Vivet Kanetti, “Cihat Burak’ı asıl şimdi okumalı ve ne denli yenilikçi olduğuna şaşmalı” diyerek uzun uzun onun öykücülüğünü Virgül dergisine yazdığında yıl 2002’ydi. Bugün Cihat Burak’ın öykü kitapları Everest Yayınları tarafından yeniden basılırken biz de sonradan Kanetti’nin Kaz Ayakları kitabında yer alan makaleyi yazarın blogu Bir Kadının Muhasebe Defteri’nde görerek onun izniyle yayınlamaya karar verdik.
Vivet Kanetti
Akademik formasyonlu mimarların evrensel ve anonim zevkinden (düzgün desen, perspektif duygusu, temizlik tutkusu, incecik, suluboya gibi sürülen renk…) arınmış, ona sırt çevirmiş bir dünyaydı, Cihat Burak’ın mimarlık hayatı dışında kurduğu, pasta harcı kalınlığında boyalardan, farklı bir perspektiften, mizahtan müteşekkil pek özgün resim dünyası… Ustalaşmayı değil, ustalaşmamayı meydan okuma sayan. “Yazmaya” koyulunca bu kez ressamlığını işe karıştırmamasıyla Cihat Burak, denebilir ki, çok sevdiği kediler misali belki yedi canlı bir yaratıcıdır ve muhakkak birkaç ruhludur.
Cardonlar kitabındaki fantastik gençlik öyküsü Denizin Sevgilisi (1948) ve Bulantı (1943) ile ressamlık serüveni arasında az çok alâka kurulabilir ama Cihat Burak’ın yazıdaki en ona ait yanını vermekten uzaktır, o öyküler… Kendi hesabıma, başka bir kimyayla kurulmuş, resimde ortaya çıkmayan cephelerini veren öykülerinin meraklısıyım; onları size sevdirmeye çalışacağım.
Cihat Burak, modern Türkçe edebiyatın, “canlılar” arasında, hatta canlılarla cansızlar arasında en az ayrım yapmış öykücüsü olarak, alışık olmadığımız bir duyarlılıkla karşımıza çıkar ve bu hâliyle neredeyse bir Uzak Doğuluyu andırır. Budist, Şintoist bir Osmanlı, Brahman bir Osmanlı… Ya da, modalarından az etkilenmiş, iç sesinin peşinde, iyi okurlarıyla karşılaşmakta sabırlı bir libero yazar. En küçük şeylerin bende suda halka halka yayılan dalgacıklar gibi genişleyen etkileri olurdu; kimsesiz evsiz olduğunu zannettiğim canlı cansız bütün şeylere acırdım (…) Rüzgârın önünde savrulan kâğıt parçalarını, yaprakları bir değnekle emin bir yere yığar, onların güya beraber yaşayacakları bu köşede mutlu olacaklarını zannederdim. (…) Bir gün üstünde gezinen bir kedinin ağırlığına dayanamayan çardak üzüntüden kalbi duran insanlar gibi çökmüş, senelerce kucak kucağa yaşadığı salkım çiçekleriyle kapının önüne yığılıvermişti. (…) perdeler bir felaketin yaklaştığını hisseden bağlı hayvanlar gibi çırpınıyorlardı.(Kurbağa adlı öyküsünden, 1941).
Cansız sanılana bu muamele, canlılar arasında hiyerarşi gözetmeyiş, bu ruh hâli diyelim, ne Osmanlı geleneğinden, ne Müslümanlıktan, ne bu topraklarda iz bırakmış diğer tek Tanrılı dinlerden, ne akılcılık âşığı Cumhuriyet aydınıyla sanatçısının Aydınlanmacı eğiliminden gelir. Yeşerdiği ortamı dikkate alacak olursak alabildiğine tekildir ve bugünkü okumayla gayet yenilikçi durur. En eski anlamıyla belki Pagan. En çağdaş anlamıyla Yeşilci. Bayılmadığım deyişle, Postmodern. Hatta, New Age.
Edebiyatını daha da ilginçleştiren: Kâğıtlara, perdelere, gemilere ruh, can ve şahsiyet atfetmiş Cihat Burak, insanları ele alışta hümanist çizgiden, kendi deyişiyle epice uzak durur. Öykü kahramanlarını halkın içinden seçtiğindendir belki, kimileri onu Sait Faik’e yakın bulurlar. Ben bu etkiyi görmekte zorlanırım. Hem CARDONLAR’daki, hem YAKUTİLER’deki öykülere İstanbul konağında büyümüş, Krepen pasajına iltica etmiş (ve elbette Cihat Burak’ın hiç tanımadığı) bir Thomas Bernhard’lık atfederim daha çok.
