Geçtiğimiz Mart ayında gerçekleşen yerel seçimler, yerel yönetimlerden hak temelli politikaların üretilmesi taleplerinin altını kalın harflerle çizen bir dizi tartışmayı da beraberinde getirdi. Kültür ve sanat üreticileri belediyelerden kültürel hakları önceleyen, herkesin kültürel üretimlere erişimini gözeten, üreticilerin ihtiyaçları doğrultusunda projeler geliştiren bir yaklaşım talep ediyor, bu talebin mücadelesini yürütüyor. Ancak henüz yerel yönetimlerin kendi yerellerindeki kültür aktörlerinin ne derece farkında olduğu bile muamma. O aktörlerden biri de 2013’ten beri Kadıköy’de varlık mücadelesi veren, hem tiyatro faaliyeti hem düşünsel faaliyetler yürüten Moda Sahnesi. Son beş yılda hiçbir yerel yönetici kendilerine ulaşmamış. Oysa önceki yönetimlerde daha yapıcı ilişkiler denenebilmiş, ancak belediye başkanı değişince sürdürülememiş. Moda Sahnesi kurucularından Kemal Aydoğan’la tiyatro sahnelerinin statü sorununu ve kültür örgütlenmesi modellerini; yerel yönetimlerin kültür kurumlarıyla ve tiyatro sahneleriyle kuramadığı ilişkileri, olasılıkları ve alternatif şehir tiyatrolarını konuştuk.
Can Memiş: Moda Sahnesi olarak 2013’ten beri bağımsız bir sanat ve kültür alanı yaratma çabası içerisindesiniz. Bugünün Türkiye’sinde böyle bir alan için varlık mücadelesi vermek neleri göğüslemeyi beraberinde gerektiriyor?
Kemal Aydoğan: Öncelikle meselenin ekonomik bir yanı var. Biz burayı kurarken yaptığımız hesaba göre bir buçuk milyon dolar ödemişiz. Bunun için devletten veya herhangi bir kuruluştan bir kuruş destek görmedik. Faizsiz kredi de alamadık. Önüne gelen insan bir sürü faizsiz kredi alırken… Böyle bir yapının, bir sanat kurumunun inşası Türkiye’de özel ya da kamu hiçbir kurumu ilgilendirmiyor. ‘Sen yapmak istiyorsan bir girişimci gibi yap’ diyorlar. Burasının ticari olarak bir kâr getireceğini sanıyorlar. Seni ilk günden dükkân olmaya veya bir ticari işletme olmaya mahkûm ediyorlar. Senin söylemin istediğin kadar sanattan ve demokratik bir dünyadan yana olsun, bunu muhatapların kabul etmiyor. Dolayısıyla bir ticarethane kurmuş olduk. Biz ekonomist değiliz, dükkân işletecek bir hüviyetimiz yok. Biz tiyatro yapmayı biliyoruz. Kendimize de tiyatro yapılacak bir mekân oluşturmak ve bununla birlikte diğer sanat etkinliklerine, bir takım düşünsel etkinliklere ev sahipliği yapmak istiyoruz. Dünya görüşümüz ve estetik anlayışımız çerçevesinde faaliyetler yürütmek için kendimize yer açmayı düşünürken birden bunun aslında koca bir ticari faaliyet olduğunu hatırlatan bir dünya ile karşılaştık. Bunu, devletin veya yerel yönetimlerin desteği olmaksızın yürütmek neyi içeriyor? Böyle bir binanın kirası, elektriği, suyu, ısınması, tüm giderleri, harcamaları, personelin özlük hakları, maaşları, hakları… Bu arada biz kendimiz de yaşamaya ve ayakta kalmaya devam edeceğiz. Gündelik ihtiyaçlarımızı karşılamamız gerekiyor. Hem bunları hem de prodüksiyon yapacak bir parayı kazanmamızı istiyorlar. Bu ekonomiyi doğurmak için de bu parayı kazanacak bir tiyatro faaliyeti yürütemezsen sanatsal olan senin tercihin olamaz. Yani öncelikle bu parayı kazanman lazım. Dolayısıyla biz çok hevesli bir biçimde burayı yaptık; ama sonrasında destek eksikliğine, sanatsal destek modeli eksikliği duvarına çarptık. Burayı yapabilmemizi sağlayan tek şey, kuruculardan her birinin tiyatronun değişik birimlerinin nitelikli çalışanları olmasıydı. Yönetmen, oyuncu, sahne tasarımcısı, ışık tasarımcısı, tiyatro yöneticisi, gişe ve teknik sorumlu gibi alanlardaki deneyimli insanlar kurduğu için Moda Sahnesi ayakta kaldı. Bu kurucu kadroya karşı ekonomik yükümlülüğümüz düşük olduğu için Moda Sahnesi’ni açabildik. Kurucu on bir kişinin emeğinin karşılığını vermeye kalksa, böyle bir mekânı bir işletmeci kuramaz. Yani Türkiye’de böyle bir sanat kurumunu destekleyecek herhangi bir model yok.
