“O planların ana işlevi seyirciyi ana hikâyeden koparmaktı. Seyircinin, gençlerin mutsuzluğuna ortak olmasından ziyade bu mutsuzluğu sorgulamasını istedim. Kameranın konumlanmasındaki tercih, ağlama sahnelerindeki müziklerin tercihi hep buna hizmet ediyordu…”
30. Adana Altın Koza Film Festivali’nin programını incelerken iç sesim “Umut Subaşı ile röportaj yapmalısın.” dedi. Aslında şunu itiraf etmek isterim: “Sanki Her Şey Biraz Felaket”i ilk olarak 42. İstanbul Film Festivali’nde izlediğimde evet, farklı gelmişti ancak birkaç sahnesi dışında duygusu bana geçen, kendisiyle bağ kurabildiğim bir film olmamıştı; ancak beni yanıltmayan iç sesimi dinleyeceğim için filmi yeniden izlemek ve hatırlamak hasıl oldu. Adana seyircisiyle birlikte kalabalık ve çok güzel bir salonda izlediğimiz “Sanki Her Şey Biraz Felaket” kendi içinde barındırdığı uç duygular gibi beni olduğum noktadan bambaşka bir duyguya taşıdı bu kez.
Eğer Adana jürisi klasik anlatı beğenisini bir yana bırakıp iddialı ve cesur bir karar verirse filmin En İyi Film Ödülünü alabileceğini düşündüm. Öngörümün ve dahası dileğimin gerçekleşmesi de mutlu etti elbette. Filmi, En İyi Film Ödülü dışında En İyi Senaryo, En İyi Yönetmen ve SİYAD ödülleriyle taçlandıran jüriler, tahminimden daha cesur çıktı ve gerçekten şaşırttı.
Henüz diğer filmler izlenmemiş, ödüller dağıtılmamışken festival koşturmacası içinde buluştuğumuz Umut Subaşı ile ilk uzun metrajını uzun uzun konuştuk.
AAD: “Sanki Her Şey Biraz Felaket” isimli filminizi 42. İstanbul Film Festivali’nde izlemiştim, oradan Mansiyon Ödülüyle ayrılmıştınız. Geçtiğimiz hafta Ayvalık Film Festivali’nde verilen “Yeni Bir Senaryo” ödülü filmin senaristi olarak size takdim edildi. Adana Altın Koza’da da Ulusal Yarışma seçkisinde yeniden seyirciyle buluştu. Ödüller için tebrik ederek başlamak istiyorum.
US: Teşekkür ederim.
Biraz sizi tanıyalım, Umut Subaşı kimdir?
Umut Subaşı, film yazan, yöneten, 4 kısa filminden sonra ilk uzun metrajını çekmiş olan biridir.
“Sanki Her Şey Biraz Felaket”in ortaya çıkış sürecinden bahseder misiniz; hikâye nasıl oluştu, nasıl gelişti? Karakterler tanıdığınız kişiler mi, yaşanmış olaylardan mı esinlendiniz?
Günümüzde olan bitenle, mutsuzlukla ilgili bir film yapma fikriyle yola çıktık. Çoklu karakteri olan bir film yazmak istiyordum. Karakterler için “tanıdığım birileri” diyemem ama etrafımızda gördüğümüz, bildiğimiz insanlar.
Zeynep, Ayşe, Ali ve Mehmet
Ekonomik sıkıntılar, işsizlik, yalnızlık, iletişimsizlik sorunlarını ele aldığınız filmde genç nesli temsilen yer alan karakterlerinize vermiş olduğunuz isimler dikkatimi çekti; Zeynep, Ayşe, Ali ve Mehmet gibi Türkiye’de en fazla kullanılan kadın ve erkek isimleri, belli ki tesadüf değil ve geneli temsilen seçmişsiniz. Hepsinin yalnız kaldıkları anlarda ağlayışlarına şahit oluyoruz. Buradaki hepimizin hikâyesi mi?
Böyle bir yerden bakılabilir. İsimler sevdiğim isimler ancak ekstra bir şey ifade etmesini, karakter adı üzerinden bir okuma yapılmasını istemiyorum. Sonraki filmlerimde de aynı isimler olabilir.
