Pera Müzesi’nde, Alistair Hicks’in küratörlüğünde gerçekleşen “Hikayelerin Hikayesi” sergisi bu sene 56. Venedik Bienali sayesinde bir kez daha keşfedilen Paula Rego’nun hikâyesini sosyo-politik bağlamıyla birlikte anlatıyor.
Rego’nun 1960’lardan itibaren ataerki, faşizm, sömürgecilik ve kürtaj karşıtı üretimini detaylı bir biçimde ortaya seriyor.
Rego’nun yazar, yapımcı ve filmci oğlu Nick Willing, Haziran’da vefat eden annesini temsilen sergi için ailesiyle İstanbul’a geldi. Sorularımızı yanıtladı.
2013’de hükümet Paula Rego’nun da olmak üzere birçok vakfı kapatmış. Casa Das Historias hala varlığını sürdürüyor mu?
2012’de Yunanistan gibi Portekiz’in de bazı mali sorunlar yaşaması nedeniyle hükümet bazı vakıfları kapattı. Bunun nedeni, ülkenin para kaybetmesi ve Avrupa Birliği *Troykasının devreye girerek bazı ekonomik dayatmalar ve finansal yapı üzerindeki değişimler konusunda ısrar etmeleri idi. Yapılması gerektiğini söyledikleri şeylerden biri, para kaybettiğimiz için devlet tarafından finanse edilen vakıfları kapatmaktı. O dönemde annemin vakfı para kaybetmiyor ve iyi gidiyordu. 2012’de Portekiz’e gittim ve Lizbon’da altı hafta geçirdim. Portekiz hükümetiyle oldukça zorlayıcı ve uzun müzakereler yaptım. Müzenin işletilme ve finanse edilme şeklini değiştirdik. Maalesef Troyka’nın istediği gibi vakıf özelliği kaldırılmış oldu.
Sonrasında müzenin (Casa Das Historias) yaratıcı bir şekilde yönetilmesi, sergiler yapması ve orada sergilenecek çok geniş bir koleksiyonu olması münasebetiyle faaliyetlerin 10 yıl daha devam etmesi anlamına gelen yeni bir sözleşme müzakere ettim. Son olarak da iki yıl önce geri döndüğümde başka bir sözleşme ile bu süreyi 10 yıl daha uzattık. Bu yüzden müze en az 10 yıl daha faaliyette olacak. Bunun asıl nedeni paradır. Diğer yandan, müze artık şimdiye kadar yaptığından daha iyi sergiler yapıyor. Üç hafta önce Paula Rego‘nun 1970’lerdeki çalışmalarından oluşan harika bir sergi açıldı. Böylece gelişmeye devam ediyor.
*Troyka, Avrupa Komisyonu , Avrupa Merkez Bankası ve Uluslararası Para Fonu tarafından oluşturulan tek karar verici grubu ifade etmek için kullanılan bir terimdir.
Paula Rego, Hikayelerin Hikayesi ile İstanbul’da olma sürecinin hikayesi nedir peki?
Bu, aynı zamanda serginin küratörü olan, Alistair Hicks‘in fikri ve projesiydi. Bana bu sergiyi açıp açamayacağımızı sordu. Ben de anneme sordum ve burada sergi açmanın O’nu çok mutlu edeceğini söyledi. Çünkü eserleri daha önce Türkiye’de hiç gösterilmedi. Pera Müzesi’nin kendisine sergi teklif etmesinden büyük onur duydu. Bir de annem İstanbul’u çok seviyordu ve yemekleri de. Tabi bu fikir annemin hazirandaki ölümünden önce şekillenmiş ve planlanmıştı. benim burada olmam ne yazık ki annemin burada olmamasından kaynaklanıyor.
Eminim kelimelere sığmayacak ve klasik bir bir soru olacak fakat Paula Rego gibi bir sanatçının oğlu olmak nasıl olmalı?
Açıkçası onunla çok gurur duyuyorum. Bana hiçbir şey öğretmeden ondan çok şey öğrendim. Çocukların sadece örnek alarak öğrendiğini söylerdi. “Onlara sebze yemeleri için bağırırsanız, sebze yemeyi öğrenmezler, bağırmayı öğrenirler.” derdi. Bu yüzden annemi örnek alarak bir çok şey öğrendim ondan. Öğrendiğim en önemli ve yaratıcı şeylerden biri benim için sanatın evrensel ve kamusal bir zenginlik olduğudur.