‘Sanat Kurumları için İskoçya Modelini İnceledik’
C.M.: Bu model eksikliği tiyatro sahnelerinin genel bir problemi. Türkiye’deki bağımsız tiyatro sahneleri şirket statüsündeler ve onlar için başka bir statü de tanınmıyor. Burada tiyatro sahneleri dünyasında başka bir talep kuvvetlenebildi mi? Bu statü ihtiyacı tam olarak nasıl ifade ediliyor?
K.A.: Kâr etmeyen kurum/kuruluş statüsünü dillendirenler oldu. Bunun içerisinde biz de vardık. Ama bu pozisyon güçlü bir şekilde sahiplenilmedi. Bu statü hem tiyatroların vergilendirme koşullarını değiştirecekti hem de destekleme modellerinin gelişmesini sağlayacaktı. Devlet seni şirket olmaya zorluyor, çünkü muhatabının bir şirket olmasını tercih ediyor. Ama bir kısım tiyatrolar vergi vermediği için veya bir kısmı merdiven altı olduğu için vergiye tabi olmaktan kendilerini kurtarıyorlar bir şekilde. Öyle olmasa, ekonomik olarak sürdürmek çok zor. Biz yüzde 99 biletimizi internet üzerinden satıyoruz. Dolayısıyla her şey hemen banka aracılığıyla resmileşiyor ve vergilendiriliyor. Ama tüm tiyatrolar da böyle çalışmıyor. Buna ihtiyaç da duymuyor. Buradan tüm tiyatroların güçlü bir faaliyet yürütmediği sonucunu da çıkarabiliriz. Devlet desteği alarak ve belediyelere oyun satarak faaliyet yürütenler var. Belediyenin birim fiyatı neyse o fiyata oyun satarak ayakta kalanlar var. Moda Sahnesi’nin o oyun ücretlerine oynaması imkânsız. Bir tiyatro faaliyeti değil de bir geçim faaliyetine indirgenmiş durumda. ‘Ben bu statüde yaşayamıyorum, gelirimin büyük kısmını sana vergi olarak vereceğim, çalışanlarıma maaşlarını ödeyeceğim, prodüksiyonu yapacağım ve nasıl sürdüreceğim bu hayatı’ diye bir problemleri olması gerekir. Bu problem olmuyorsa burada statüde bir kaçak vardır. Biz, yasal yollarla kazancı vergilendirilenler için durum zor. Kâr amacı gütmeyen sanat kurumu statüsünün dünyada pek çok örneği var. Biz Özlem Daltaban aracılığıyla, İskoçya modelini inceledik. Kamusal tiyatro grubumuzda bu modeller üzerine çok konuştuk. Hem yerel yönetimlerin hem Kültür Bakanlığı’nın kulağına da kar suyu kaçırdık. Böyle bir model gelişmesi gerekir diye. Ama tiyatrocular henüz güçlü bir şekilde bu değişimi istemiyor.
‘Tiyatro Sahneleri için Yönetim ve Denetim Kurulu’
C.M.: İskoçya modelini biraz açabilir misin?
