A password will be e-mailed to you.

Bedri Baykam “yabancı sanatçılar daha pahalı, daha tanınmış, daha iyi yatırım” diyen koleksiyonerlere, "fıkralarda bile görülmeyen düzeyde bir anlayış" sözleriyle tanımladığı bir manifesto ile yanıt verdi.

“BEN TÜRK SANATINDAN ÇIKTIM”CILARIN 

ÇELİŞKİ DOLU DÜNYASINA YANITIMDIR.                                                                                           Bedri Baykam


(ÖNCELİKLE BİLİNMESİNİ İSTERİM Kİ, BU MAKALE TÜM KOLEKSİYONERLERE VE MÜZAYEDELERE GENELLEYİCİ BİR BAKIŞI YANSITMAMAKTADIR. TÜRK SANATÇILARININ DEĞERLERİNE VE YARGILARINA SAYGILI DAVRANAN KİŞİ VE KURUMLARA TAM TERSİNE, MESLEKTAŞLARIM VE ŞAHSIM ADINA TEŞEKKÜRLERİMİ SUNUYORUM)


Profesyonel sanat ortamının bildiği ve konuştuğu, fakat belki sanatseverlerin henüz tam göremediği, hatta öğrenseler de inanamayacakları konu, Türk koleksiyonerlerin önemli bir bölümünün içine düştükleri büyük gaflet: 

“Ben artık Türk resminden çıktım”

“Ben artık Türk galericisinden resim almıyorum. Çünkü batılı sanatçılar batıda daha çok para ediyorlar, daha meşhurlar. Daha güvenli alışveriş yapıyorum. Böylece hem daha havalı uluslararası ilişkiler kurmuş oluyorum, hem daha ‘in’ bir koleksiyonum oluyor. Zaten Türkiye’de devlet de destek vermiyor. Ne gerek var zaman kaybetmeye, çok yavaş ya da hiç değerlenmeyecek bir esere yatırım yapmaya…”

Bu ve buna benzer çarpık fikirlerle kafasını doldurmuş “Avrupai” koleksiyonerlerimiz, bana 1960’ların Türk filmlerinde kendini Yeşilköy Havaalanı’na atıp “Avrupa’ya acil bir bilet lütfen” diyen romantik ve naif Yeşilçam aktörlerini hatırlatıyor. Batıdan gelen her şeyin daha iyi, daha güzel, daha anlamlı olduğuna inanan, farkına bile varmadan batı karşısında edilgen, “adamlar yapmış abi” ekolünün hayranlığını DNA’larına geçirmiş bir koleksiyoner tipolojisi giderek yayılıyor. Dönemsel bir hastalık, şu anda Türk çağdaş sanatının varlığını toptan tehdit ediyor. Özellikle son 35 yılda harcadığımız emeklerle yoktan varolmasını sağladığımız bu alan, şu anda veba gibi yayılan bilinçsiz bir tavrın kazdığı ölüm çukurlarına rağmen direnmeye devam ediyor. Sanatçısıyla, galericisiyle, sanat emekçileriyle, bin bir umutla sanat okumuş gençleriyle…

Önce bu tehlikenin boyutunu biraz aktarmak istiyorum: Belki farkında değiller ama, bu ihanet dolu, ülkesinin prestijini, geçmiş sanat birikimini, gelecek kültürel varlığını çöpe atmaya hazır ve bu konuda acımasız olduğu kadar egoist ve umursamaz olan, kültürel bilinci sıfıra yakın bu insanlar yüzünden, bu bulaşıcı saygısız düşünce sanat burjuvazisinin içine yayılmaya devam ediyor. Ve bu nedenlerle Türk çağdaş sanatı evrensel sanat dünyasına doğmaya çalışırken, henüz bir bebekken bitkisel hayata girecek. Buna açık tepki verecek sağduyulu koleksiyonerler ve/veya özel kurumlar devreye girmezse, başka türlü sonuçlanması imkansızdır.