Ara geçiş planlarda fiks kamerada, aynı kadrajda adalar manzarası izliyoruz. Bu görüntü üzerine Zeynep’in “Bugün de aynı dün” cümlesiyle başlayan ve her seferinde ülkenin gündeminden alıntılanan farklı olumsuz haberlerini dile getirdiği cümleleri duyuyoruz. O kadrajlara padişah kostümlü biri, onunla selfie çeken başka biri, bebek arabalı bir kadın gibi yardımcı roller yerleştirmişsiniz. (Bu arada figürasyonu ekipten kullandığınızı görmedim sanmayın. 🙂
Benim yorumum onca felaket haberine sahip bir ülkenin vatandaşlarının bir kısmının gündeme olan kayıtsızlığı ve duyduklarımızla, gördüklerimiz ve yaşadıklarımız arasında olan çelişkiler yumağına atıfta bulunduğunuza dair oldu. Siz neyi vurgulamak istediniz?
O planların ana işlevi seyirciyi ana hikâyeden koparmaktı. Seyircinin, gençlerin mutsuzluğuna ortak olmasından ziyade bu mutsuzluğu sorgulamasını istedim. Kameranın konumlanmasındaki tercih, ağlama sahnelerindeki müziklerin tercihi hep buna hizmet ediyordu. Bu arada ilk kez biri orasının Adalar manzarası olduğunu söylüyor. Aslında imza bir yer olsun istememiştim.
Maltepeliyim ama…
(gülüşmeler)
Film sadece dört karakterin kendi küçük dertleriyle ilgili değil, daha genel kaotik bir atmosfer var, konu karamsar ve depresif.
Karamsar, depresif ve hatta Zeynep’in günlüğüne not edilen o felaket haberlerinin fonundaki görsel imajlar tam bir oksimoron!
İşte bu, aradaki tonu kurmam adına istediğim bir şeydi. Filmin ismindeki kelimeler de öyle; sanki, her şey, biraz, felaket.
Filminiz, Roy Anderson filmlerinin episodik yapısını anımsatıyor biraz, ancak karakterler üzerinden gidersek Aki Kaurismaki tiplemelerini gördüğümü söyleyebilirim. Çoğunlukla duygusuz, mimiksiz ve salt repliğini söyleyen düz bir oyunculuk kalıbında akan bir absürt komedi izliyoruz. Oyunculara verdiğiniz bu reji tercihinden bahseder misiniz biraz?
Buna katılmıyorum, oyunculukların Anderson ya da Kaurismaki karakterleri kadar “deadpan” olduğunu düşünmüyorum. Benim karakterlerim daha hayatta. Karakterin içinde bulunduğu durumlar onları öyle olmaya itiyor.
Sinemamızda bu tip bir oyunculuk stiline çok fazla rastlamıyoruz, dolayısıyla ilk anda bir anımsatma var.
Hiçbir Anderson filmi için “oyunculuklar iyiydi” demem, demiyoruz. Kaurismaki için de öyle ama bu filmdeki oyunculuklar için “iyi oyunculuk” dendi. Benim karakterlerim daha canlı.
Ben bir Kaurismaki hayranı olarak hemen itiraz ediyorum! 🙂
Hmm, belki ama Roy Anderson için diyemeyiz. Ama iki isim de kendine has yönetmenler, umarım ben de ilerleyen filmlerimde kendime böyle bir alan yaratabilirim.
Görüntü Dilini En Başta Kurdum, Kafamda Hepsi Netti
Filmin biçemini, sinematografisini konuşalım biraz da. Her ne kadar ben de buna katılmasam da özellikle birkaç yerde kullandığınız ikili planlardan hareketle Wes Anderson stilinin göze çarptığını söyleyenler oldu, daha çok kafa boşluğunun fazlaca olduğu kadrajlar hakim, bazen oyuncunun sağ ya da solunda bırakılmış bu boşluklar. Direkt sizin tercihiniz miydi, görüntü yönetmeni Mert Özercan’ın mı, görüntü dilini nasıl belirlediniz?
En başından beri benim kafamda netti görüntü dili. Mert’in ilk görüntü yönetmenliğiydi bu film, ben onunla aklımdaki görüntüleri konuştum, “Böyle bir şey yapmak istiyorum, sen bunun bir parçası olmak ister misin?” dedim.
Wes Anderson konusuna gelirsek; anlayabiliyorum nelerin benzetildiğini ama onun kullanma işlevi ile benimki çok farklı.
Ben de böyle düşünüyorum.
Benim sevdiğim bir yönetmen bile değil esasında. Chantal Akerman’ın da bu tarz sinematografik tercihleri var mesela, Wes Anderson’a göre çok daha önemli biri benim için. Tabii bahsettiğiniz yönetmenler popüler, bilinen isimler olduğu için insanlar daha çok anıyorlar bu isimleri, anlaşılır bir şey bu. Roy Anderson dedik, Aki Kaurismaki dedik, Wes Anderson dedik… Bu yönetmenlerin hiçbiri birbirine benzemiyor aslında ama hepsinin ortak noktası var; kendine has sinemasının olması. Benim sinematografideki tercihim, anlatmak istediğim şeye hizmet etmesi açısından önemli.