K.A.: Öncelikle kâr amacı gütmeyen sanat kurumu statüsü elde ediyorsunuz. Bu statüyü elde etmek için, limited veya şahsi şirket olarak açılışı yapılan tiyatrolar için de bir ara formül icat edilmiş. Bir üst kurumdan (Charity), yani bir üst dernekten bir dernek numarası alarak kâr amacı gütmeyeceğinizin sözünü veriyorsunuz diyelim. O dernek sizi daha bu numarayı alırken denetliyor ve inceliyor. Ayrıca süreç içinde de incelemeye devem ediyor. Sonra ikinci aşamada o statü ile her tiyatronun mutlaka bir yönetim kurulu oluyor. Siz tiyatronun sahibi ve genel sanat yönetmeni de olsanız, 4 yıllık projeleriniz mutlaka başlangıçta ve süreçte kurul tarafından denetleniyor. Kurul kesinlikle gönüllü olmak zorunda. Devletten, daha doğrusu devletin bütçeyi delege ettiği aracı kültür kurumundan, yapacağınız yapımların giderleri, eğitim ve gelişime yönelik projeler, binanınız giderleri ve çalışanlarınızın ödemeleri gibi tüm harcamalarınız bazında bir destek görüyorsunuz. Ayrıca elde edeceğiniz gelirleri de hesaplayıp bildiriyorsunuz, yıl sonlarında ve dönem sonunda tüm harcamalar detaylıca denetleniyor. Harcamalar gerçekçi mi değil mi diye sorgulanıyor. Sizi denetleyen de yönetim kurulunun üzerinde bir başka denetim mekanizması oluyor. Kamu bütçesinden ne aldınız ne verdiniz, nasıl harcadınız, kime harcadınız gibi konuların çok açık ve şeffaf olduğu bir model…
C.M.: Denetim kurulunda kimler oluyor? Kültür emekçileri mi, bürokratlar mı?
K.A.: Tiyatronun seçtiği insanlar… Mesela ben sanat yönetmeniyim. Yönetim kurulu 5 veya 7 kişi; ama kurum, seyirci ve ulaşılan insan sayısı arttıkça bu sayı da artıyor. 11 veya 15 kişiye kadar çıkabiliyor. Kuruldaki kişi sayısı ne kadar çoksa destek alma oranı yani yüzdesi de o oranda artıyor. Çünkü o zaman denetleme kurulundakiler bütçe yönetimi riskini de paylaşmış oluyor. Mesela yine bu modelde Kemal’e diyecekler ki: ‘Sen bu kurumu iyi yönetemiyorsun’. Sayılara bakıyorlar, verilere bakıyorlar, tiyatro ile seyirci arasındaki bağa bakıyorlar. ‘Sen bir sanat yönetmeni olarak bu sahneyi iyi işletemiyorsun, yerine başka bir sanat yönetmeni bulalım’ diyorlar. Bu kurul yanlış anlaşılmasın, sanatsal kriterlere karışmıyor. Zaten baştan planlarını ve işlerini sunarak bütçe talep ediyorsun. Kurul -daha çok- bütçe yönetimi, kültürel değişim süreci ve iç denetim için var. Günün sonunda, dönemin sonunda, aldığın fonu nereye ve nasıl harcadığını ve ne başardığını tek tek ve fatura fatura fonu aldığın ana kuruma raporlamak zorundasın.
‘Sadece Kamu Bütçesini Yemeyi Biliyoruz’
Kamusal kriterler konuyor. Bunlar evrensel değerler: Irkçı, cinsiyetçi, yaşçı olmayacaksın. Nefret üretmeyeceksin. Sanat üretiminde eşit ve adil erişim hakkını kullanacak ve insanların sanata erişim hakkını kullandıracaksın. Kapsayıcılık, çeşitlilik, halka ulaşmak, çevreyi, şehri, insanı değiştirmek, dokunmak, etkilemek; bunlar hep değerlendirme kriterleri. Politik problem doğuracak unsurlara karışıyorlar. Verimliliğini ölçüyorlar. 