MANTIK İFLASININ DORUĞU

Aslında bu batı bağımlıları biraz okur yazar olduklarını hatırlasalar, okuyabilecekleri bazı makale ve kitaplarla açıklarını oldukça kapatabilirler. Örneğin bundan 32 yıl önce kaleme aldığım ve batının çağdaş sanat ortamındaki önyargılı tavrına protesto notası çeken San Francisco Manifestosu ve Maymunların Resim Yapma Hakkı kitabımı okusalar, öncelikle zaten işin kökeninde aslında batının, modern sanat konusunda doğu ve güney ülkelerine ne kadar borçlu olduklarının farkına varacaklar. Şu noktadan itibaren okuyacaklarınız açısından aklınızda tutmanızı rica edeceğim bir bilgi daha vereyim size: 1986’da New Art Examiner dergisinde Modern Sanat Tarihi Batının Bir Oldu Bittisidir yazım çıktıktan sonra yarattığı polemik ve ilgi alanı çerçevesinde, Güney Amerikalı, uluslararası bir koleksiyoner, Edgar Gunther, yıllarca sürecek bir sanat ödülünü yaşama geçirdi. Her yıl uluslararası ortamda Güney Amerikalı sanatçıları teşvik etmek için konulmuş bir “art prize”. Benim adıma daha gurur verici bir gelişme olamazdı. Gunther’le ömür boyu dost kaldım, üç  yıl önce ne yazık ki vefat etti. Ama görüyorum ki, sanat alanında doğu-batı arasındaki abartılı haksızlıklar ve dengesizlikler konusunda onun bugünkü Türk koleksiyonerine hatırlatacağı çok şey var.

Hadi diyelim ki içerikli sanat tarihi okuma ilgilerini çekmiyor. Peki bugün yaşadıkları, para kazandıkları ülkede, biz sanatçılar nasıl bir hayat sürüyoruz farkında değiller mi? Bir yanda batılı bin bir ulusal-uluslararası veya belediye müzeleri birbiriyle rekabet ve iş birliği yapmışken, en az on kuşaktan beri on binlerce koleksiyoner aile en önemli sanat eserlerini toplamaya alışıkken, devletler, en mükemmel koleksiyonlara sahip olma peşinde kendini paralıyorken, diğer yanda bizim ülkemizdeki çağdaş sanatçılar, sıfır devlet desteği, hatta tam tersine devlet baskısı, sansürü ve tehdidiyle boğuşarak bir varlık savaşı veriyor, yok sayılabilecek küçük paralarla hem sanat yapma, hem uluslararası etkinlikler sürdürme, hem de yaşam mücadelesi ile uğraşıyor. Sevgili koleksiyonerlerimizin bazılarının kalkıp “yabancı sanatçılar daha pahalı, daha tanınmış, daha iyi yatırım” diyebilmeleri, ne yazık ki dünyada çok bilinen bazı bölgesel fıkralarda bile görülmeyen “düzeyde” bir anlayışa sahip olduklarını kanıtlıyor. Yani bu konuları hiç mi hiç düşünme vakitleri olmamış! Rekabet içinde olduğumuz batılı meslektaşlarımızla kıyası anlayabilmeniz için, yine vermeyi sevdiğim o örneğe döneceğim. 5000 metre olimpiyat yarışı düşünün: Alman atlet en iyi vitaminleri almış, en hafif ayakkabılara sahip, en iyi et-balık-nişasta oranlarının hesaplandığı bir gıda programı izlemiş, meşhur antrenörlerle çalışmış; bizim atletinse, bir ayağına pranga vurulmuş, diğerine dev bir taş bağlanmış, 3 gündür uyumamış, 2 gündür su içmemiş, yemek yememiş. Ve sonra yarış başlıyor, batılı atlet arayı açmaya başlıyor tabii… Ama inatla bizim atlet de koşuyor, herkesin şaşkın bakışları arasında. Yarışı kaybetse bile olimpiyat ruhuyla tüm abartılı engellere ve sabotajlara rağmen koşuyor, koşuyor, koşuyor… İşte sanat alanında bizler aynen bu durumdayız. Onların arkasında milyar dolarlık bütçeler ve tüm manevi özenli destek, bizde ise ilgisizlik, yok sayma veya tam tersine hedef göstererek tehdit ve caydırma girişimleri… Tabii işin daha ilginç bir yönü de var: Bizimki sanat alanı; atletizm gibi objektif başarı kriteri yok. Türk atlet bu handikaplara rağmen belki kazanabilir! Ama sanat alanında ne gezerrr! Kimin hangi büyük müzede retrospektif dev sergi açacağı kapalı kapılar ardında, sadece “onlar” tarafından belirleniyor! Yani atletizmde, Etiyopyalı bir atlet gelip en zengin ülkeleri en akıl almaz imkansızlıklara rağmen geçip altın madalya alabilir. Ama sanatta o şans bile yok. Her karar “batılı VIP” grubu tarafından alınıyor. “Sen benim sırtımı kaşı, ben senin sırtını kaşıyayım. Ben sana genç sanatçılarımı yollayayım sen onlara Chicago, New York, Miami müzelerinde tur attır, ben de senin sanatçılarını Avrupa ve Fransa müzelerinde gezdireyim”. Zaten arkalarında Deutsche Bank, Rockefeller Foundation, Rothschildler, Alman veya Fransız Kültür Bakanlığı ve milyarlarca dolarlık fon imkanı var. Bu adamları Türkiye’ye getirseniz, ya sansüre uğrarlar ya takibata! Çünkü bildiğiniz gibi devletimizin bir adet modern veya çağdaş sanat müzesi yok! Bırakın devletin sanata bir tutku duymasını, konuyla bir ilgisi dahi yok!  Bu ayıp da zaten siyasetçilerin topuna 1000 yıl yeter. Bu ülkede, sanat denilen “şey”in, gördüğü nefret dışında hiçbir resmi karşılığı yok! Atatürk ve İnönü’den beri, ülkede sanata önem veren tek bir siyaset adamı gelmemiş ki! Talat Halman, İsmail Cem veya Ercan Karakaş gibi değerli isimleri istisna tutuyorum. Onların da devlete yön verecek seviyede güçleri olmadı.