Halk insanıyla ilişkisi farklıdır, Cihat Burak’ın. Aralarındaki yaş farkına rağmen beraberce içtiği Sait Faik’in insanoğluna açtığı açık çek, sade insanda mutlaka cevher bulma eğilimi onu hemen öteki sınıfta sadece güzellikler gören bir “soylu”ya dönüştürürken, Cihat Bey, nobranlığı ve aksiliğine rağmen, garsonlarla, apartman kapıcılarıyla, şoförlerle, ciğercilerle didişmesiyle, birlikte çalıştığı, işi düştüğü memurlara takışıyla, gelenin geçenin kafasını, gözünü düşünmeden ilerinin büyük futbol yıldızı olmak için böğüre böğüre plastik topa tekme sallayan sakallı bıyıklı koskoca dana gibi herifler’e sinir oluşuyla, bana daha demokrat gelir. Sanki insanla, ona âşık olamayacak kadar eşit, dibinden hiyerarşisiz bir ilişki içindedir o.
Hümanist eğilime zorlanmadan uzak duruşu, ona Sait Faik’in de katmanlı bir portresini çizdirir. Cihat Burak’ın 1976’da yazdığı, 1946’nın İstanbul’unu anlatan Geçmiş Zaman Olur ki adlı öyküsü değerli tanıklıkların yanı sıra kendi kişiliğiyle ilgili itiraflar da içerir. Bir akşam Haçik’te Orhan Veli bana Galata Köprüsü adlı şiirini ithaf etmek istediğini söylemişti, bu pek büyük şerefi hak edecek birisi olmadığımı söyleyip kabul etmedimdi, Orhan Veli her zamanki nezaketiyle bir şey söylemedi, belki de içinden kırıldı, insanın sevgiye her zaman gönlü açık olmalı, şimdi pişmanım doğrusu… Bir ruh sızısı bu kadar ekonomik ve etkili ifade edilebilirdi, o günün Türkçe edebiyat ikliminde. Hatta bugünün.
Bir gün Sait Faik bana hikâyelerini, kitaplarını okuyup okumadığımı sormuştu, bir iki hikâyesinden başka bir şey okumadığımı söyleyince katıla katıla güldü, ha işte demişti, doğru dürüst dost olunacak bir adam bulduk nihayet!
Aynı öyküde, Opera Sineması’nın girişindeki Paskal denilen yerde, beraberce içerler. Sait Faik kalkıp tezgâhta yemeğini yiyen birine bir tos vurur: Ne yapacağımızı şaşırmıştık, adam meğerse aşağıda uğraşan garsonların arasına düşmüş, ötesi berisi çizilmiş; güç hâlle çıktı geldi, güç hâlle yatıştırıldı; barıştılar… Sonra sorduk Sait Faik’e, adamı tanımıyormuş bile, makarna yiyişi sinirine dokunmuş; -Ulan insan öyle mi makarna yer, çatalına dolar da yer, yemesini bilmiyorsan yeme bari! diyip çıktıydı işin içinden gözleri çakmak çakmak…
Çelişkisiz putlar inşa etmekte hünerli, muhalifken dahi “resmî” edebiyat tarihimiz Sait Faik’i neredeyse kanatsız meleğe dönüştürürken, Cihat Burak’ın insancıldan çok insanî tanıklığı ferah bir rüzgârla gelir. Aynı öykü, mitik büyüğüne saygı olarak algılayacağımız bir gelişmeyle de biter. Aynı gece iki kez düşülen karakoldaki komiser, edebiyat okuru, özellikle de Sait Faik meraklısı çıkar. Polisler tarafından apar topar götürülen yazar, karakoldan kucaklaşmalarla uğurlanır. Ah, nerededir, değil mi, o eski komiserler!
