Fazıl Say’ın Serhan Bali ve onun kurucusu olduğu klasik müzik dergisi Andante’ye olan sosyal medyadaki tepkisinin tüm yazılı ve videolu boyutları, aslına bakarsanız çok büyük bir fayda sağladı. Bir kez daha eleştirmenlik müessesi, eleştirmenin özerkliği, sanatçı ve eleştirmen ilişkisi üzerine düşünebildik. Bu ilişkinin, bu müessesinin açmazları, yeni edindiği alışkanlıkları, hiç kaybetmediği özelliklerini tekrar bulma şansı elde ettik. Serhan Bali’yle de bu konuşmamın amacı aslına bakarsanız tamamen bu. Eleştirmen kimdir? Nereden gelir? Sanatçıyla/ izleyiciyle /okurla mesafesi nerede başlar nerede biter gibi sorular üzerine bir kez daha bu güncel polemik sayesinde düşünebilmek. Dolayısıyla başta Fazıl Say’a da böyle entelektüel bir fırsatı yarattığı için sonra Serhan Bali’ye sorularımı titizlikle yanıtladığı için çok teşekkür ediyorum.
Aranızdaki polemikten kısa bir süre sonra Fazıl Say bize de ulaştırdığı sesli mesajında tepkisinin o eleştiri yazısından bağımsız olduğunu, seninle özel olarak 10 yıldır sorun yaşadığını anlatıyor. Andante’nin onun konserlerini mesela Ovacık konserini görmezden geldiğini iddia ediyor. Diğer konserlerinin de hiç sizin tarafınızdan haber yapılmadığını. Bu doğru mu?
Fazıl Say’ın videosunda söylediği gibi müzisyenlerin genelinde eleştiriye karşı bir hoşnutsuzluk hali her zaman vardır ama alanında saygın bir yazarı toplumda küçük düşürmeye yeltenene, işinden ettirene, iş verdirmemeye kalkana modern dünyada pek sık rastlanmaz. Gelişmiş ülkelerde buna yeltenen müzisyenlere o ülkelerdeki endüstriyel dinamikler müsaade etmez çünkü orada ilişkiler oturmuştur, herkes yerini, görevini, sorumluluklarını bilir ve ona göre davranır.
Benim Fazıl Say’la Andante’yi kurduğumuz 2002 yılından 2014 yılında Antalya Piyano Festivali‘nden ilişiğinin kesilmesine kadarki süreçte yakın bir çalışma arkadaşlığım olmuştur. Doğan Kitap’tan çıkan kitabının editörlüğünü üstlenmiş, New York, Dortmund, Lucerne, Viyana gibi yurtdışındaki konserlerini izleyip yazmış, sanat yönetmeni olduğu Antalya Piyano Festivali’ne her yıl giderek yazmış, Andante’de iki defa kapak yapmış bir müzik yazarı ve yayımcıyım. Hayyam davası sırasında ortağım Ahu Ünalp ile sabahlara kadar uyumadan oturup Fazıl Say lehine müzikseverlerden binlerce imza toplamışlığımız bile var. Eserlerinin devlet senfoni orkestralarının programlarından patır patır kaldırıldığında köşemden yanlışlığı haykırmıştım.
Gelgelelim Antalya Piyano Festivali’nde patlayan kriz sırasında benim tarafları uzlaşmaya davet eden, kamuoyuna açık mektuplarımı onun tarafını yeterli miktarda tutmak biçiminde görmedi Say. O dönemde Gürer Aykal’a çok sinirlenmişti ve çıkan bu krizde tamamen kendisinin haklı olduğunu düşünüyordu ama ben kendimce vardığım objektif bir değerlendirme sonucunda Aykal’ın da Say’ın da bu olayda hataları olduğunu savunuyordum. Sonraki Gürer Aykal-BİFO-Borusan Quartet-Fazıl Say gerginliğinde ise ben Fazıl’dan yana olmayıp BİFO ve Gürer Aykal cephesini haklı gördüğümü ifade ettiğimde ise Fazıl Say tarafından düşman olarak ilan edildim. Görüyorsunuz ki ortada öyle husumet falan yok, niye ve nasıl olsun ama benim bir yazar olarak, Say’ı haklı ve haksız gördüğüm konular ışığında yazdığım yazılar ve takındığım tavırların sanatçımızı yeterince tatmin etmemesi gibi bir durumdur söz konusu olan.
Eleştirmenimiz Feyzi Erçin’in bundan iki yıl önce Fazıl Say’ın Chopin ve Beethoven kayıtları üzerine yazdığı eleştiriler oldu. Bu eleştiriler de son derece nesnel bir şekilde yapıldı, içinde kimseye karşı husumet taşımayan bir arkadaşımızdır Feyzi Erçin ama Fazıl Say’ın eserleri ele alış ve çalış üslubuna çok da sempati beslemediği doğrudur ama ben de ille sen yaz diye ısrar etmemişimdir, onun kadar kılı kırk yaran bir titizlik ve bilgiyle kayıt eleştirisi yazan maalesef çok az yazarımız var.