BİR TÜRLÜ UMURSAMADIKLARI DEĞERLER

Bir sanat dergisinin Şubat sayısında bu konu işlendiğinde, ne kadar acıdır ki, bizim özenle isimlerini saklayarak korumaya çalıştığımız bazı isimler, açıkça kendilerini deklare ederek -dolaylı olarak da olsa- “Türk sanatını ipe götürme” kararlarını uluorta masaya koyuyorlar. Contemporary Istanbul esnasında, önemli bir merkez gazetemiz, siz olsaydınız bu fuardan hangi eserleri alırdınız gibi bir soruyu çeşitli koleksiyonerlere sormuştu. İlginçtir, “ben Türk sanatından çıktım”cı en ünlü koleksiyonerlerimizden birinin eşi, hata olmasın ve yanlışlıkla Türk resmi alınmasın diye, A’dan Z’ye yabancı sanatçı isimleri tavsiye etmekten kaçınmıyordu. Mesela onlara göre, devletin Türk sanatını desteklemiyor olması, onların da bu alandan çekilmeleri ve Türk sanatçısını yalnız bırakmaları için bir gerekçe. İşte ben buna pes derim! Yani mantıkları ters yöne çalışıyor: Esas akıllarına gelmesi gereken bu cümleler, dillerine hiç yaklaşmıyor: “Devlet bu alandan çekilmiş. Demek ki bizlerin Türk sanatçılarını desteklemek için on misli çaba harcamamız lazım. Çünkü bu ülkenin prestij meşalesini onlar taşıyor. Yabancı misafirlerim geldiğinde, onlara hangi müzede, hangi galeride, hangi çağdaş Türk sanatçısını göstererek gururlanabileceğim? Ben onları koruyamazsam, bu benim ticaretime de, pasaportumun gördüğü saygıya da yansır. Soğuk Savaş döneminde yaklaşık 20 sene boyunca CIA’in kültürel hegemonya politikası çerçevesinde soyut ekspresyonizmi, modern sanatı -“dejenere sanat” diye teşhir edip üzerine yürüyen Nazilere inat- “silah niyetine” kullandığı artık bilinen bir gerçek. Çünkü ülkeleri ithalat-ihracat yasa metinleri değil, sanatçılarının seviyesi taşır. Benim onları destekleyip, dünyaya da tanıtmam, tüm gücümü kullanıp batılı kurumların ön yargılarına rağmen sonuna kadar desteklemem lazım. Bu benim onurum, manevi ve kültürel varlığımı borçlu olduğum Atatürk aydınlanmasını korumak ve sürdürmek için vazgeçilmez ödevim!”. Ah Edgar Gunther ah… Cennetten gelip bir kere konferans verebilseydin bu topluluğa…


KORE, HİNT VE İRANLILAR, BİZİM KOLEKSİYONERLERE TARİH SAHİP ÇIKMA DERSİ VERSİNLER!