260 kişilik salonda, her oyuna 20 kişi geliyorsa burada bir problem arıyorlar. Bir oyunu 20 kişiyle deneysel yaptın, ama her oyunu deneysel yapıyorsan o zaman neyi denediklerini soruyorlar. Bence iyi bir hesap verme ve denetim mekanizması. Türkiye’de olmayan şey zaten denetleme meselesi. Kültür Bakanlığı bir devlet yardımı veriyor. 450 tiyatroya 50 milyon destek vermişti. Ama bu parayı ne yaptığımızı asla sormuyor. Bize düşen para 250 bin liraydı. Bir yıl tiyatro yapalım diye vermişlerdi. Bizim ise sadece bir aylık kira 200 bin lira. Bakanlık o parayı bir bahşiş olarak verdiğini biliyor. Biz de o parayı aldığımızda bahşiş sistemine dahil olduğumuzu biliyoruz. İki tane gerçek ihtiyaç kalemini o yardıma karşılık gösteriyoruz ve tüm sorumluluğumuz bitiyor. Oysa bir kültür hayatının içinde olduğumuzu fark etmek gerekiyor. Bakanlık, bir yönetici bir birim; biz de sahne olarak uygulayıcı birimiz, operasyonu yönetiyoruz. Kültür ve sanat hayatının dönebilmesi için birbirimize raporlar vermemiz, onların bizim faaliyetlerimize bakıyor olması, gördükleri negatif-pozitif şeyleri değerlendiriyor olmaları gerekir. Bu, yerel yönetimler için de geçerli. Kimse kimseyle ilgilenmiyor ve buna da ‘özgürlük’ diyorlar. Özgürlük bir sorumluluk alanıdır. Kamunun parasını aldığınızda -250 bin lira bile olsa-, kamuya ait bir bütçeyi kullandığınızda her bir kuruşun hesabını çok net bir şekilde veriyor olmanız gerekir. O, kamunun ürettiği bir artı değer. Kamunun bütçesini kullanıyor olmanın sorumluluğunu duymuyoruz. Sadece yemeyi biliyoruz. Bu sebeple işe yarar hiçbir şey gerçekleşmiyor. Belediyeler oyun satın alıyor. Biz o sisteme giremiyoruz çünkü 25-30 bin liraya oyun satın alıyorlar. Biz diyoruz ki biz bir oyunumuzu bu tutara satarsak burayı yaşatamayız. Biz o işe girmiyoruz, ama salonu olmayan, personeli olmayan bir tiyatro bu sistemin içine giriyor. Belediye için üç ya da dört tane oyun oynuyorlar. 80-100 bin lira ona yetiyor. Moda Sahnesi kendi yerinde faaliyet yürütürken aynı belediye burayı görmüyor. Biz seyyar olsak, oyun satsak ticari olarak daha kârlı bir işlem yapmış oluyoruz. Fakat Kadıköy’de bir tiyatro faaliyeti yürütmenin belediyeden bir kuruş bile hak edemediği bir sistemin içindeyiz. Oysa belediyenin bununla nasıl bir ilişki yürüteceğine dair modeli olmalıydı. Mesele ‘siz şirketsiniz’e geliyor. Biz de bu statüyü istemediğimizi söylüyoruz. Devletin faaliyetimizi yürütebilmemiz için bildirdiği bir şey. Biz de bu şirket donunu giydik! Ama belediyeyle ilişkimizi bu statüyle yürütemiyorsak bunun değişmesi lazım ve bunu senin de talep etmen lazım. ‘Ben bir şirketle de değil de kâr etmeyen bir kuruluşla ilişki kurmak istiyorum’ demen ve bunu kamusal bir problem haline getirip tiyatroların statüsünü değiştirmeyi tartıştırman gerek.
C.M.: Özellikle muhalif sanatçılar, politik sanattan beslenenler, devlet politikalarına karşı duranlar kendi görüşlerini kamuyla buluşturacakları, sanatlarını icra edecekleri mekanlar, sahneler bulmakta zorluk çekiyor. Akla gelen seçeneklerden biri olarak böyle bir mekansal ihtiyaç çok büyük bir yer kaplarken yerel yönetimler bunu nasıl telafi edebilirler?