O zaman hemen şunu da sorayım, bununla beraber cevaplayın lütfen; kadrajdaki o boşluklar hayatımızdaki boşluklar mı?
Olabilir. Şöyle, ben filmlerimde seyirciye alanlar bırakmayı seviyorum; hikâye düzeyinde de görüntüde de alanlar bırakmak çok sevdiğim bir şey. Bazen hiç düşünmediğim bir şeyi birinden duymak çok güzel geliyor.
“Zaman Geçtikçe Ne Kadar Riskli Bir İş Yaptığımızı Daha İyi Gördük. Delilik Yapmışız!”
Belki yaparken nedenini tam olarak bilmediğiniz ama bu yorumlarla hissinizin karşılığını bulmuşsunuz duygusunu veren geri dönüşlerdir bunlar?
Belki öyle belki de benim hiç düşünmediğim bir şey seyirci için doğru ve yerindeyse bu da benim kabulüm. Bazı yönetmenler için yaptıkları çok keskin, net ve başka yorumlara kapalı olabilir. Filmimin genel olarak sinematografisine dair söyleyeceğim şey yalnızlık ve sıkışmışlık; iki karakteri aynı kadraj içinde birlikte görmekle tek görmek arasında seyirciye geçen bir his farkı var. Dolayısıyla benim karakterlerim bir arada ama bir aradayken de yalnız. Bunu kötü filmler diyalogla yapıyorlar. Ben sinematografiyle verebilmek için çabalıyorum.
Kısa filmler çekmiş olsanız da uzun metraj film çekme deneyimi pek çok aşamada farklı. Bu film sizin ilk uzun metrajınız, castta yer alan oyunculara baktığımda dizi deneyimlerinin olduğunu ancak ilk sinema deneyimleri olduğunu görüyorum. Aslında riskli bir tercih yapmışsınız. İşin en başında daha deneyimli, sizin de işinizi kolaylaştırabileceğini düşündüğünüz oyuncuları neden seçmediniz?
Dört yeni oyuncuyla çalışmak istedim. Aynı şekilde ekip kurulurken de bunu önemsedim, en başından beri yapımcımız Cemre (Erül) ile gençlerle ilgili bir filmi, bu filmi sahiplenebilecek, en az bizim kadar coşkusunu taşıyacak birileriyle gerçekleştirmek istedik. Riskli miydi? Evet, çok riskliydi. Hatta zaman geçtikçe ne kadar riskli bir iş yaptığımızı daha iyi gördük. Delilik yapmışız, ama kendime çok güveniyordum.
En azından ilk filmini çeken yönetmenler genelde daha tecrübeli bir görüntü yönetmeniyle çalışmayı tercih eder.
Evet ama birilerine güvenip yola çıkmak da güzel.
Bundan önceki bol ödüllü kısa filminiz “Sana İnanmıyorum Ama Yerçekimi Var”da Bach’ın, “Sanki Her Şey Biraz Felaket”te ise Beethoven’ın eserine yer verdiniz; üstelik Beethoven’ın Türk Marşı. Filmlerinizdeki klasik müzik tercihinizden bahsedelim mi?
Kısa filmlerimde kullandığım ve bilinçli şekilde uzun metraja taşıdığım bazı detaylar var. Bu klasik müzik işi biraz tesadüfen gelişti. Ağlama sahnelerinde özellikle eğlenceli hissi olan bir piyano eseri istiyordum. Halihazırda böyle bir eser yoktu, muhtemelen birine besteletip, çaldırırız diye düşünmüştüm. Referans bir şeyler ararken de tesadüfen Beethoven’ın Türk Marşı’na denk geldim ki bu, daha önce bildiğim bir eser değildi. Mutsuz Türk gençlerini, Türk Marşı ile anlatma fikri ayrı bir katman ekledi bence.
“Godard, Bana Çok İlham Vermiştir”
Filmi yeniden çekebilseydiniz “Şurayı değiştirirdim” dediğiniz bir sahne var mı?
Yok.
Hiç mi?
Bu haliyle memnunum.
Adana Film Festivali’ndeki gösterimde kahkahalarla gülen ve filmi beğenen bir seyirci gördüm ben. İki kez izledim filminizi ve edindiğim izlenim şu: seyirciyle arasında bayağı bir duvar ören, seyircisine epey mesafeli bir film aslında ama duygusu yine de kolayca geçiyor. Yanılıyor muyum? Sizin aldığınız geri dönüşler nasıl?