Peki sizin çalışmalarınızı nasıl etkiledi?
Sanat çok kişisel ve spesifiktir, kendinizin küçültülmüş halidir. Gerçek olan şeyi yaparsanız, diğer insanlar bunun onlar için de gerçek olduğunu hissedecektir. Ama evrensel bir konu yapmaya çalışırsanız, bu işinizi yapmaya devam etmek olacaktır. Bir film yapımcısı olarak benim için de bunu hatırlamamın önemli olduğunu düşünüyorum. Bu öğrendiğim en büyük dersti çünkü sizden, bir film yapımcısından her zaman halkı düşünmeniz isteniyor.
“Yastık Adam belki de Paula’nın en büyük eseridir.”
Son dönemde iklim aktivistleri, iklim değişikliğine dikkat çekmek için dünyaca ünlü sanat eserlerine saldırılar düzenlemeye başladı. Van Gogh’un ünlü tablolarından İnci Küpeli Kız’a kadar pek çok tabloya saldırı yapan iklim aktivistlerinin bu hareketi hakkında Paula Rego ne söylerdi?
Paula Rego iklim aktivizminin büyük bir destekçisiydi. Çevrede olup bitenlerin korkunç olduğunu ve kimsenin aldırış etmediğini hissederdi. Ayrıca sanat eserlerinin koruyucu bir camı olduğunu fark etti, böylece eserler zarar görmüyordu. Bunun bir soruna dikkat çekmek için olduğunu bilirdi çünkü aktivistlerin yetkililerce yeterince dinlenmediğini düşünüyordu ve bu gibi bir tepki amaçlarına ulaşamamış olacaklardı. Ama annem sanata zarar verme konusunda çok hassastı da aynı zamanda, eğer insanlar sanatı yok ederlerse, bu çok üzücü olurdu. Çünkü ondan sadece bir tane var. Paula Rego, faşist diktatörlük döneminde yaşayıp büyüyen bir sanatçı olarak, kitapları yakma eylemi gibi bir eserin yok edilmesinin insanlığın yapabileceği en kötü şey olduğunu düşündü. Yani sanatın herhangi bir şekilde bozulması çok üzücüydü onun için. Ancak iklim aktivistlerinin dikkat çekecek eylemlerinde sanat eserlerine zarar vermemek konusunda çok dikkatli olacaklarına da inanıyordu.
“Ama çizmeye başladıkça, bunu yapmak istemesinin sebebinin, bunun aslında çocukluğunda çözülmemiş, henüz kabullenmediği bir şey olduğunu fark ediyor. Demek kaşınması gereken kaşıntı bu. Bu gerçekten onun dışındaki bir hikayeden esinlenilmiş, onun hakkında bir resim.”
Annenizin en beğendiğiniz ve hatta işlerinize de ilham veren eseri, eserleri hangileri?
Aman tanrım çok fazla var. Yaptığı en büyük eser, belki de yaptığı en iyi şeylerden biri, Hollanda’da bulunan Haag Müzesi’ndeki “Yastık Adam”. Karmaşık bir hikaye hakkında. Ah Yastık Adam, Yastık Adam! Yastık Adam belki de Paula’nın en büyük eseridir. En başarılı işi olmasa da kesinlikle en önemli eserlerinden biri olduğunu düşünüyor. Neden? Çünkü teknik olarak pastelle en güzel çizilen odur. O resmi yaptığında gücünün zirvesindeydi. Ama aynı zamanda, o dönemde yaptığı şeyin özünü de içerdiği için. Sevdiği ama neden beğendiğini bilmediği bir hikayeyle başlıyor. Londra’daki Ulusal Tiyatro’da Martin McDonagh‘ın bir oyunu: Yastık Adam. Ama çizmeye başladıkça, bunu yapmak istemesinin sebebinin, bunun aslında çocukluğunda çözülmemiş, henüz kabullenmediği bir şey olduğunu fark ediyor. Demek kaşınması gereken kaşıntı bu. Bu gerçekten onun dışındaki bir hikayeden esinlenilmiş, onun hakkında bir resim.