K.A.: Bir sürü topluluk bize mekânsal ihtiyaçlarından ötürü başvuruyor. Politik varlığı sebebiyle belediyeye ait salonları kullanamadıkları için bize geliyorlar. LGBTİ+lar, Kürtler, Ermeniler… Belediye hemen bir alerji geliştiriyor. Negatif davranmasa da bunu kamuya nasıl anlatacağını bilemiyor. ‘Kürt sanatçıların sahne aldığı bir geceye salon vermeyi bir tepki gelir mi’ diye sorguluyor. Biliyorsun, yakın zamanda yasaklandı. Vali yasakladı, tiyatro salonuna sokulmadılar. Açıkça söylenmeyen ve el altında yürüyen bir sansür var. Moda Sahnesi gibi özel mekanlar bu tür etkinliklere ev sahipliği yaparak bir işlevi yerine getiriyor. Gönül ister ki tüm kamusal etkinliklerde hiç kimse bir engele takılmasın. Aslında belediyenin temel amaçları arasında sanata destek vermek ve mekanlar yaratmak olmalı. Belediye, topluluklara mekân sağlamakla ve o toplulukları ağırlamakla mükellef olmalı. Kadıköy’de yaşayan dezavantajlı gruplara dair bir saha araştırması yapıp ihtiyaçlarını tespit etmeli. Bu salonların ve mekanların bu grupların ihtiyaçlarını nasıl karşılayabileceğini tespit eden birimler olmalı, belediyelerin bünyesinde. Verilerle konuşuyor olmamız gerekiyor. Vergi alırken kimseyi ayırmıyorsun. Çöp vergisini alırken ayrımcılık yapmıyorsun. Neden salonları sadece bazı imtiyazlılar kullanabiliyor? Bu bakışı belirleyen şey, onların beyazlıkları. Oysa kamusal alanın herkesin varlığını kapsadığı anlayışına ve demokratik tutuma ihtiyaç var. Yıllar önce Testeron isimli bir oyunumuzu Hollanda’da gösterdik. Hollanda’nın beş kentinde oyunumuzu göstermek istemişlerdi. Beş kent organize olup bizim masraflarımızı karşıladı ve organizasyonu birlikte planladılar. Beş gün boyunca Hollanda’nın beş kentindeki Türkiyelilere oyunumuzu seyrettirdiler. Çünkü kültür sanata katılım anlamında Türkiyelilerin buna ihtiyaçları olduğunu düşünüyorlardı. Bu bir planlama becerisi anlamına geliyor. Bakıp görmüşler ve nasıl bir oyunu Türkiyelilere getirelim diye oradaki sosyalliği ölçmüşler. Kadıköy’de yaşayanlar için nasıl bir kültür sanat hizmeti verileceği hakkında hiçbir şey bilmiyorlar. Kanalizasyon konusuna az çok fikirleri var, ama bu konuda hiç fikirleri yok. Türkiye futboluna benziyor. Göz kararı ortayı yap, kimin kafasına denk gelirse…
‘Belediye Başkanı Yarı Tanrı Değil ki’
C.M.: Tiyatro sahneleri yerel yönetimlerle nasıl iş birlikleri geliştirebilirler? Daha doğrusu böyle bir beklentiniz var mı? Belediyeden gelseler ve sizle iş birliği geliştirmek istediklerini söyleseler buna cevabınız ne olurdu?
K.A.: Biz bunu çok istedik. Bunu ilk kez hayata geçiren de Aykurt Nuhoğlu oldu. Kadıköy tiyatroları platformu onun yönlendirmesiyle kuruldu. Onun yönetime geldiği sene 2014’tü. Biz de sahneyi yeni kurmuştuk. ‘Tek tek tüm tiyatrolarla görüşmek yerine, Kadıköy’deki tiyatrolar bir platform kurabilirse sorunlarınızı ortak dinleyebilirim’ dedi. Dolayısıyla Kadıköy tiyatroları platform kurdu ve belediye ile görüşmelere başladı. Hem kültür müdürü hem de alt birimlerle. Bizimle bu ilişkiyi kuracak görevliler tespit