İlginçtir ki, en zengin ülkelerin sanatçıları bile böyle bir koleksiyoner koruması altındayken, Çin, Kore, Hint ve İran başta olmak üzere, onca batılı olmayan ülke kendi sanatçılarını en özverili duygularla sahiplenip Gunther örneğinde olduğu gibi korumaya alıyor, tüm dünyada onları en iyi yerlere çıkarmak için akla karayı seçiyor… Bizim sevgili koleksiyonerlerimiz ise yukarıda anlattığımız gibi davranacaklarına, “devlet bunlara zaten bir tokat atmış, iki tane de ben atayım” diyebiliyorlar. Bunu demekle kalmayıp, bu çözümlemeleriyle medyada övünmeyi düşünecek kadar da abartabiliyorlar. Tam tersine, sanata yatırım yaparken zor ve emek isteyen yolu tercih etseler, Türk resmini batıya taşıyacak yolları araştırsalar ve bunu başarsalar, çok daha tarihi bir hamleye imza atmış olacaklar. Ama ne yazık ki onlar birbirlerine ve yeni genç kuşaklara da aynı zavallı bakış açısını enjekte edebilmek için özel bir çaba harcıyorlar. “Ne yani, siz hala ananızın liginde mi oynuyorsunuz?” diye birbiriyle alay eden futbolseverler gibi, Türk sanatçısının eserlerini toplamaya devam eden insanları da yoldan çıkarmaya çalışıyorlar. “Gerekçeli” kararlarıyla, neden artık Türk sanatı almamaları gerektiğini üstüne basa basa anlatabiliyorlar… ve o anda tarihe arka kapısından girdiklerinin farkına bile varmıyorlar! Çocukları veya torunlarının bu tavrın izlerini gizlemeye mecbur kalacaklarının bilincine varamıyorlar. Bir insan ülkesinin değerleri, entellektüel evrensel temsiliyeti ve prestijine bu kadar mı alakasız ve “Fransız” kalabilir? O önemli yabancı misafirleri buraya gelip “neden hiç Türk sanatı yok bu evde” dediklerinde, ne diyecekler? Çünkü bilmedikleri şey şu: Bu işler batıda böyle yürümez. Bu “büyük işadamları”mız, kendi kendilerine şu soruyu sormaya cesaret edemiyorlar: “Ben bir rol-model olarak böyle davranırsam, herkesin de böyle davranmasını istersem, onlar da beni izlerlerse, nasıl bir Türkiye çıkar ortaya? Sanatçıları üretemez, sergi açamaz, fiyatları yok olmuş, dünyada etkinliklerini yapamayan, genç sanatçıların henüz işin başında mesleği toptan bırakmayı düşündükleri, geri adım atarken uçuruma yuvarlanan bir çağdaş Türk sanatı… Böyle bir hedef taşıyacak kadar kendini kaybedebilir mi, herhangi bir ülkenin gerçek sanatsever koleksiyoneri? Bakın aynı derginin piyasa dosyasında, İranlı kadın sanat insanı Rana Noebashari, neler söylüyor: “İran sanatının dünya çapında önemli bir yere gelmesindeki en büyük etmen ‘devamlılık’: Büyük müzelerin İran sanatına duyduğu ilginin nedeni bu. MET Museum, British Museum, LACMA’nın İran çağdaş sanatından örnekler almasının nedeni de bu”. Bir başka önemli noktanın ise, İran’ın ülke olarak öncülü Perslerin mirasına değer vermesi olduğunun altını çizen Neobashari, “Ulus olarak mirasımıza değer veriyor, onu koruyor ve yeni nesillere aktarıyoruz” diyor. 


Yine aynı dergiden bir alıntı daha: 

“Bir diğer İranlı galeri Dastan’s Basement’ın direktörü Roxana Afkhami’ye göre ise, bu başarı dünyaya açılan galerilerin yanında dünyanın çeşitli yerlerinde yaşayan ve lobi yapan İranlı sanat hamilerine ait: ‘New York Üniversitesi’ne bağlı The Abby Grey, İranlı sanatçıların Birleşik Devletler’de tanınmasında çok etkili oldu. Daha sonra diğer hamiler de harika özel koleksiyonlar yarattı ve bunları kamuya açtı. Bu özel koleksiyonlar tüm dünyayı dolaştı ve kimi galeriler bu durumu etkiledi. Birçok kişi güncel sanat müzelerinin kuruluş süreci boyunca önemli rol oynadı. Dünyanın önemli müzelerinin satın alma komitelerinde yer alan iyi bilgili hamiler de elbette çok önemli.”