Pera Müzesi’nde sergilenmeye başlayan “Köpek Kadın” adlı serisi ise annem için en önemli eserlerden biri. Çünkü kocası yani babamla olan ilişkisinde neler olduğunu anlamaya çalışıyordu. Ölümünden altı yıl sonra bu “Köpek Kadın” resim serisini yapmaya başladı. Bir erkeğe nasıl bu kadar aşık olduğunu ve asla yapmayı düşünmeyeceği şeyleri yaptığını analiz ediyor ve ona olan sadakatini ve itaatkarlığını anlamaya çalışmanın bir yolu olarak ilişkisindeki seçimlerini analiz ediyordu. Ve işte bu dizi, bir köpeğe otur demek gibi olan oturma hakkında, o orada oturuyor.
Bu seride Paulo Rego, yardımcısı Lila’yı model olarak kullandı değil mi?
Evet, Lila’yı model olarak kullandı. Ama kendi resmini yapıyordu aslında. Sık sık Lila’nın kendisi olduğunu söylerdi. Aslında resimlerdeki yüz Lila’nın yüzünden çok annemin yüzüne benziyor.
Peki siz hiç Paula Rego için model oldunuz mu?
Evet! Birleşik Krallık’taki Tate Galerisi’ndeki büyük bir tablo olan “Dans” adlı çok ünlü bir resimden bahsetmek istiyorum. Ay ışığının aydınlattığı bir kumsalda ön planda dans eden sekiz figürün yer aldığı büyük bir tablodur. Portekiz’de dans eden insanların, aşk içinde dans eden kadınların bir resmini çizmeye karar verdi ve babama, çok hasta ve kötü olduğu için, göstermek istedi ve bu tabloyu İngiltere’ye getirdi. Babam annemin tabloya bir adam koymasını söyledi. Annem ise bunun iyi bir fikir olduğunu düşündü, çünkü bunu babam istediği için değil, resme onun hakkında bir şeyler ekleyebileceği için. Babamı… Böylece bir kadının hayatının evreleri olan dev tablosunu yaptı. Babam çok hastaydı, poz veremezdi ve ayrıca yaşlıydı. Gençken babama benziyordum. Annem de, “Nicky, neden gelip poz vermiyorsun.” dedi.
“Ben o resmin, ona o yıllarda kendi ile daha fazla birlikte olabileceği ve hayatının geri kalanında ressam olarak daha fazla güç veren bir sembol olduğunu düşünüyorum.”
Bu arada, gerçekten babanıza çok benziyorsunuz!
Biliyorum. Bu yüzden beni kullandı ve o çok sıcak yaz günü babam öldü. Açıkçası şok olduk. Annem çok ağladı. Ve, “Tamam Nicky…” dedi, “geri dönüp resmi bitirelim.” Babamın takımını ve ayakkabılarını giydim ve babamın başka bir kadınla, başka bir sevgiliyle dans ettiği gibi pozlar verdim. Hayatımın en zor yılıydı. Ama onun ölümünün üstesinden gelmesinin tek yolunun bu olduğunu biliyordum. Bu babamın ölümünü unutturmadı ama yardımcı oldu. Sonunda annem resimde kendi başına dans ediyordu. Ben o resmin, ona o yıllarda kendi ile daha fazla birlikte olabileceği ve hayatının geri kalanında ressam olarak daha fazla güç veren bir sembol olduğunu düşünüyorum. Sonrasında ise annemin bir çok sevgilisi oldu. Ekseriya genç adamlar. Ömründe çok uzun ve iyi vakit geçirdi ama hep tek başınaydı. Ve aslında babamın ölümünden sonra yaptığı en iyi iş buydu.
Bugün Pera Müzesi’ndeki sergide de gösterimde olan 2017 yapımı “Paula Rego, Secrets and Stories” belgesel filminizin hikayesini merak ediyorum. Annenizin sırlarını ve hikayelerini anlatmanın güzel olduğu kadar zor yanları da vardır mutlaka değil mi?