edildi. Bir yıl boyunca her hafta bu platform toplandı ve Kadıköy’de nasıl bir tiyatro yaşantısı üretilebileceğini konuşmaya başladı. Tiyatro ile halkın iç içe geçişi ve etkileşimini konuştuk. Eğer tiyatroyu izleyiciler içerden tanırlarsa bizi sahiplenebilmeleri de daha kolay olur sonucuna ulaştık. Her tiyatro, tiyatro binasında bir yıl sürecek bir tiyatro çalışması yürütsün dedik. Dramaturg, yönetmen, oyuncu, sahne tasarımı… Her yanını görsünler. Hatta oyun da çıkarsınlar. Kadıköy mahallelerinde bu katılımcılar belirlensin ve hatta sonra bir şenlik yapılsın. Aykurt Bey bu fikri, bu ‘mahalle tiyatrosu’ fikrini çok sevdi. Üç yılda yaptık, hatta seyirci dernekleri kuruldu. Moda Sahnesi’nde çalışan ekip, Moda Sahnesi seyircisi oldu. Oyunları izlemeye başladılar. Seyircinin merkezinde olduğu bir tiyatro yaşantısı başladı. Tiyatrocular tiyatro yapıyor ama seyirciyi biz tanımıyoruz. Aslında seyirci tiyatronun temel unsurlarından biriyken onun varlığı hakkında çok da bir fikrimiz yok. Yakınımıza gelince ve mahallelere yayılınca bunu bir pilot bölge gibi düşünelim dedik. Bu modeli alıp başka yerlere taşıyalım. Biz bunu tanıtalım ve birden tüm Türkiye’ye yayalım. Aykurt Bey dedi ki, ’10 tiyatrosunuz, yaklaşık toplam 200 kişi çalışacak, harcadığımız paraya değecek mi?’. Bunu böyle düşünmeyelim dedik, bir ilçede 200 ama bunu 100 ilçede yapsak 20.000 kişi olacak. Bunu on yıl boyunca yaptığımızda on katına çıkacak. On yıl sonrasına göre planlayalım istedik. Seçim sonuçları için pragmatik davranmayalım. 10-20 yıl sonrasının Türkiye’sini kuralım istedik. Bu tiyatro kursları kamusal ilgiyle ve meşruiyetle yayılsın istedik. Aykurt Bey buna destek verdi ve ama sonrasında gelen yönetim, aynı partiden ve ideolojiden olmasına rağmen ‘ben tiyatro sevmiyorum’ diyerek sürdürmedi. Siyasi partilerin başkanlar üstünde bir kültür politikası ve vizyonu olmadığı anlamına geliyor. Aykurt Bey tiyatroyu seviyor, kendi politik geçmişi nedeniyle sanata bütçe ayrılması gerektiğini düşünüp hayata geçiriyor. Ama diğer başkan bunu yapmıyor. Bu tam Türkiye problemi. Nilüfer Belediyesi sanat yönetmenleri Yücel Erten’i ve Murat Daltaban’ı alıyor. Üç-beş yıl önce kuruldular. Nezaket dışı bir tutumla, yeni başkanlar bu sanat yönetmenlerini görevden aldı. Tarsus Belediyesi komple kapattı. Bunlar düşman değiller ki. Buradaki problem ne? Oturun konuşun eksikleri gözden geçirin, bu eksikleri telafiyi konuşun. Onları muhatap alarak bunları aşıp aşamayacağınızı müzakere edin. Bu iletişimden de kaçınıyorlar. Kendi insanlarını getirmek istiyorlar. Kendi insanın ne? Kamusal bir alandayız. Belediye başkanı yarı tanrı değil ki. Onu gönderdim, bunu getirdim. Ama Türkiye’de böyle oluyor. Devamlılığı yok.
‘AKP’li Olsaydım ve Onlara Tiyatro Üretseydim Köşeyi Dönmüştüm’
C.M.: Sürdürülebilirlik en baştan hasarlı. Biraz da katılımcılığı konuşalım isterim. Yerel yönetimler, özellikle de sizin alanınızda olduğu için Kadıköy Belediyesi veya İBB kültür politikalarını son yıllarda kültür üreticileriyle ve aktörlerle geliştirebiliyor mu?