Cihat Burak’ın hümanist damarı (varsa eğer), sadece geçmiş günü, ölü canları yâd etmek için (o da hep bir duygusal ölçülülükte) kabarır. Bugünün insanıyla ilişkisi didişmelidir. Meyhanede kitap okumasından rahatsız olan, bu okumanın müşteri kaçırdığını iddia eden garsonlarla didişmeli: Eşşek herif demek geçti içimden. Zaman oldu buraya elli altmış kişi geldiği oldu benim yüzümden ne çabuk unuttun! İnsan değilsin sen dedim suratına karşı bağıra bağıra, Allah belanı versin, adımımı atmam artık…
Modern Cumhuriyet’imizin memuresiyle didişmeli: Ağacın kökünü kemiren kurtlardan biri de bu karı işte; iğrenç, terbiyesiz, küstah, içinin irini yüzüne vurmuş irin suratlı bir Atatürk devrimi cılk yumurtası ürünü…(…) bir kalça ve göğüs saltanatı içinde…(…) bacakları görünmesin diye masanın önüne kâğıt raptiyeleyen, ondan sonra çorabını çekmek için eğilince donuna kadar gösteren temiz aile kızı; Atatürk Devrimlerinin cılk bir yumurtasından çıkmış bir ürün… (…) Bazen avazım çıktığı kadar bağırasım gelir Bayan Nuhuset’e…(Ketempere Oluşum, 1973)…
Aynı öyküde, -ki gene Thomas Bernhard’ın bu topraklardaki ruh ikizince yazıldığını düşündürebilir-, magazin basınıyla didişmeli (bize ne taze gelir bu): Modern gazete haftalık magazin, 8- 14 Mayıs 1973, sayı 84- 100 kuruş; “İsviçre’den sonra İtalya’ya geçen Banu Milano’lu milyonerleri coşturuyor”… Gazetede birisi yatmış, çıplak; iki eliyle göğüslerini tutmuş; öteki de elinde ağızlık diz çökmüş. Prenses Banu’nun “iki güzel pozu” öyle yazıyor dergide… Koltuklarım iftiharla kabarıyor adeta; Nice’teki zindanından ne kadar şeref, haysiyet sahibi olduğunu ballandıra ballandıra gazetelere anlatan gözbebeğimiz eroin kaçakçısı, belki Zeki Müren’den bile evvel gelen medarı iftiharımız sayın Senatörümüzden başka şimdi de Prenses Banumuz bacaklarının arasında o küçücük gül bahçesiyle yurdumuzu Kâfir ellerinde şerefle temsil ediyor demek…
Türkiye’nin ordusuyla, tarihiyle, siyasetiyle, şimdi bile cüretkâr görünen bir didişme; bir duyulmamış tez: Birinci Dünya Savaşı’ndan evvel İngiliz ve Alman İmparatorlukları elele verip kendi azınlıklarından kopararak bir an önce sömürü ağına düşmesi için İttihatçılara nasıl Ermeni Katliamını yaptırdılarsa, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra da Türkiye’yi bu sefer de Amerikan Emperyalizminin kucağına oturmak için döndürülen dolapların sonucuydu Pehlivan Ağa’nın oğluyla konuşmaması…
Türk sinemasıyla didişmeli: bir futbol maçında bile yoktur bu kadar adilik diyorum kendi kendime… Ahmaklığın bu derece alçakçası, karşısındaki seyirciyi bu kadar küçüğe alanı dünyanın hiçbir memleketinde Arap memleketlerinde bile olamaz diye düşünüyorum…(…) Film bitti nihayet biz de bittik ama; daha doğrusu ben bittim, yük taşımış kadar yorgunum, içim ezilmiş, kolum kanadım kırılmış gibiyim…(…) otele geldik, merdivenler koridorlar seksener santim genişliğinde, merdivenlerden çıkarken kafamızı şurdan burdan sarkan bir takım köşelere kirişlere çarpmamak için dikkat ediyoruz, “Ne biçim otel bu” diye söyleniyor Salahattin, ne biçim otel yahu; böyle otel de mi olurmuş? Bunun mimarı da herhalde gördüğümüz filmin rejisörü olacak diyorum, katıla katıla gülüyoruz! (Ketempere Oluşum, 1973)
Bu öyküde, Ece Ayhan’ın da sık anacağı, bir iki sene evvel öldürülen randevucu Çanakkaleli Melahat edebiyatımıza ilk girişini yapar.
Gene orada Cihat Burak, kadınlarla “tercihli” ilişkisini, açıkyüreklilikle, durulukla aktarır: Abanozda etine dolgun, bir gözü cam, beyaz tenli bir karı vardı; pek temiz olduğundan giderdim ona ara sıra, havluları tertemiz, tıngırtı bezleri bile oyalıydı, “sıhhatler olsun” derdi muameleden sonra, ben de teşekkür ederdim her seferinde kendisine…Kaleme aldığı belki son öykü parçası da (Yakutiler’in son bölümü, 1992) bir “umumhane”de geçen rüya değil mi?