Fazıl Say bu kayıt eleştirilerini de kendisine karşı husumet olarak algıladı ki çok hatalıydı bu konuda da. Ama ortada bir husumet arıyorsa eğer ünlü ABD’li eleştirmen Jed Distler’ın Classics Today sitesinde ve Gramophone dergisinde yıllardır onun kayıtları aleyhine yaptığı eleştirileri hedef almasını tavsiye ederim. Benim de dostum olan Distler, Fazıl’ın özellikle Beethoven kayıtlarını inanılmaz biçimde yerin dibine sokmuş bir eleştirmendir. (Fazıl Say Anglosakson coğrafyada kıta Avrupası’ndaki şöhrete sahip olmadığı için İngiliz ve ABD’li eleştirmenler onun konserleri ve kayıtları konusunda ellerini daha rahat hissederler).
Peki Distler mı tek başına haklı?
Tabii ki hayır, Distler’ınki de bir görüştür, bakış açısıdır, Erçin’inki de öyle.
Şimdi iki yıl önce yayımlanan bu kayıt eleştirilerinden sonra Fazıl Say sosyal medya hesaplarından yaptığı duyuruda bize hitaben dedi ki Andante dergisinde hakkımda artık olumlu veya olumsuz hiçbir haber yapılmasını istemiyorum. Ben de yaptığım kısa açıklamada önümüze Fazıl Say’la ilgili bir haber geldiğinde bunu tabii ki haber yapacağımızı çünkü bunun yayımcı olarak kamusal sorumluluğumuz olduğunu söyledim. Nitekim önümüze ara sıra gelen Say haberlerini dergimizde yayımladık ama elbette bunun dışında özel bir haber yapma teşebbüsünde bulunmadık. Pardon ama neden ve nasıl bulunaydık? Bu kadar motivasyon kırıcı hadiseden, kavga gürültüden ve sanatçımızın bizi kendi kamuoyuna karşı sürekli şeytanlaştırma faaliyetinden sonra Andante olarak biz de Fazıl Say’a karşı çok da ilgili davranmamak gibi bir tercihin içine girdik. Ovacık konseriyle ilgili bir basın bülteni önümüze gelseydi onu da girerdik ama gelmedi. Yalnız dikkatinizi çekmek istediğim bir başka husus var. Fazıl Say bizi neden şunu haber yapmadınız, neden bunu duyurmadınız şeklinde eleştiriyor ya, peki neden haberlerini yapmadığımızı söylediği kayıtlarını dergimize yollamamış?
“Bunlar sanıyor ki müzik eleştirmenliği denilen iş dünyada sadece konservatuvarlardan mezun olanlarca yapılır, yapılmalıdır. Hayır tam tersidir. Konservatuvardan öncelikle müzisyen çıkar, müzik yazarı veya eleştirmeni değil”
Endüstride kuraldır, sanatçı çıkan kaydını yayına yollatır, yayıncı kendisi talep etmez. Veya neden sanatçımız hiçbir konserine bir Andante yazarını davet etmemiştir son on yıl içinde? Bu da bir endüstri kuralıdır. Sanatçı yazarı davet eder konserine, yazar da basın diliyle söylersek akredite olur konsere. Düşünüyorum da acaba olumlunun yanında mutlaka olumsuz da yazacağımız endişesiyle mi konserlerine davet etmemiş, kayıtlarını yollamamıştır?
Belli ki sanatçımız Andante’yi salt bir müzik haberleri dergisi, Serhan Bali’yi de salt bir müzik haberleri veren muhabir biçiminde kafasında kurgulamayı tercih etmiş olacak ki habire aynı şeyden bahsediyor: Falanca konserin, filanca kaydın haberini neden yapmadın? Pardon ama kendisi bu işi zaten milyon kişiyi geçen sosyal medya hesaplarından her gün mükemmelen, hem de hiçbir sanatçının yapmadığı kadar -hatta bana göre aşırı- biçimde yapıyor, yani duyurmak konusunda hiçbir sıkıntısı yok. Öte yandan şunu da iyi bilmeli ki, Andante dergisi fiziksel ve online ortamlarda çalışan, enformasyon sağlama işlevinin çok ötesine geçen, kapsamlı kayıt ve konser yorumlarıyla değerlendirmelerin yapıldığı özel (specialist) bir platformdur, okuldaki duvar gazetesi değil. Sanatçı hoşuna gitmese de müsamahalı, tahammüllü olacak, başka şansı yok. Benim de hiç hoşuma gitmiyor yazdığım yazılarda, yaptığım radyo TV internet programlarında yaptığım hataların, tercihlerin olumsuz eleştirilmesi ama susup sineye çekiyorum ve yapılan eleştirilerden bir şeyler öğrenmeye bakıyorum.
Sanatçıların eleştirmenlere kızabileceğini onun da bir sanatçı olduğunu samimi bir şekilde ifade ediyor aynı videoda. Hatta bir tanesinin işten atılmasını sağladığını buna da sevindiğini belirtiyor. Klasik müzik dünyasında bunun başka bir örneği var mı? Müzisyenin şikayet ederek işinden attırdığı müzik eleştirmeni örneği? (Mesela beni çalıştığım gazetelerin genel yayın yönetmenlerine şikayet ederek atılmamı talep eden mektuplar yazan sanatçılar tanıyorum.)