Her şey çok zordu. Annemle oturup sohbet etmek bir yandan çok keyifliydi ama bir yandan da bana bilmediğim şeyleri anlatıyordu. Örneğin, depresyondan muzdarip olduğunu keşfettim. Depresyonu olduğunu biliyordum ama ne kadar kötü olduğunu bilmiyordum. O belgeseli yaparken birçok yönden çok sarsıldım. Diğer konu da, bunu BBC için yaptığımdı, çok önemliydi. Demek ki belgesel uluslararası olacak ve milyarlarca kişiye gösterilecekti. Yanlış bir şey anladığımı hayal edemezdim. Bu yüzden bu belgesel annemle işleri batırmak istemediğim büyük bir sorumluluktu.
Fakat bu belgeseli yapacak en doğru kişi sizdiniz!
Evet ama yaparken böyle düşünmüyordum. Bunu yapma şeklim, benim gerçeğimin değil, onun gerçeğinin hikayesini anlatmaya çalışmaktı. Bu benim bir tür rehberimdi. Yani mesela annem hakkında babamla tamamen farklı fikirlere sahip olduğumuzu gördüm. Hikayeyi babamın gözünden anlatsaydım, farklı bir film olurdu. Belgesele benim tanıdığım adamın, babamın gözünden değil, onun tanıdığı adamın, kocasının gözündeki hikayesini koydum.
Daha çok fantezi ve gerilim tarzında filmleriniz, televizyon serilerinin bir çoğunun yapım ve yönetmenliğini yaptınız. Bunlardan ilki “Photographing Fairies”, Steve Szilagyi’nin 1992 tarihli Photographing Fairie adlı romanına dayanan 1997 yapımı bir fantastik film. Peki diğer filmlerinizde ilham aldığınız yazar ve kitaplar nelerdir?
Peter Pan ve Alice Harikalar Diyarında filmlerinin yapımcılığını ve yönetmenliğini üstlendim, Alice Hoffman‘ın yazdığı The River King romanından uyarlanan filmin de hikayesini yönettim. Size karşı dürüst olmak gerekirse, bir film yapımcısı olarak hayatımdaki en büyük keşiflerden biri filmlere kitapların yardımcı olmadığıdır. Filmler hikayeyi ve onun görselleştirilmesini destekler. Ama kitaplar da sihirli değildir. Kitap kalitesinde bir film çekmek çok zordur. Çünkü kitap içseldir. Yazarının rüyalarını ve hayal gücünü keşfeder. Ama filmler bir anektottur, bir hikayeyi 90 dakikada ya da iki saatte çok çabuk anlatır. Godfather gibi kitabından daha iyi bilinen kült filmler var, fakat çoğunlukla kitap daha iyidir ve kitapla olan ilişkiniz bir filmden çok daha kişisel ve yoğundur.
Kariyerim süresince önemli kişisel keşiflerimden biri de, annemin işiyle ilgili ilginç olan şeyin, O’nun aynı zamanda bir resme başlamak için çok sayıda kitap okuması ve kitaplardaki hikayeleri kullanmasıydı. Peter Pan, Jane Eyre gibi… Ama bir kitabı okuyup yeni bir resme başladıktan sonra yaptığı, kendi hayatını resmetmekti, kitabı değil. Aslında neden Jane Eyre hakkında bir resim yapmak istediğini ve bunun kendi deneyimleriyle nasıl bağlantılı olduğu anlamaya çalışmak daha iyi ve daha ilginçti. Tüm resimler kişiseldir. Salazar’dan ilham almış olabilir ama aslında Salazar’a karşı hislerinin değişmesi de zaman içerisinde resmini etkilemiştir.
Portekiz’de Antonio Salazar’ın baskıcı diktatörlüğü altında büyüyen bir sanatçı anneniz. Size çocukluğundan bu konuda hikayeler anlatır mıydı? Aklınızda kalan biri var mı?
Ben de ailem ile birlikte Portekiz’de 13 yaşıma kadar António de Oliveira Salazar‘ın diktatörlüğü altında yaşadım. Salazar 1974’te diktatörlük sona ermeden önce 1970’te öldü. Annemin Salazar ile ilgili resimleri hakkında anlattığı hikayelerde aklımda kalan, resimleri oluşturma sürecinde ondan bu kadar nefret ederken aynı zamanda onun için nasıl üzülmeye ve acımaya başladığıdır. Aslında bu resimler de Salazar’dan çok annemi anlatır. Ama aynı zamanda çalışmalarının faşizm tarafından ne kadar kontrol edilmeye çalışıldığını da. Bu acıma hissinin nedenini bilmemesi onun için gerçekten büyüleyici bulmuştu. Ama annem Salazar için üzülmüştür.