K.A.: Geçtiğimiz beş yılda hiç olmadı. Önceki beş yılda belediye bizim evimiz gibiydi. İstediğimiz zaman bir muhatap bulabiliyorduk. İstediğimiz zaman bir sorunumuzu ve hedefimizi konuşabiliyorduk. Bizimle ilgilenenler vardı. Geçtiğimiz beş yılda bu tümüyle ortadan kalktı. Kadıköy kamusunda tiyatro üreticileri muhatap alınmalıyız diye feveran ettik. Nasıl yapalım bu işi diye konuşmak istedik. Kadıköy Belediyesi geçtiğimiz dönem bir oyuna (Kayıp Adımlar) yapımcılık yaptı ve o oyuna para harcadı. Ben sosyal medyadan ısrarla bunun maliyetini sordum. Kadıköy’de tiyatro yapanlara bir kuruş destek vermezken sen prodüksiyonluk yapıyorsun ve maliyetini söylemiyorsun. Bu oyunun maliyetine dair en ufak bir bilgiyi kamuoyuyla paylaşmadı Kadıköy Belediyesi ama şubat ayında da 99 bin lira çöp ve eğlence vergisi gönderdiler moda sahnesi’ne hem de ayrıntılı bir döküm halinde. Bizi nasıl muhatap aldıkları da bir tür düşmanlaşma efektiyle anlaşılıyor. Yaklaşık yirmi farklı mekânlı tiyatroyuz. Kadıköy’de bir tiyatro yaşantısı kurulacaksa mesela bir şehir tiyatrosu modeli kurulacaksa burada halen faaliyet sürdüren tiyatrolarla bunu geliştirebilirsin. Bu ilginç bir deneyim olur: ‘Yeni bir oyun yapmıyorum, yeni bir salon da açmıyorum, şehir tiyatrosu kadrosu da almıyorum. Benim ilçe sınırlarım içinde yirmi tane tiyatro var. Ben onları şehir tiyatrosu yapmak istiyorum.’ Biz artık ortak ve muhatap olacağız. Mesela Moda Sahnesi, Kadıköy Belediyesi Şehir Tiyatroları’ndan biri olacak. Kadıköy Belediyesi de bize maddi-manevi destekler sunuyor. Belediye tiyatro yapımcılığına soyunmamış olacak. Çünkü bu şaibeli bir alan. Her kimi seçersen seç seçtiğin andan itibaren dışarda bıraktığın herkese haksızlık yapıyorsun. Herkesin üzerinde uzlaştığı bir kişi olsun, hiç önemi yok. Buradaki eşitlik fikrinin, o dengenin bozulmaması gerekir. Tiyatroyu sürdüren kurumlarla ilişkiyi ve onların kendi aralarındaki bağı ve bir tür katılımcılığı örgütlemek de mümkün. Ne iyi ki bir sürü tiyatro var ve birbirine politik olarak, estetik olarak, tiyatro yapma biçimi olarak hiç benzemiyor. Bir sürü tiyatroyu kendi havuzunda bir araya getirip onlarla bir şehir tiyatrosu faaliyetine dönüştürmüş oluyorsun. Bunun yerine tekçilik modeli tercih ediliyor. Demokratik süreçleri de çalıştırmıyorlar. Tüm bunları konuşma nedenlerimiz; demokratik süreçleri nasıl çalıştıracağız, toplumdaki demokratik ilişkileri nasıl üreteceğiz, demokratikleşmenin önündeki problemleri nasıl gidereceğiz, sanatsal üretimlerle bu ilişkiler nasıl kurulacak. Diğerini herkes yapıyor zaten. Ben AKP’li olsaydım ve onlara tiyatro üretiyor olsaydım köşeyi dönmüştüm. O yola değil de bu yola niye gidelim? Herkesin ferahı anlamındaki bir dünyayı nasıl kurabileceğimizi dert ediyoruz.
C.M.: İstanbul gibi çok kimlikli bir şehirde bambaşka bir yerel kültür politikayla birçok makro sorunları dahi çözebilirsin veya belli bir zemin yaratırsın.
K.A.: Bence de öyle. Kadın cinayetlerini, nefret suçlarını düşünelim. Yirmi tiyatro bu yıl nefret suçlarını işleme ve bunu görünür kılma konusunda belediyenin de desteğiyle karar almış olsa mesela. Ben bunu kafamdan uydurmuyorum. Avrupa’da yapılan işler bunlar. Bir yıl boyunca çeşitli politik problemler mesela kadın cinayetleri ya da ırkçılık o tiyatroda bu tiyatroda gündeme getiriliyor. Bazıları için pragmatik olabilir veya itiraz edenler olabilir ama tiyatronun bir işlevi de topluluk üretmektir. Bu kadar akıl verilmeyi sanat kabul etmeyebilir ama tiyatro kabul eder. Belediye o zaman toplumsal problemleri de fark etmiş ve tiyatrodan da bunla ilgili yardım istemiş olur. Ama bunlar bir müzakere gerektirir. Belediye yukarda biz aşağıdaysak; belediye her şeyi bilen biz de onun kuluysak o zaman olmaz. Toplumsal bir figür olamıyoruz.