Eleştirmenlerle müzisyenler arasında tarih boyunca daima yüksek voltajlı bir ilişki olmuştur. Wagner’in ve Bruckner’in belalısı olan Eduard Hanslick’i hatırlayalım. Bruckner kendisine büyük travma yaşatan Hanslick’ten yakasını kurtarmasını imparatordan rica etmişti. Daha yakın bir dönemden besteci-orkestra şefi Leonard Bernstein’ın azılı eleştirmeni olan ünlü yazar Harold Schönberg’i hatırlayalım, Schönberg New York Times’taki yazılarında Bernstein’a kafayı takmış, adamcağıza hayatı zindan etmişti. Bunlar tabii ekstrem örnekler ama eleştirmenin bir numaralı varlık nedeni, dinleyiciye dinlediği müziği, izlediği performansı anlamlandırma, değerlendirme çabasında ışık tutmaktır diye düşünüyorum. Uzmanlaşmayı seçtiği alanda deneyimli, bilgili bir yazar dinleyicilerine her yazısında yeni kapılar açar. Kendisini sanatında geliştirmek isteyen, meraklı, ilgili bir müzisyen bilgisi ve deneyimine saygı duyduğu bir eleştiöre değerlendirme yaptığının bir göstergesidir. Bir başka alanında uzman eleştirmen de çıkar Fazıl Say’ın Beethoven’lerini yere göre sığdıramaz. Müzisyen elden geldiğince aynı soğukkanlılık ve tarafsızlıkla yaklaşmalıdır, bu zenginlik ise en çok dinleyicinin işine yarar. Dinleyicilerin de favori eleştirmenleri vardır, yıllardır aynı köşe yazarının tiryakisi olmak gibi bir şeydir bu, günümüzde ‘influencer’ diye bilinen yönlendiricilerin gücüne sahiptir ismini duyurmuş eleştirmenler.
Hiç unutmam, bir opera eleştirmenimiz bir operacımızın bir eserde çıkması gerekip de çıkmadığı bir notayı işlediği yazısından drmen tarafından övülmek kadar eleştirilmeyi de hazmedebilmelidir. Eleştirmene doğal olarak öfkelenebilir çünkü müzisyenler emosyonel varlıklardır ama bu öfkesini toplumda ulu orta eleştirmene savaş açmaya, ona saygısızlık yapmaya kadar asla götürmemelidir. Her eleştirinin de sonuç itibariyle öznel bir dışavurum olduğunu unutmamalıyız.
“Eleştirmen ne kadar somut veriler ve gözlemlerden hareket ederse etsin o da sonuçta öznel beğeni ve tercihlerinin etkisinde kalacaktır, o da bir insandır, yapay zekâ değildir”
Örneğin Feyzi Erçin’in Fazıl Say’ın Beethoven yorumlarının hepsinden hoşlanmaması, bazı beğenilerinin yanında hoşlanmadığı tarafları da öne çıkarması, Feyzi Erçin’in eleştirmen olarak benimsediği, tercih ettiği birtakım kıstaslara golayı operacımızla uzun süreli bir polemiğe girmişti, nota örnekleriyle açıklıyordu meramını, neyse iş sonra tatlıya bağlandı. Benim Radikal gazetesinde yazdığım dönemde yıllar önce başıma gelen ibretlik bir hadise vardır. Alıngan bir kemancımız Mozart çalış stilini yazımda olumsuz eleştirdim diye beni avukatına vermeye kalkmıştı hatta bana gazetemde bir süre yazdırtmadığının daha sonra farkına varmıştım. Ama nadir de olsa yaşanan örneklerden birinde bir duayen bestecimiz operası hakkında çok ağır bir eleştiri yazmama rağmen ne bana ihtar çekmiş ne de küsmüştü. Bunun gibi olumsuz ve olumlu nice olay yaşadık.
Yaşadığın bu olaylar o kadar tipik o kadar tanıdık ki ki öte yandan. Eleştiriye karşı niye bu kadar tahammülsüzüz sence?
Bizdeki müzisyenlerde genel bir tahammülsüzlük hali var evet. Bunun burada ayrıntılarına giremeyiz ama sosyo-kültürel ve tarihsel nedenleri olduğunu düşünüyorum. Biz bunu yıllarca çeşitli vesilelerle yaşadık, ben yıllardır Andante başta olmak üzere çeşitli mecralarda eleştiri yazmakta ısrar ettiğim için kimileriyle yıldızım hiç barışmadı, kimileriyle yıllarca küs kaldım. Filiz Ali bu yüzden eleştiri yazmayı bıraktı, Evin İlyasoğlu da müzisyenlerin alınganlığını ve dost kalamadıklarını gerekçe göstererek, faaliyetini bırakmasa da eleştirilerini çok azalttı. Andante’de çok yetkin bir opera eleştirmenim, sanki çok sayıda eleştirmenimiz varmış gibi yazılarına operacılarımızdan gelen anlamsız tepkiler yüzünden soğudu, artık çok az yazıyor. Eleştirmenlik çok meşakkatli bir iş, ben kendimi salt eleştirmen olarak nitelendirmem, ara sıra müzik eleştirileri de kaleme alan bir yazarım derim kendim için. Eleştirmenliği fildişi kulesinde yaşamak zorunda kalmak gibi görürüm bazen çünkü sözcüklerinizi ne kadar dikkatli seçerseniz seçin, olumsuz bir şeyler yazdığınızda müzisyenlerle çelişkiye düşmeniz, onlarla