Şimdi bir yanda ülkesini yüceltmek için bu özverili hamleleri yapan İranlılar var -ki onların bir Atatürk’leri olmamış- bir yanda da sanat ortamımızın oksijen vanasını kapatmaya kalkışan bizimkiler var. İnsan şu soruları sormadan edemiyor: Nedir emeliniz? Sanatçılar Türkiye’den, bu diyarlardan gitsin mi istiyorsunuz? 


Bunları okurken içim bir kere daha cız etti, neden biliyor musunuz? Tüm yaşadıklarımız gözlerimin önünden akıp giderken, aklıma New York’un zirvesini elinde tutan ünlü bir Türk geldi; müzik ve resim dünyasında son derece etkin bir insandı. 1980’lerde ben New York’ta üst üste sergiler açarken kendisiyle birçok kez bir araya geldik. Ne bana ne New York’ta yaşayan diğer ünlü Türk sanatçılara hiç bir faydası dokunmadı. Sembolik bir jest bile yapmadı. Bir tek sonradan New York’a giden bir sanatçımıza kısa bir süre destek oldu, o kadar. Halbuki, dünyanın en önemli gerçeküstü sanat koleksiyonerleri arasında adı geçiyordu. Yani İranlı hanımefendilerin anlattığı derin bilge, koruyucu, yurt dışında Türk sanatçılara güvenli limanlar yaratacak isimler de çıkaramadık, ne yazık ki. Günümüz Türk koleksiyoncularının sözünü ettiğimiz isimlerinde de sanatçıyı insan yerine koyarak onu kendi ülkesini ve geçmişini-geleceğini temsil eden bir bayrak olarak görme dürtüleri yok. Sanat, zenginlerin bir araya gelip, ellerindeki elmas parçalarına bakar ve yarıştırır gibi birbirleriyle üstü kapalı rekabet edebilecekleri bir alan değildir. Öncelikle herkese tekrar hatırlatmak lazım: Ortada bu beyefendilerin yapıt alma veya almama tercihi yapabilecekleri çok sayıda sanatçı olması, bir gerçeği değiştirmez: Sanatçılar, bu sanat ortamının içinde en önemli öğeyi temsil ederler. Nedeni de gayet basit: Sanatçılar olmazsa, ortada hiçbir şey yoktur. Sanatçı eser üretmeseydi, ortada ne müze, ne müze müdürü olurdu, ne koleksiyoner, ne galerici, ne küratör, ne müzayedeci… Bu nedenle sanatçılar en zengin veya en güçlü kişi imajını vermiyorlar diye onları hor görebileceklerini veya onlara çok saygı göstermeye gerek olmadığını sanan kimi şampanya bardaklı açılış resepsiyonu müdavimlerine hatırlatmak istedim!


TATE VEYA POMPİDOU’DA AÇILIŞA GELMEMESİ GEREKENLER LİSTESİ!

Bir gün, tüm bu engellere rağmen, modern ve çağdaş Türk sanatı, batıda hak ettiği şekilde sergilenecek. Belki MoMa’da, belki Tate’de veya Centre Pompidou’da… İşte o gün, shopping’e gider gibi dünya fuarlarını gezip “dostlar alışverişte görsün” mantığıyla yabancı galeri kapılarını aşındıranlar, lütfen o açılışa gelmesinler! Çünkü bu sergi, onların sabotajlarına rağmen yaşama tutunabilmiş Türk sanatçılarının dünyayla buluşma sergisi olacak. “Türk sanatı para etmez, değersizdir” diye etrafı borsa velvelesine verip, daha önce büyük pazarlıklarla topladıkları işleri, bir kısmı bu sanatçıların düşmanı gibi çalışan müzayedecilere teslim edenler, müzayedeci tuzaklarının da altında fiyatlardan piyasaya çıkararak bu sanatçıları haksız şekilde, açıkça mağdur edenlerin, yerleşmiş değerleri yok saymaya çalışanların o açılışta yerleri tabii ki olmayacak. Özellikle bu “düşünme” ve hatasından dönme, açıkça pişman olup günah çıkarma fırsatlarını kullanamamış olurlarsa! Bir de tabii tam tersine, o gün orada onur davetlisi olarak bulunması gerekenler listesi var. Her zorluğa rağmen, bu ülkede kendi girişimleriyle çağdaş sanat müzesi açan, sanatçılara saygı gösteren, Türkiye’yi dünya haritasında önemli bir yere getirmeye uğraşanlar. Onların da kimler olduğunu ve hangi alkışı hak ettiklerini biliyoruz. Ayrıca batılı olup alkışı hak edenler de olacaktır. Örneğin 2015’te Kunstverein Düsseldorf‘ta “The Art of the Turks” sergisini açan Alman küratörler Manuel Graf ve Hans-Jürgen Hafner, Haluk Akakçe, Erdağ Aksel, ve Adnan Çoker’in de aralarında bulunduğu, 20. yüzyıla ve Cumhuriyet dönemine geçişin iz ve sancılarını da içeren bir sergi hazırladılar. Benim de San Francisco manifestomu ön plana çıkarıp, bir çeşit batı kültürü adına özürlerini ve suç kabullerini sunmuşken, ne kadar acıdır ki, insanın kendi ülkesinde, kendi koleksiyonerleri arasında böyle çağdışı heveslerle yüklü moda akımlar yaşanabilmektedir!