İngiltere’de olmak sanatınızı nasıl etkiledi? Eğer Portekiz’de kalsaydınız nasıl olurdu?
Benim Portekiz’de bir evim var ama orada çalışamazsınız. Annem de Portekiz’de çalışamadı. Londra’da çalıştı. Portekiz’de çok fazla hayalet olduğunu söylerdi. Çocukluğunun hayaletleri ve sürgünde olanlar, genellikle o ülkede yaşayan insanlara kıyasla ülkeleri hakkında daha iyi konuşurlar. Çünkü sen oradayken her şey çok ham ve çok canlıdır. Ben bir film endüstrisi olmayan Portekiz’de büyüdüm. İngiltere’de ise hala film yapıyor ve filmlerinizi orada yapmak için para biriktirebiliyorsunuz ve ayrıca Britanya hayaletlerin daha az olduğu bir ülke. Daha çok bir Laureate ülkesi, daha yalın ve sade. Ama Portekiz büyülü bir ülkeydi belki Türkiye gibi bilmiyorum.
“Annem sanat yapmaktan hoşlanmıyordu, bunun korkunç bir fikir olduğunu düşündü. O resim yapmayı severdi, küçük bir kız ruhunun hissettiği masum duygular ile hem de. ‘Sanat yapmaya kalkarsan çöp yaparsın.’ diyordu… insanlar gelip burada sanat yapma özgürlüğü duygusuyla sergininin keyfini çıkarmalı.”
“Jason and the Argonauts” filminizi Türkiye’de çektiğinizi bilmiyordum ama burada öğrendim. Tam da Türkiye’de bir film çekseydiniz ana kahramanı ve hikayesi ne olurdu diye soracaktım.
Evet, Yunan mitolojisindeki en efsanevi maceralardan birini konu alan bu film, bir adamın tanrıların bir hediyesi olan Altın Post’u arayışının destansı destanında hayat buluyor. Türkiye de o dünyanın bir parçasıydı ve benden bu filmi Yunanistan’da çekmem istendi ama ben Türkiye’yi seçtim. Çünkü Türkiye’nin güneyinin mükemmel olduğunu düşündüm. Buradaki insanları da sevdim. Bu yüzden neredeyse iki yıllığına buraya taşındık. Hatta filmden sonra yıkılan Antalya yakınlarında bir antik Yunan şehri inşa etmek için bir yıl harcadık. Limanın yanında dev bir şehir olarak bir kumsal üzerine inşa ettik. Daha sonra bu filmi yönetmeye altı ayımı harcadım ama burada bir yıl geçirdim ve ülkenizi sevdim. Çok sayıda Türk oyuncumuz ve eski Yunan ordusundan bazı kişiler vardı. Bunu 1999’da depremden hemen sonra yaptık.
Paula Rego’nun sergisini ziyaret edeceklere bir mesajınız var mı?
Umarım sergiden keyif alırlar. Buradaki bir diğer şey de annemin göstermeye çalıştığı, sanat ve sanatçılar fark yaratır mesajı. Sanatın insanları değiştirme gücü vardır. Bu onun dünyasını değiştirmeyi başardığı bir deneyim. Sanat aynı zamanda insanın kendisini değiştirme gücüne de sahiptir. Sanat yaparken kendinizle ilgili şeyleri keşfedebilirsiniz. Annem sanat yapmaktan hoşlanmıyordu, bunun korkunç bir fikir olduğunu düşündü. O resim yapmayı severdi, küçük bir kız ruhunun hissettiği masum duygular ile hem de. “Sanat yapmaya kalkarsan çöp yaparsın.” diyordu ve bence insanlar gelip burada sanat yapma özgürlüğü duygusuyla serginin keyfini çıkartmalı. Çünkü sanat yaptığınızda her şeyi yapabilirsiniz.