aranızın bozulması, bir ortamda yüz yüze geldiğinizde yüzlerini çevirmeleri vs. kaçınılmazdır. Tiyatroda, sinemada, resimde, edebiyatta olduğu türden klasik müzik alanında profesyonel eleştirmenler çıkmadı bu ülkede, çıkması da çok zor çünkü bir kere sektör çok küçük, eleştirmenlik kurumunu profesyonel olarak kaldıracak büyüklükte değil, menajerlik sisteminin hala olmaması gibi eleştirmenlik sistemi de yok. Pasta büyütülemedi Türkiye’de bu alanlarda maalesef. Eleştirmenlik kurumunu besleyecek bir eğitim de verilmiyor müzikoloji bölümlerinde. Bu okullardan mezun olan gençlerin müzik eleştirmenliği/ yazarlığı/ gazeteciliği yapayım, dergide gazetede blogda klasik müzik üzerine yazayım, eleştiri de yapayım diye dertleri olamıyor çünkü bu işten para kazanılamayacağı endişesi doğal olarak yaşanıyor. Medyadaki kültür-sanat servislerinin hali yıllardır ortada. Ancak yazmaya, paylaşmaya tutkuyla bağlanması, bunun mesela bende olduğu gibi bir virüs gibi vücuda yerleşmiş olması lazım ki, başka bir iş yapıyor, o işlerden geçimini sağlıyor olsa dahi kendisine ait bağımsız oluşumlar da kurabilsin. Online dergi yayımlayabilir, internette blog-site açabilir vs. Dünyada da klasik müzik eleştirmenliği eskisi gibi gözde değil, bu da klasik müziğin tüm dünyada büyük irtifa kaybetmesinden kaynaklanıyor. Toplam nüfus içinde ihmal edilecek kadar marjinal bir kitlenin ilgisini çekiyor klasik müzik eleştirileri o yüzden eskiden klasik müzik eleştirmenlerine haftalık aylık sütun açan irili ufaklı pek çok gazete dergi eleştirmenlerini istihdam etmekten vazgeçiyor. Bu kişiler internete geçti ama düzenli gelirlerinden oldular. Dolayıyla klasik müzik eleştirmenliği günümüzde artık profesyonel yapılan yani insanı geçindiren bir meslek olmaktan çıkarak internet ortamında yapılan ve para kazanılamayan bir yan işe dönüştü.
Öte yandan Say, akademik ve muhafazakar son derece yukarıdan bir tavır sergiledi sosyal medyada. Özellikle twitter’da. Ben en çok müzik habercisi sözüne takıldım. Böyle bir ayrım yapmasına. Eleştirmen başka haberci başka. Bu habercilere de haksızlık eden bir tavır değil mi?
Fazıl Say’ın bu bakış açısını konservatuvarlarımızda yıllardır öğrencilere kazandırılan bakış açısının doğal bir yansıması olarak görüyorum. Maalesef pek çok müzisyende görülebilecek bir tavır bu ve aslında dünyanın geldiği noktayı iyi okuyamamaktan kaynaklandığını düşünüyorum. Geçmişte eleştirmenliği bizzat besteciler yaparmış, ek gelir olurmuş onlar için çünkü besteleriyle geçinmeleri mümkün değildi çoğunun. Schumann için şakayla karışık benim kıdemli meslektaşım derim çünkü Avrupa’nın ilk müzik dergilerinden birini yayımlamış ve müzik eleştirileri yazmıştır. Berlioz keza müthiş aktif bir eleştirmenmiş. Çaykovski, Saint-Saens, Grieg bunların hepsi konser-opera eleştirmenliği yapmış bestecilerdir. Besteci veya müzisyen olmayıp kült müzik eleştirmeni figürüne dönüşen ilk isim olarak George Bernard Shaw’u görürüz. Sonra çok sevdiğimiz Stefan Zweig da uzun yıllar müzik eleştirmenliği yapmıştır.
Müzikoloji disiplininin dünyada gelişmesiyle birlikte Avrupa ve ABD’de bu disiplinde eğitim alan müzik eleştirmenleri ortaya çıktı ve bunlar 20. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren müzik eleştirmenliğini domine ettiler. Andante’yi kurarken örnek aldığım dergilerden İngiliz Classic CD ilk kez cesur bir iş yaptı ve müzikolog olmayan ama bu alana tutkuyla bağlı, yıllarını dinlemeye, okumaya, anlamaya vermiş, eli kalem tutan, üslup sahibi ama farklı meslek gruplarından insanları da müzikologların yanında dergide eleştirmen yaptı. 2000’li yılların başından itibaren internetin gelişmesi ve hele günümüzde sosyal medyanın ortaya çıkmasıyla ortaya inanılmaz çeşitlilikte bir manzara çıktı. Dünya üzerinde binlerce internet sitesi, blog, sosyal medya hesabı her gün klasik müzik üzerine yazıyor, görüş paylaşıyor, eleştiriler yapıyor. Tarihte pek çok alanda olduğu gibi bu alanda da hiçbir zaman böylesi bir zenginlik yaşanmamıştı. Tabii bu, zenginlik olduğu kadar inanılmaz bir kakafoni de. Sapla samanın birbirine karıştığı, medyası olan herkesin konuştuğu, gerçek uzmanların kaybolduğu bir cangıla dönüştü ortam.