Uzun lafın kısası, çok zor bir konudur Türkiye’de sanatçı olmak! Ülkemizde bu mesleğin bir varlık yansıması yoktur. Henüz devlet müzesi yoktur, mali ve manevi haklara saygı yoktur, bu mesleğin siyasilerin gözünde geçerliliği yoktur. Sanatçı olsa olsa potansiyel tehlikedir, hepsi bu. Onlara göre, her türlü sapkınlığı yapabilecekleri için, sürekli gözetim altında kalmalıdırlar! İşte bu kadar ilkel bir ülkede, bu kadar zor ve ağır şartlar altında bir varlık ve hiçlik mücadelesi veren sanatçılarına sonsuz bir aidiyet duygusuyla sarılacağına, onların Türkiye’nin kültür hazinesine hediye ettikleri eserleri, salt maddi güncel değer açısından analiz edecek kadar küçük düşünebilen bu insanları ilgilendiren tek şey, şöminelerinin üstünde gurur duyabilecekleri genç bir Türk sanatçısının işi değil, yabancı misafirlerine “name dropping” yaparak caka satabilecekleri ünlü bir yabancı sanatçı! Adı ister Anish Kapoor, ister Anselm Kiefer, ister David Hockney, Tony Cragg, Baselitz veya Salomé olsun, fark etmez. Konu hava basmaktan ibarettir. Hele o İngiltere galerisinde, o işi kendilerine satan sorumlunun adını misafiri de biliyorsa, gece kurtulmuş demektir! Burada sanatçı isimleri, galeri isimleri ve belki satıcı isimleri yarışır, hepsi bu. 


VAZGEÇİLMEZ KOLEKSİYON PARÇASI ALMAK MI, YOKSA “UCUZ İŞ” ARAYIŞI MI?