Yanılmıyorsunuz, doğru. Gerçekten ilginç, dediğiniz gibi bir yönetmen olarak seyirciyle film arasına mesafe koymaya çalışıyorum, buna rağmen seyirci birebir özdeşlik kurmasa da karakterlerle ilişki kurup duygusal bir yerden yaklaşıyor ve bu benim çok hoşuma gidiyor. Hem çok tuhaf hem çok güzel bir geri dönüş bu.
İlham aldığınız, sevdiğiniz yönetmenler var mı?
Sadece yönetmenler, sadece sinema değil ilham aldıklarım, beslendiklerim. Güncel sanat, edebiyat, resim, sosyal medya, sokak… İlham denen şeyin şöyle olması gerektiğine inanıyorum; bir şeyi ilham almak için okumam ya da izlemem. İzlediklerimi not da almam; onlar bir şekilde zevkini besleyen şeyler olur, sonradan bir şekilde ortaya çıkar. Zaten ben birçok şeyi sonradan fark ederim, birileri söylediğinde… Bu soru bana hep soruluyor, yanıtım da her seferinde aynı: Godard. Yaptığı hiçbir şey birbirine benzemez ya; belgeseli de vardır, Tv filmi de vardır, duygusal filmi de vardır, yapı-bozumcu filmi de vardır. Onun benzemezliği ve ölene kadar çok yenilikçi bir yönetmen olmuş olması bana çok ilham vermiştir.
Sinemanıza bu türde mi devam edeceksiniz?
Bu tür, sizce nasıl bir tür?
Ben daha çok absürt komedi olarak tanımlayabilirim, siz?
Ben oraya sıkıştırmak istemiyorum, bilmiyorum olabilir. Böyle de devam edebilirim başka yönlere de gidebilirim.
“Sana İnanmıyorum Ama Yerçekimi Var”dan gelen bir devamlılık var neticede
Evet var şu an, böyle devam edebilirim ama çok daha başka bir film yapmak da isteyebilirim. Daha yeni, daha farklı bir yerden bakmak isteyebilirim.
Festival yolculuğuna devam mı? Vizyona girecek mi film?
Devam edecek. Tabii Türkiye’de çok festival kalmasa da yurt dışındaki festivaller devam ediyor. Yıl sonuna doğru da gösterim durumunu değerlendireceğiz, vizyona mı sokarız özel gösterimler mi yaparız, o zaman netleşir durum.
Sonraki proje(leri)nize dair netleşen bir şeyler ya da fikirler var mı?
Fikir var ama yazılı bir şey henüz yok. Biz 2022 Ocak ayında çektik filmi, 2023 Ocak’ta da açtık. Dolayısıyla bizim için çok hızlı oldu. Bağımsız filmlerde bu süreç biliyorsunuz ki biraz uzun oluyor; filmlerin fonlanması, çekmesi, çekim sonrası festival yolculuğu vs. Fikir kırıntısı var ama daha beni çok heyecanlandıran bir seviyede değil.
Her Şeye Rağmen Küçük Bir Umut…
Filmin bütünündeki dokuda duygular arasındaki geçiş hızlı olabiliyor; ağlarken gülüyoruz ya da tam tersi. Finali de bu anlatıyı tamamlıyor ama yine ters köşeye yatırıyor seyirciyi. Yönetmen olarak bir nebze de olsa umutlu bir finalle mi bitirmek istediniz. Umut var mı?
Evet, her şeye rağmen küçük bir umutla bitiyor film.
10 Yıl Sonra Yeniden Altın Koza’da!
2013’te ”Eksik” isimli kısa filmle Adana Altın Koza’daymışsınız ve Ulusal Öğrenci Filmleri Kısa Film Yarışması’ndan En İyi Film Ödülü ile ayrılmışsınız. Tam 10 yıl sonra bu kez uzun metrajınızla festivaldesiniz. Ben yine bir ödül ihtimali görüyorum.
(güler) Şu an bu bir tespit. Duygusal olarak çok güzel, 10 sene önce öğrenci filmiyle buradaydık, 10 yıl sonra uzun metraj bir filmle katılmak güzel bir tesadüf. Yakın arkadaşım Eren Çukurluöz’le birlikte yapmıştık o filmi ve ödül kazandığımızda çok mutlu olmuştuk, devam etmemiz adına çok motive ediciydi. Ödülle ilgili de bilmiyorum, bakalım.