Öte yandan Fazıl Say gibi müzisyenler müzik eleştirmenliği kurumunu ve müzik eleştirmenlerini gereksiz varlıklar olarak gördüklerini, aslolanın artık sosyal medya üzerinden yapılan paylaşımlar olduğunu ciddi ciddi duyurdular ki bu çok sakat bir yaklaşım tabii çünkü sosyal medya paylaşımından anladıkları hadsiz sınırsız bir pohpohlama mekanizması başka bir şey değil. Müzisyenlerin birbirlerine ve fanların müzisyenlere her konserden, temsilden, kayıttan sonra yaptıkları geleneksel çiçekli alkışlı emojili kutlamalar ciddi eleştirilerin yerini almış oluyor bu durumda. Yine Fazıl Say konuyla ilgili yaptığı son Instagram paylaşımında müzisyenlerin haklarında çıkan olumsuz eleştirilere geçmişten bugüne her zaman öfkelendiklerini ve bunun da çok doğal olduğunu söylüyor ki kendisine hak verdiğim yegâne sözü bu. Fin besteci Sibelius’un ünlü sözüdür: ‘Eleştirmenlerin yazdıklarına itibar etmeyiniz, hiçbir eleştirmenin heykeli dikilmemiştir.’
“Ben eleştirmenlerin yazdıkları metinlerle hedef kitlelerinin dinleyiciler olduklarını düşünürüm. Evet eleştiri metinlerinin özneleri sanatçılar oldukları için bu metinler doğal olarak onları da ilgilendirir ve onlar da eleştirmenleri okurlar (ama bu arada çok sayıda ünlü müzisyen vardır eleştirmenleri okumadığını iddia eden). Velhasıl, eleştirmenlerle müzisyenler arasında tarih boyunca daima gerilimli bir ilişki olmuştur, bu işin doğasında vardır gerilim”
Fazıl Say’ın sen beni eleştiremezsin, sen sadece bir müzik habercisisin demesini, sen müzisyen değilsin müzik eleştirisi yapamazsın, sen benim yaptığımı yorumlayamazsın diye ‘sözüm ona’ beni aşağılamasını bu söylediklerim ışığında garip karşılamadım ama onun adına trajik buldum çünkü bu sözleri onun bu anlamda ne kadar geri kalmış bir zihin yapısına sahip olduğunu gösteriyor. Başıma ilk kez de gelmiyor ayrıca, 13 yıl kadar önce bir bestecimiz de ‘muhabir Serhan Bali’ diyerek beni sözde aşağılamaya kalkmıştı. Patetik öyle değil mi? Bunlar sanıyor ki müzik eleştirmenliği denilen iş dünyada sadece konservatuvarlardan mezun olanlarca yapılır, yapılmalıdır. Hayır tam tersidir. Konservatuvardan öncelikle müzisyen çıkar, müzik yazarı veya eleştirmeni değil. Müzik eleştirmeni yetiştirmesi gereken bir kurum aranıyorsa bu öncelikle müzikoloji fakültesidir. Ama bu da demek değildir ki sadece ve sadece müzikoloji fakültelerinden mezun olanlar müzik eleştirmeni, yazarı olabilir, müzik üzerine yazabilirler. Bu, müzik eleştirmenliğinin ne anlama geldiğini ve ne işe yaradığını bence bilmemekten kaynaklanıyor. Günümüzün müzik eleştirmeni müzik teorisi, armoni, kontrpuan bilmekle veya bir müzisyen kadar eser analizi yapabilmekle, yok efendim Lavignac bilmem kaçıncı derece solfej bilmekle falan mükellef değildir. Bıraksınlar artık bu modası geçmiş düşünceleri. Bir bilimsel müzikoloji yayınında değil, BBC Music veya Andante gibi popüler bir klasik müzik dergisinde veya falanca gazetede, internet sitesinde müzik eleştirmenliği yapacak kişinin de elbette belli donanımlara sahip olması aşikardır ama bunlar daha ziyade genel bir müzik kültürü oluşturan bilgilerden oluşacak bir donanımdır. Besteciler, dönemler, türler, formlar, stiller üzerine sağlam bir bilgi dağarcığı, yorumların arasındaki belli başlı farkları anlayacak kadar dinleme deneyimi ve kulak hassasiyeti, vardığı düşünceleri ifade edebilecek sağlam bir yazıya dökme yeteneği ve üslup kaygısı yeterli olacaktır.
Elbette buna, benim de aldığım dersler, kendimi yetiştirmem ve üzerine üç yıl boyunca konservatuvarda yaptığım yüksek lisans sayesinde geliştirdiğim nota/partisyon okumayı da katarsanız tatmin edici müzik eleştirileri yazmaya hazırsınız demektir. Nota/partisyon okuma hakikaten önemlidir çünkü müziğin resme, tiyatroya, romana kıyasla daha özel ve çetrefilli bir alfabesi vardır ve müzisyenler bu alfabeyi kullanarak müzik yazarlar veya onu çözerek, üzerinde yıllarca çalışarak müzik yaparlar. Notalardan, dinamiklerden, akorlardan ve daha pek çok girift yapılardan oluşan bu alfabeyi çözmek de kolay iş değildir ama çözmek konusunda ne kadar çaba sarf ederseniz eserin veya yorumun değerlendirmesini de o kadar zengin, dolu yapmış olur, okurunuzda daha derin bir tatmin duygusu uyandırırsınız. Ama asla ve asla müzik eleştirmenliği yapmak için birincil şart değildir nota/partisyon okumak. Müziği ve dinleme sanatını yanlarında öğrendiğim rahmetli büyüklerimden Ömer Umar, Nazmi Akıman, Üner Birkan müzisyen olmamalarına rağmen inanılmaz bir farkındalık, deneyim ve ferasetle eserleri ve farklı yorumlarını analiz eder, sonuçlara varır ve bunları bize aktarırlardı. Son yaşadıklarımdan sonra sanırım bir de müzik yazarlığı ve eleştirmenliğinin bu ülkede hak ettiği yeri ve değeri bulması için, müzik eleştirmenliğini sadece müzisyenler yapabilir yanlış algısını kırmak için de çalışacağım.