Evlilik için düşüncesi, Mihar’dadır: bu tıpkı insanın kendi kendininiçinde kiracı olarak yaşaması gibi… Türk erkeğinde, Cumhuriyet’in tepeden inen devrimleriyle iyice kemikleşen kadın korkusunu Ahmet Haşim’inkinden de çiğ ve sansürsüz bir dille anlatır: O başka bir şey, başka bir yaratık… (…) O’nu anlayamam, onlar anlaşılmaz; herşeyi bilerek dünyaya gelirler, hiçbir şey öğrenmeden giderler, öğrenmelerine lüzum yoktur zaten… Onlar rahimdir, gözlerinin içinden rahimleri insanın gözünün içine gözünü dikerek bakar. Onlar O’dur işte,rahimlerini düşünürler; kafataslarının içinde çöreklenmiş rahimleri yatar… (…) gözlerinin içinden bana bakan rahimleri ile gözlerini dikmiş bana bakıyorlar…
Öykücülüğünde en az iki ruh taşır Cihat Burak. Bu ruhlardan birinde alabildiğine birey, yalnızlığı konusunda kıskanç ve sadece (Paris’te kaleme aldığı 1964 tarihli müthiş öyküsü Akıl Dişi’nde yalnızlıktan şikâyet edecektir: bu kan belki de yalnızlığın akan kanı, yalnızlığım yalnızlığıma kan ağlıyor işte adeta…, asabi, vıdı vıdıcı, yürekkakan iken; diğerinde doğanın, kozmosun her hücresiyle ilişkide, en ufak hayvanların, hatta cansız denen şeylerin hıçkırığını duyabilen bir şaman, bir Uzakdoğulu mistik. Panayır çadırında gördüğü sıpaya duyduğu aşkla tutuşur, bu doğa harikasının karşısında apışıp kalmıştım, gözlerimi ayıramıyordum (…) herkes ömründe bir kere fırsat kaçırmıştır ya, ben de sıpanın o güzeller güzeli gözlerini öpmek fırsatını böyle kaçırdım işte! (Sıpa 1992), parslarla özdeşleşir, her cins, her renk, her asabiyette kediyi tanımıştır, çayır kuşunun adını, adetlerini bilir, askerlikte (Nar, 1974) “İngilizce metodun üstünde dövüşen iki karıncanın kıyasıya savaşını elinde saat, metodunkapağına” not eder (yere çömelip saatlerce cırcır böceklerini döğüştüren eski Çinkomutanları gibi. V.K.), Kapalıçarşı’daki dükkânında döşemeleri söktürüp tavuk besleyen tüccarları (Melun Kedi, 1971), kuyudaki şişmiş at leşinin bir çocuk hayatını nasıl kurtardığını anlatır (Cardonlar, 1966), odasında atmaca bile beslemiştir, İstanbul Belediyesi’ndeki köpek zehirleme âdetinin köpeklerin Hayırsızada’ya sürülmesinin Avrupa basınında çok kötü karşılanmasıyla başladığına dikkat çeker, ve fillerin, koca gövdelerine karşılık sarışın İngiliz leydileri kadar nazik, bakımları zor hayvanlar olduğunu (Fil, 1971); Amerikan yaban güvercini’nin son “ferdi”nin 1914’te bir hayvanat bahçesindeki kafesinde eşsiz öldüğünü bilelim ister, rüyasında midye yiyen zebralar görür, kindar köylülerin küreğin keskin tarafıyla bir vuruşta ikiye böldüklerinde üst tarafı alt tarafını yemeye başlayan köstebek türüne hayrandır, zarif boyunlu flamingoların Hindistan’dan kaç franga alındığını, Batı’ya ne işkencelerle taşındığını not etmiş, cardonlara şahsiyet atfetmiştir. İnsanların milyonlarca yıl doğaya ettiği eziyete ağlar. O DA bir eski Çinlidir (Yakutiler adlı öyküsünde, kabartmalı Çin minyatürlerini iyi bilip sevdiğini öğreniriz). Doğanın avukatı ve âşığı, çok erkenci bir Yeşilcidir. Bu yanıyla da Haşim’i andırır.
Neredeyse birbirine zıt iki Cihat Burak’tan birini diğerine niye tercih edelim? Öyküsünde, her ikisinin bir aradalığıdır çekici olan.
Cihat Burak’ın edebî değerinin Türkiye’de çok anlaşılmış olduğu söylenemez. Bunun birkaç nedeni olsa gerek. Batılı sanat tarihi referans alınarak, özgün bir ressamın aynı zamanda güçlü bir yazılı dünya yaratmış olabileceği, ihtimal dışı tutuluyordu. Bu yaklaşıma göre, ruh ve benlik bütündür (bölünmüş değildir ve o bütün ancak tek alanda kendini vargücüyle gösterebilir). Oysa Çin’in eski, köklü sanat tarihi, asırlar, hanedanlar boyunca ayrı dallara yayılabilmiş, birbirinden ilginç ruh parçacıklarının serüvenlerini aktarır bizlere.