Yine bu ay verdikleri röportajlara inanacak olursak, bu güzide koleksiyonerlerimize Türk galerileri (ve sanatçıları) önce yüksek fiyat sunmuşlar, sonra fazla iskonto yapmışlar ve bu durum kendilerinde hayal kırıklığı yaratmış (!). Kendileri daha ağır cümleler kullanıyorlar da, geçelim. Söylemeyi unuttukları bazı ek bilgiler var burada. Örneğin, yabancı büyük galerilere neredeyse yok denecek pazarlıklarla milyon eurolar sayabilen bu değerli sanat insanlarının, sıra Türk sanatçılarına gelince, tüm pazarlık becerilerini devreye sokup kimi zaman 2000 Dolarlık bir ek indirim elde etmeye çalışmak için nasıl üç saat harcayabildikleri bu röportajlarda unutulmuş! Daha da ötesi, burada işin püf noktası şudur: Bu koleksiyonerlerin herbiri kendisini aynı zamanda ülkenin en başarılı ve zeki işadamı olarak gördüğünden ve birbirleriyle ciddi bir rekabet içinde olduklarından, onları ilgilendiren şey, X ressamın işini en UCUZA kapatmayı başarmış şahıs olabilmektir! Yani X veya Y ressamın en iyi, en tarihi, en çarpıcı işlerini almak onları ilgilendirmez. “En ucuz” noktasına takılıp kalmıştır çoğu zaman arayışları… Laf aramızda bu faaliyetin ana tanımlaması koleksiyonculuk olamaz. “Ucuz iş” arayışına kafayı takarak kimse koleksiyoner sıfatını hak edemez. Koleksiyoner sıfatı ciddi sanat tarihsel veya kişisel kalite arayışları ve özellikleri içerir. Konu, müzayede “av” alanındaki fiyata takılıp kalmaz. Fiyat savaşları konusunda okuru güldürecek bir hatırlatma yapmadan geçemeyeceğim. Bu koleksiyonerlerin çoğu, birbirleriyle rekabette olan “arkadaşlar” olduklarından, ya müzayedelerde “ucuz iş” ya da galeri veya atölyelerde “en iyi ama illa ki en ucuz iş” ararken, basit bir matematiksel gerçeğin farkına varamazlar: Bir galeri veya bir ressam, bir kentin tüm koleksiyonerlerine “en büyük indirimi” yapmış olamaz! Bu matematik bir imkansızlıktan ibarettir! En büyük indirim tek bir kişiye nasip olacak bir tanımlamadır. Halbuki hepsi bu sıfata talip olmakta ve hatta elde ettiğine kendilerini inandırmaktadırlar. Dolayısıyla bu koleksiyonerler birbirlerinin ağzından laf aradıkça strese gireceklerdir ve şayet bu zihniyeti terk etmezlerse, bundan kurtuluşları yoktur! Bu tavırlarının traji-komik sonucu, Walt Disney’in Varyemez’ini hatırlatan huzursuzluk ve güvensizlik dolu sahnelerden ibaret kalacaktır. Çünkü zaten sanat eseri tekildir. Böyle bir ortamda sanki “aynı eşya”, farklı fiyata satılmış ve “kazık yemişler” gibi bir havaya girilmesi, uzaktan yakından gerçekle örtüşmemektedir. 


BİZDE BATIK BORSACILAR, FRANSA’DA ÇİFT DİPLOMALI İMTİHAN VERMİŞ GERÇEK EKSPERLER!