Fazıl Say’ın hedef saptırmak için, ‘sen müzisyen olmadığın için müzik eleştirmenliği yapamazsın’ iddiasına tekrar gelirsek… Ben de müzik alanında eğitim aldım tabii, konservatuvar/ müzikoloji fakültesi okumamama rağmen, aldığım özel dersler ve 2016-2019 yılları arasında Okan Üniversitesi Konservatuvarı’ndan müzik yüksek lisansım var; solfej, müzikoloji, piyano vs. dersleri dışında soprano Seta Kürkçüoğlu ile o çatı altında üç yıl çok yoğun şan çalışmaları yaptım. Şan alanında gelişmek için Ingo Kolonerics, Ece İdil, Grace Bumbry, Antoine Palloc masterclass’larına katıldım, masterclass konserlerinde söyledim, yaş sınırı olmayan Grandi Voci adlı uluslararası bir şan yarışmasına katılıp tur atladım, Arın Denizaşan’la bir yıl şan tekniği çalıştım. Arkadaşlarımla bir yıl önce İstanbul Opera Topluluğu adında bir şancılar grubu kurduk, ülke çapında konserler veriyoruz. Yani Fazıl Say’ın bana yönelik sarf ettiği ‘müzik bilmiyorsun’ söylemi, babasının Gürer Aykal hakkında sarf ettiğini öğrendiğimiz o talihsiz söz gibi ”havagazı”. Benim son yıllarda epeyi azalttığım müzik eleştirilerinde uzmanlaşmayı seçtiğim alan vokal müziktir (opera, şarkı vs.).
Dolayısıyla Fazıl’ın endişelenmesine gerek yok, onu yazacak değilim. Klasik müzik yazıcılığı dünyasında da uzmanlaşma vardır. Herkes her konuda yazmakta yetkin hissetmez kendini. Klasik müzik 1.500 yıllık devasa bir yapı, her dönem stil tür besteci çalgı üzerine uzmanlaşmak mümkün değil. Feyzi piyano çaldığı için piyano kayıtları alanında daha rahat kalem oynatır. Ben opera-şarkı söyleme tekniklerine, literatürüne, repertuvarına görece daha fazla vakıf olduğum için o alanda yazmaya kendimi daha ehil hisseder ve yazarım da ve yazdıklarımız okurlarca değerlendirilir, puanlanır, sonunda herkesin yazdığının bir alıcısı bulunur. Yazmayı sevdiğim bir alan da kayıt eleştirisidir. Yıllarca yazdım yayınlandı hala fırsat buldukça yazarım.
Feyzi Erçin’in bu yazımının dışında Chopin eleştirisinde onu Chopin’e eklemeler yapmakla oysa o eklemeleri Chopin’in yaptığını anlatıyor. Bununla ilgili ne diyorsun?
Bu soruya benim değil Feyzi Erçin’in cevap vermesi daha doğru olmakla birlikte, Fazıl Say’ın, ama o bir avukat ne anlar müzikten, bana gelsin ben ona müzik öğreteyim diye sözde küçümsediği Feyzi Erçin yirmi yıldır seçkin bestecimiz Ali Darmar’dan piyano dersleri alan, piyano repertuvarına inanılmaz biçimde hâkim, arada hem solo hem de benimle birlikte şan-piyano konserleri veren, Boğaziçi Üniversitesindeki malum olaylara kadar film müziği üzerine çok popüler bir ders veren, Varşova Chopin Piyano Yarışmasının amatör piyanistlere ayrılan bölümünde yarışmaya hak kazanan çok yetkin bir arkadaşımızdır. Düşünün böyle bir yazarın müzik bilgisini sorguluyor Fazıl Say ve biz de işimizi gücümüzü bırakmışız Fazıl Say’ın işlerini eleştirmeye ne kadar ehil olduğumuzu kamuoyu önünde kendisine ispatlamaya çalışıyoruz. Hepimizi içine düşürdüğü şu durum ne kadar alaturka aslında…
Feyzi Erçin’in Fazıl Say’ın Chopin ve Beethoven kayıtları hakkında Andante’de yayımlanan eleştiri metinleri öyle sanıyorum ki ‘Kral çıplak’ diye haykırmak istediğimiz yönünde Say’ın kafasında tesir uyandırmış olmalı çünkü yıkıcı bir saldırıya geçti, bizi günlerce mesajlarıyla taciz etti, fanlarına sosyal medyasında yuhalattı vs. Neticede bu objektif, bilgi dolu, güzel yazılmış eleştirileri Say yıllardır çok dikkatlice ördüğü, Türkiye’nin bir numaralı, dünyanın sayılı piyanistlerinden biri olduğu imajına ciddi bir darbe olarak algılamış, bizi de o yüzden düşman koltuğuna oturtmuştur.