Öte yandan, dönemin statükocu, ortalama ve eskimiş gustosu, Nurullah Ataç gibi bir virtüözden mahrum eleştiri dünyası, edebiyatı sadece ve sadece, bir hazır kalıplı kurgular işi olarak görüyor, özel hayatından, oturduğu meyhane köşesinden, çocukluğundan, rüyalarından, hele hele vıdıvıdılarından kalkarak iddialı bir edebiyat yaratma ihtimaline herhalde şaka gözüyle bakıyordu.
Cihat Burak’ı asıl şimdi okumalı ve ne denli yenilikçi olduğuna şaşmalı.
Hayatta kendisine birkaç kez yaklaşma şansım oldu. Dışarıdan bakınca, çoğunlukla Miharadlı öyküsünde (1960) kendini tarif ettiği gibiydi: konuşmamdan çok susmamdan korkarlar. Sustuğum zaman korkunçlaşıyorum, olduğu yerde kendi ağırlığıyla batan taşlar gibi susuyorum. Korkuyorlar o zaman; ben de korkuyorum; kendi içimde avazım çıktığı kadar bağıra bağıra koşuyorum; hiç sesim çıkmıyor; o zaman düşünüyor diyorlar, yine bir şeyler düşünüyor, daldı yine diyorlar; halbuki ben koşuyorum, avazım çıktığı kadar bağıra bağıra, haykıra haykıra kendi içimde koşuyorum.
Susuşundan belki az korktuğum bir gün, Ankara’daki Resim Müzesi’nde Aliye Berger portresini gördüğümü söylemiştim. Epice sevinmişti; o resmin izini yıllar önce kaybetmiş. Yoksa sadece hatırım için mi öyle demişti? Bir de duymuştum ki, benden “İvet” diye söz eden birini, Onun adı İvet değil, Vivet diye uyarmış. “Uyarılan” kişi aktarmıştı.
Ama Cihat Burak’ın öykülerini daha önce sevmeye başlamıştım. Sonra o, Yakutiler’in sonundaki rüyada, umumhaneye gitmeden önce, annesini, yirmi yaşındaki taze yüzü ve ayak parmaklarında yaralarla görmemiş miydi? Yunişiro Tanizaki’nin İhtiyar Deli’si de, rüyasında annesini öyle gencecik yüzüyle ve çıplak ayaklarla görür.
Bu yazıyı tamanladıktan sonra, Yakup’ta ücretsiz dağıttıkları Türkçe Le Monde Diplomatique’e (Okuyanus Yayınları) göz gezdirirken, Jacques Derrida’nın Adorno ödülünü alırken yaptığı konuşma metnindeki, sonunda yazmaktan en çokhoşlanacağım bölüme geliyorum diye başlayan şu satırlara takıldım: bu en az işlenmiş, ama Adorno’nun gelecek okumalarında bana göre en fazla öneme sahip olacak bölümdür. Söz konusu olan, beni hep şaşırtan tarzda, sanki sadece bir tane varmış gibi, tekil ve genel olarak adlandırılan Hayvan’dır. (…) Bir yandan, felsefedeki en güçlü idealist ve hümanist geleneğe karşı. Adorno, insanın doğa karşısındaki egemenliği ve efendiliği (Herrschaft) gerçekte ‘hayvanlara yöneliktir’ diye belirtir. Adorno,özellikle de, başka yönlerden saygı duyduğu Kant’a, insanın ‘saygınlığı’ (Würde) ve ‘özerkliği’ kavramlarında insan ile hayvan arasında hiçbir acımaya (Mitleid) yer bırakmadığı için serzenişte bulunur.(çev. Melih Başaran)
Cihat Burak’ın, “yeni Adorno okumaları”nı beklemeden bildiği şeylerdi bunlar. Yazımızla hiç alâkası yok ama, bir İstanbul kıraathanesinde, iskemleye oturmuş, ince belli bardakta tavşan kanı çay içen Michael Jackson resmini de çok severim (o resimdeki model başka biri deniyor, biliyorum. Gene de hoşuma gidiyor Cihat Burak’ın M. Jackson’u resmetmiş olması fikri… Ona yakışıyor.)
Virgül, Nisan 2002