‘Ödüller ‘Bizden Değilsin’in Tespiti’
C.M.: Tiyatro ödülleri ile ilgili de eleştirilerin var. Bu ödüllerin nasıl ve hangi kriterlerle belirlendiğine dair… Ama bunlar tiyatro sahnelerini de etkiliyor. Bu durum belediyelerin kültür sanatla kurduğu ilişkinin bir tür PR ilişkisi olması üzerinden benzerlikler taşıyor.
K.A.: Gittikçe ticarileşen bir tiyatroyu kabul eden ve bunu benimseyen bir tiyatro kesimi doğdu. Giderek ağırlığını gösterecek. 1990’lardaki avangard tiyatrolar yerini ticari tiyatrolara bıraktı. Ödüller de bir tür uzlaşımı gösteriyor. Moda Sahnesi, 2020’ye kadar hiçbir ödüle katılmadı. Fakat talepler gelince kimsenin de hakkını yemek istemedik. Genç arkadaşlarımız da oynuyorlar. Eskiden daha dar bir kadroyduk, şimdi çoğaldık. Ben ve Bengi (Günay) katılmıyoruz ama isteyen arkadaşlarımıza katılabilirsiniz dedik. Buradaki problem ödül verenlerin tiyatroya yaklaşımı. Bir kere ahlakçılar. Bizim ‘dıkşın:son şans’ diye bir oyunumuz vardı. Bir jüri üyesi porno seyrettirdiğimizi söylemiş oyun için. Bu korkunç. Bir jüri üyesi bunu söylüyorsa toplum faşistleşmiştir. Oyun, ‘hepinizin aklında-fikrinde porno var ve porno olmasa yaşayamıyorsunuz’ derken -ki pornoyu kavramsal olarak kullanıyorum- dönüp ‘porno seyrettirdiniz’ demek… Katılmama nedenimizin ne kadar önemli olduğunu yeniden fark ettim. Bu uzlaşma ve genel kabulün içinden çıkmak isteği ve durduğumuz yerdeki toplumsallığı çalıştırma isteğinin tiyatroya daha yakın olduğunu gözlemledik. Tiyatro jürilerine uzak, seyirciye yakın olmak yani. Birilerine iyi gelecek diye tiyatro yapmadık zaten. Tiyatrodan beklenti de o olamaz. Ödüller, genel ahlak çizgisine bizi çeken ve bizi orada yutmaya çalışan, vasatın damgaladığı bir şey haline gelebilir. Jüri üyelerinin bundan çok çekinmesi gerekir. Onlar allah değil, tiyatroyu da çok iyi bilmiyorlar. Türkiye vasatının ürettiği algılamalarla belirlenmişler, bunu bilseler iyi olur. Eğer bazı kurumlar bu ödülleri baz alıp hareket ediyorsa, bu durum genel uzlaşının seçtiklerini seçmek anlamına gelir. Birtakım ünlüler, şöhretler, terbiyeliler bir tarafta; terbiyesizler, teröristler, kötüler, kirliler bir tarafta. Onlara hayat hakkı yok. Ne acayip bir zorlama bu. Hayat hakkı elinden alınmış olan bu ötekileştirilmiş grup, hayatta kalmak o toplumda birincilleşiyorsa eğer, ister istemez orayı terk etmek durumundalar. Bu ödüllere bakarak tiyatrolarla ilişkilenen yerel yönetimler veya merkezi yönetim faşizme gidecek yolu örüyordur. İkinci adım bu zaten. Diyarbakır’da yangın çıkınca Kürtlere ayrımcılık yapan bir grup, Gürcistan maçını ıslıklayan bir topluluk… Linçci bir kalabalık olarak linçe hemen dahil olmaya çalışan bir toplulukta bunların hepsine özen göstermemiz gerekiyor ve hemen müdahale etmemiz gerekir. Ödül de buna dahil. Birilerini yargılayacaksa, tespit edecekse, yaftalayacaksa -hem de daha totaliter bir tutum adına- bundan hemen vazgeçilmesi gerekir. Ödüller tam da ‘bizden değilsin’in tespiti ve şablonları…
Kemal Aydoğan’dan teşekkür notu: İskoçya modeline dair söylediklerimi gözden geçirip uygun düzeltmeleri yapan Özlem Daltaban’a teşekkür ederim.