“Sanatçıların aralarında rekabet yaşamaları doğaldır, hepsi de egosu yüksek insanlardır ama bu rekabet kıdemli meslektaşlarına saygısızlık, onları hiçe sayma noktasına vardırılmamalı. İdil Biret’in olağanüstü geniş repertuvarı içinde pek çok bestecinin yanı sıra özellikle Beethoven ve Chopin, Gülsin Onay’ın Chopin ve diğer Romantikler, Hüseyin Sermet’in Beethoven, Liszt ve Fransız bestecilerin eserlerini yorumlamaktaki kusursuzlukları, Pekinellerin Karajan ve Bernstein yönetimindeki Berlin ve Viyana Filarmoni Orkestralarıyla da çaldıkları göz kamaştırıcı global kariyerleriyle kıyaslandığında Say elbette bugüne kadar gurur duyulacak çok önemli işler yapmıştır ama kendinden önce kim varsa hepsini halının altına süpürmesini gerektirecek bir ‘görülmemiş olağanüstülük’ de yoktur ortada”
Bu Echo ödülüyle ilgili de senin eleştirilerin olmuş. “Bir sanatçı olarak ödül almak amacım değil” diyor. Ve senin yüzünden kazandığı ödülü savunmak zorunda kaldığını buna içerlediğini de ekliyor. Bu ödül meselesi nedir?
Benim ödüllerle işim olmaz diyor ama bir ödül aldığında da günlerce sosyal medyasından duyurularını yapıyor o yüzden bu lafları inandırıcı değil. Fazıl Say’ın söz konusu Echo Ödülüyle ilgili sosyal medya hesabımda olumsuz bir yorum yaptığım doğrudur (Bunun üzerine Say bu mesajımı avukatlarının incelediğini yazmıştı bana) çünkü ben de bu ödül organizasyonlarının bir parçasıyım son on yıldır, ulusal ve uluslararası alanlarda ve neler olup bittiğini iyi biliyorum. Olayın Fazıl Say’la ilgisi yok, olay büyük paralar harcanarak yapılan, gösterişli törenlere sahne olan bu tip ödül organizasyonlarının dünyanın en büyük kayıt şirketlerinin promosyon aracı haline gelmiş olmasıdır. Fazıl Say’ın ödül alan kaydının ödüle değmeyen kötü bir kayıt olduğunu söylemedim, ben sadece ortada büyük paraların döndüğü bu tip organizasyonlarda ödül almanın pek de matah bir şey olmadığını bir klasik müzik profesyoneli olarak öne sürdüm. Bunu da dışardan biri olarak değil, bir uluslararası ödül organizasyonunun jüri üyesi olan biri olarak söyledim. Kısa adı ICMA olan Uluslararası Klasik Müzik Ödülleri’nin Avrupa’nın önde gelen klasik müzik yayınlarının genel yayın yönetmenleriyle birlikte ben de dergimiz Andante’yi temsilen kurulduğundan bu yana 11 yıldır jüri üyesiyim ve ayrıca dört kişilik yönetim kurulundayım. Bizimki, ortada hiçbir paranın dönmediği, dönmediği için de büyük kayıt şirketlerinin ilgilenmediği, bu vesileyle müthiş işler yapan bağımsız butik klasik müzik kayıt firmalarına pozitif ayrımcılık yapabildiğimiz daha mütevazı ama klasik müzik dünyasında hem müzisyenler hem ciddi dinleyiciler tarafından daha fazla ciddiye alınan bir ödül organizasyonuna dönüştü. Son yıllarda ödül törenlerimizi Avrupa’nın en güzel konser salonlarında dünyaca ünlü orkestraların ev sahipliğinde yapıyoruz, Lucerne KKL, Leipzig Gewandhaus gibi. ICMA olarak Fazıl Say’ın Naxos’tan çıkan ve eserlerinin kayıtlarını içeren bir oda müziği kaydına da iki yıl önce ödül verdik, kendisi bu ödülü de elbette hemen duyurdu ama ne Andante’yi ne de benim dergiyi temsilen bu birliğin jüri üyesi olduğumu zikretti.
Son olarak şunu da eklemeden geçemeyeceğim ki Fazıl Say, sosyal medya paylaşımlarında bizim 2010-2018 yılları arasında düzenlediğimiz Donizetti Klasik Müzik Ödülleri törenine de sık sık sataşıyor. Ödül törenimizin ismi birinci yılında Andante Klasik Müzik Ödülleri iken kendisine Yılın Piyanisti ödülünü sahnede Çiğdem Simavi’nin elinden takdim etmiştik. Daha sonra Beyoğlu Belediye Başkanlığıyla girdiğimiz ortaklık sonucunda ismini Donizetti Klasik Müzik Ödülleri olarak değiştirdik. Fazıl Say Donizetti ismini daima küçümser artık niyeyse? Osmanlı düşmanlığı mıdır bilemiyorum. Beyoğlu’nda yaşamış bir klasik müzik figürü olsun istemiştik törenin ismini ve benim önerimle Anadolu’ya çoksesli müzik sanatının ilk kez bilinçli olarak girmeye başlamasının sembolik ismi olarak da görebileceğimiz Donizetti Paşanın isminde karar kılınmıştı. Fazıl Say’a göre ödüllerin ismi Türk Beşlerinden biri olmalıymış. Kendisi Türk bestecilerine şu son dönemde gösterdiği yoğun ilgiyi yaşamı boyunca gösterdiğini düşünmemizi istiyor herhalde ama hayır uzun yıllar boyu aslında Fazıl Say Türk bestecilerine uzak kaldı, onları ne konserlerinde çaldı ne de kayıtlarını yaptı. Son on yıldır bu alanda bir çabanın içinde kendisi, kayıtlarını yapıyor, Erkin’in eserlerini Schott’a aldırdı falan, kutluyoruz bu çabalarını ama sanki kendisi on yıllardır bu bestecilerin kıymetini bilmiş de biz bilememişiz gibi bir sahiplenmeye de girmesin lütfen. Kimbilir biz de önümüzdeki yıllar içinde planladığımız etkinliklerden birini Türk Beşlerinden birinin ismiyle şereflendiririz…
Andante’nin kuruluş zamanına tam da aslında klasik müzik gibi son derece zor bir alanda bu işe soyunmana neden olan gerçeklere ve hayaline gidelim mi biraz?
