunda kalan bağımsız sanatçıların işleri bitmeyen ve kontrol edilmeyen inşaat süreci nedeniyle yağmurdan zarar görüyor, çalışanları elektrik çarpıyor. Yani zorla işlevsizleştirilen tarihi mekânlar da emekçiler de, ekosistem de zarar görüyor. Kentleşme politikasını, kenti metalaştırarak dönüşüm değerine tahvil eden bir yaklaşım
yerine, kullanım değeri üzerinden ele alan, aynı şekilde sanatı da tüketim aracı değil,
özgürleştirici bir üretim alanı olarak gören bir tutum, ilişkileri dönüştürebilir. Bir sanat paylaşım ortamı, kent suçlarının örtüsü ve seyirlik nesnelerin mekânı değil de, aynı başka bir kent tahayyülümüz gibi, birlikte ürettiğimiz ve dönüştürebildiğimiz bir yer olursa, kentin tüm bileşenleri, hepimiz özgürleşeceğiz.”
‘Sanatı Metaya ve Satış Nesnesine İngirgeyen Bir İlişkilenme’
Haliç Dayanışması aktivistlerden mimar Ekin Sarıca, fuarları hem mekânın hem sanatın tüketildiği bir AVM atmosferine benzetirken, fuar mekanlarının ise kendi bağlamlarından koparılarak görsel bir nesneye dönüştürüldüğünü ve hafızasızlaştırıldığını vurguluyor:
“Contemporary İstanbul belli bir kesimi dahil etme politikası ile giriş ücretinden itibaren dışlayıcı, izleyiciyi seçici bir sanat fuarı. 2021 yılında tersanede gerçekleştirilen sanat fuarı sebebiyle krize dönüşen trafiğe mahalledeki insanların anlam verememesi fuara dair bir bilgiye sahip olmadıklarını gösteriyor. Artweeks İstanbul ücretsiz olması ile daha kamuya açık olarak lanse edilse de birçok kesim için davetkar olmayan, kendisini ait hissetmeyeceği için giremeyeceği bir mekân, fuar. Özellikle kent merkezinden uzaklaşan ve yerellikten daha küresele açılan bir yaklaşım için seçildiği belirtilen yeni mekânında (The Ritz Carlton Residences) bu görünmez bariyerler daha keskinleşmiş olması mümkün. Akaret Sıraevler projesi, tarihi mekanların sermayenin kullanımına ve yönetimine geçmesi bakımından Tersane İstanbul ile benzerlikler içerdiğini de belirtmek önemli diye düşünüyorum. İzleyici ve kent sakinleri açısından sanat fuarlarının (eğer kamusal olma iddiaları varsa) daha kapsayıcı ve erişilebilir olması gerekir. Bu erişebilirlik ücretsiz olmasının ötesinde bir koşullar bütünün sağlanması ile mümkün olacaktır. Gerek kent gerekse de mekanları ile kurdukları ilişki salt (tarihi) dört duvar, mekan, alan olarak görmenin ötesinden kentsel bağlamı ile, hafızası ile, özgün ilişkiler kurmalıdır. Sanatı metaya ve satış nesnesine indirgeyen, dolayısıyla bu bağlamda bir ilişkilenme, markalaşma amacının ötesini tahayyül etmeyen söz konusu iki fuar için bu çok imkanlı ve anlamlı görünmüyor.”
Sanat Fuarlarını Değiştirme Gayreti
Sanat fuarları; kent ve sanat müştereklerini güçlendiren, ortaklıklarımızı yeniden keşfettiren, ayrışma noktalarını da su yüzüne çıkaran bir organizasyon olabilecek mi? Bunun için fuarların önceliklerinin ne olacağı, nasıl bir gösterim/sunum politikasını tercih edeceklerini konuşmak ve bu noktada bir mutabakat sağlamak gerekiyor. Fuarların ticari yanını ve ticari iş birlikleri geliştirme hedefini yok saymadan, ama estetik olanaklarını da bu hedef uğruna pazarlık konusu haline getirmeyen, estetiği daha geri plana atmayan bir organizasyon aklına ihtiyacımız var. Ve ne yazık ki bu iki Holding de bu anlayışın epey uzağındalar! Mesele bir edisyonu kimin kürate edeceği meselesi değil. Sanat fuarlarını kolektif sanat emeğiyle ve kültür aktörlerinin ihtiyaçlarını gözeterek değiştirmeyi hedeflememiz gerektiğine inanıyorum.
2012’de İstanbul’a gelen İtalyan küratör, transavanguardia akımının kurucusu Achille Bonito Oliva, Sanatatak’a yaptığı röportajında fuarların bienallerden ‘daha seksi ve daha canlı’ olduğunu söylüyordu. Basel’deki iki büyük sanat fuarında estetik ve ekonomik değerleri doğrulama şansının daha yüksek olduğunu, genç ve özgünleşmiş bir kitlenin bu fuarlara katıldığını ve bu fuarların aynı zamanda küresel bir randevu olduğunu ekliyordu sözlerine Oliva. Bugün için İstanbul’daki sanat fuarları bu kıyaslamaya dahi girecek düzeyde değil. Gençler için, yeni sanat izleyicileri için çekici bir yanları yok; gençlerin sanat okuryazarlığını güçlendirme hedefinin de uzağındalar. Kendi çıkarlarının peşinde koşarken kamusal bir fayda da gözetmiyorlar. Kentin yaşayanlarıyla kültürel çatışma alanları kurmayan, kentsel değerleri ve kent hafızasını yok saymayan, rantın tarafında yer almayan bir sanat organizasyonu ihtimalini güçlendirmek hiç olanaksız değil. Ancak bunun için sanat üreticilerinin ve aslında kültür sanat alanın tüm öznelerinin basiretli-ısrarcı tavrına, kolektif ve birbirine değen çabasına ihtiyaç var!
* Fotoğraf: Gözde Mimiko Türkkan (Halil Altındere / Protestocu Büstü – Artweeks İstanbul 10. Edisyonu Pilot Galeri görünümü.)