Gidelim tabii. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunu bir genç adamdım ve yedi yıldır çalıştığım aile şirketinde çok mutsuzdum, hayatımda beni tatmin edecek yeni heyecanlar arıyordum. Üniversite yıllarımdan beri tutkunu olduğum klasik müzik alanında profesyonel düzlemde bir iş yapmayı gözüme kestirmiştim ama ne yapacaktım? Ya tekrar üniversiteye girip müzikoloji okuyacaktım ya da konservatuvara girip müzisyen olmayı seçecektim. Yaşım ilerlediği için (29) ikisini de gözüm kesmedi ve klasik müziğin yanı sıra edebiyata, yazmaya, okuyup araştırmaya da meraklı biri olduğum için ülkenin klasik müzik camiasında eksiği en fazla görülen şeylerden biri olduğunu gözlemlediğim müzik yayımcılığı alanında bir şeyler yapmayı daha doğru bularak 2002 Ekim ayında Andante’yi kurdum. Kısa sürede çevremizde çok güzel bir yazar ve arkadaş kitlesi oluştu. Küçük bağımsız bir dergi olarak ilk birkaç yıl aile şirketinin desteği ve sonraki yıllar ayakları üzerinde duran tamamen bağımsız bir sanat dergisi olarak yolumuza devam ettik. Ailemin manevi desteğini ve başımız çok sıkıştığında başka türden desteklerini o ilk yıllarda her zaman yanımda buldum. Dergimizi son beş yıldır ise uzun süredir çeşitli alanlarda el ele gönül gönüle çalıştığımız, artık kardeşim gibi gördüğüm Ahu Ünalp ile birlikte ortak şirketimiz üzerinden çıkartıyoruz. Eşim Melike de Andante’nin yıllardır ayrılmaz bir parçası. Üç kişilik küçük dev bir kadroyuz anlayacağınız.
Peki bu geçen süre içinde neler fark ettin? Neyin değiştiğini neyin asla değişmediğini düşünüyorsun?
Andante ne salt haber ne salt eleştiri ne salt eğitim vs. amaçlı bir dergi oldu bugüne kadar, bunların hepsini bir kazanda dengeli biçimde kaynatmaya çalışan bir yayın olmayı amaçladık çünkü muadilimiz yoktu, ilginçtir hala da yok, arada bazı denemeler yapılıyor ama uzun süreli olamıyor çünkü profesyonelce yürütülmüyor, bu iş başka işlerle birlikte yapılabilecek bir iş değil. Benim başlangıçta kendime hedef aldığım yayınlar Classic CD, BBC Music Magazine, Classic FM, Classica, Le Monde de La Musique gibi mükemmel İngiliz ve Fransız yayınlar türünde, geniş bir klasik müzik kitlesi tarafından takip edilebilecek, içinde bilimsel makalelere, teknik dile ağırlık veren eleştirilere yer vermeyen, klasik müziği keyifli bir uğraş haline getiren, halka klasik müzik sevgisi aşılayan, bu tutku etrafında bir araya gelen insanlara aidiyet duygusu verecek, renkli, kuşa kağıda basılı, cicili bicili bir popüler yayın yapmaktı. Hatta gazeteci Emre Aköz bu çabamızı görüp o zaman bize blucinli klasik müzik dergisi adını takmıştı. Andante’nin ısrarla sürdürdüğü popüler sanat yayını çizgisinin özellikle müzikoloji camiamızın bazı snob üyelerince aşağılandığı, küçümsendiği, hatta reklamcılıkla suçlandığımız dönemler olmuştur. Bunu da bu insanların çoğunlukla dil bilmemelerinden kaynaklanan Batılı yayınları okuyamama, Batının klasik müzik ortamlarını tanıyamama, oralarda bu işlerin nasıl yapıldığını bilmemeye yormuşumdur. Bizim öncelikli hedefimiz ülkemizdeki genel halk kitlesine klasik müzik kültürünü aşılamak oldu yoksa nota değerlerini öğretmek, armoni kurallarını anlatmak, kontrpuan ödevleri vermek, nota örnekleriyle eser analizleri yapmak gibi şeyler değil, kaldı ki onları yapan ihtisaslaşmış eğitim kurumları ve yayınlar zaten var. Hoş yeri geldi notalarla bezeli ciddi makaleler, incelemeler, analizler de bastık ama yirmi yıllık serüvenimizde asıl hedefimiz bunlar değildi.