Aslında bu “Türk sanatı para etmiyor, bizler o nedenle çıkıyoruz” şeklinde mantıklarını savunan insanların ortaya sürdükleri gerekçenin ana ayağı yıllardır Türk sanatçılarının işlerini değerlerinin beşte birine satmaya girişen müzayede evleridir. Ne ilginçtir ki, onlara hiç tepki vermez bu koleksiyonerler. Neye dayanarak bu toptan budamayı yaptıklarını da sorgulamazlar. Çünkü “damping” mantığı herhalde hoşlarına gidiyordur, işlerine geliyordur. Ama sanatçıyı harcayarak aleyhine çalışan bu ortamlarda, kendi bindikleri dalın kesildiğini de anlayamamışlardır. Aslında Türk sanatçısı müzayedelere karşı değildir, müzayedelerin sanatçıların değerini akıl almaz boyutlarda aşağı çekmelerine karşıdır. Fiyatlar, sanatçının hakları gözetilerek ve galericisine danışılarak konulsa, müzayedelerin yararı bile olabilir. Ama bizde çoğu zaman görülen, korsan saldırı unsuru olarak kullanılan, sanatçıları ve galericilerini iki paralık etmeye çalışan, toptan sürümden kazanç arayan bazı müzayede girişimleridir. Tabi burada etik davrananları, sanatçı ve galericileri arayıp danışanları tenzih ederim. Herhangi bir somut gerekçeye dayanmadan, kabul edilemez şekilde bu sanatçıların işlerinin rütbesi, %80 indirilir! Bunu kimin, hangi hakla yapmaya cüretini gösterebildiği, dev bir cevapsız sorudur. Tek yanıt, devletin bu konudaki ilgisizliği ve umursamazlığıdır. Dünyada hiçbir yerde bu kadar abartılı bir hak ihlali yaşanamaz. Burada kimilerinin öne sürdüğü sav şudur: “Zaten, katalog ne yazarsa yazsın, müzayede de o yapıt, gerçek fiyatına tırmanabilir”. Bu doğru değildir. Birincisi, bu denilen gerçekleşse ve o fiyat yukarı tırmansa bile, sonsuza dek o kataloglarda kalacak o basılı tahmini fiyat skalası, gelip o sanatçılara bir “raiç” gibi yapışır. Kimse bunun aksini iddia edemez. Öte yandan müzayedeyeye katılan potansiyel koleksiyonerler de, fiyatını çok daha yüksek olarak bildikleri bir sanatçı, o fiyattan sunulunca, bu sunumu yapanları bilinç altında bir eksper sandıklarından, bu değer yargısı onları şaşırtmakta, “demek ki ben yanlış biliyorum, bu sanatçı meğer artık toplanmamalıymış, değeri bu kadar düştüğüne göre” şeklinde bir yoruma itilmiş olmaktadırlar. Bu piyasaya girmeden önce menkul kıymetler borsasında batmış ve yasaklanma cezası almış kimi isimler, bu denetimsiz sanat piyasasında, akıl almaz bir şekilde her türlü rakamı aşağı-yukarı çekerek, dedikodu ile oynatabilmektedirler. Tümüyle sahipsiz bir boş alanda en ağır vahşi kapitalist sendromlar eşliğinde at koşturmaktadırlar ve kendilerine dur diyen yoktur. Mesela Fransa’da commissaire-priseurs’lerin yıllarca aldıkları eğitim ve geçirdikleri imtihanlar, anlaşılan gereksiz ötesi boş işlerdir! Büyük Türk koleksiyoneri, sıfır ekspertizle kafasına göre fiyatları kesip biçen yasaklı borsacıların değer yargılarını “kanun” kabul etmeye çoktan hazırdır! Bu değeri kendinden menkul sözde sanat eksperi müzayedeciler, şayet Paris’te aynı mesleği yapacak olsalar, en zor sınavlara girmeden önce iki diploma sunmaları lazımdır: Sanat tarihi ve hukuk fakültesi diplomaları. Bu ikisine sahip olmadan, o zor sınavlara girme hakkını bile elde edemezler. Yani uzun lafın kısası, bu ülkelerde, borsa batıklarına neden olanların performansı yeterli (!) sayılmaz! Ne yazık ki çok daha ciddi ve mantıklı prosedürler vardır! Orada sanatçıların değerini ve onurunu iki paralığa çıkaran saldırıları ciddiye alıp “piyasa kriteri” kabul eden koleksiyoner de bulamazsınız. Çünkü onlar çıkarcı spekülatörlere değil, sanatçıya güvenmeyi tercih ederler. Uzun lafın kısası şöyle özetleyebilirim durumu: Çince tek kelime bilmeyen ben, gidip Pekin’de yılın Çin edebiyatı şiir ödülünün tek seçiciliğine nasıl soyunmuyorsam, sanatta hiç bir geçmişi, ehliyeti ve ekspertizi olmayan ve balıklama piyasaya geçiş yapmış müzayedecinin, sanat ortamında fiyatlara ayar getirme ve raiç saptama merakı da aynen odur! Daha bile dramatik olan olgu ise, bu akıl almaz sorumsuz tavırdan en büyük zararı gören koleksiyonerlerin bu gerçeğin farkına varmayıp, ortaya atılan bu uydurma rakamları esas piyasa kriteri sanabilmeleri, buradan hareketle sanatçıları hedef alabilmeleridir. 

O ortamlarda en mantıklı ikazları gerekçeleri ile önlerine getiren sanatçı ve sanat derneklerini hiçe saymalarının arkasında, sanat eserine salt meta olarak bakmanın da ötesinde, sanatçıya saygı duymamaları vardır. Bunun bu çağda eserler açısından yapılan bir çeşit köle ticaretinden farkı yoktur. Halbuki, güya sanat ve içerdiği dokunulmaz derecede klas alana girmek, centilmen aristokrasinin, sanat eksperi müze ve tarihçilerin, kralların işidir gibi bir hava yansıtılır hep… Ne geezeeerrr? Geçmiş olsun! Bu tavırdaki müzayede evleri, sanatçılara bir dirhem değer vermez, saygı duymaz. Koleksiyonerler, nasıl sanatçılara zarar verecek çalıntı eser satın almaya kalkışmazlarsa, sanatçıların fiyat politikaları ve onurlarıyla alay edercesine onları değersiz ucuz eser seviyesine/seviyesizliğine indiren müzayedelerden de eser almamaları gerekir. Bunun lamı cimi yoktur! Çalıntı mal satışı bile, sanatçılara kimi müzayedelerin yaptığı saldırı kadar zarar vermez. Nedeni basit: İlkinde zaten olayın yasadışı olduğu tescilli, sanatçı bir eseri üzerinden zarar görüyor ama bu onun genel değerine etki etmiyor. Diğerinde ise kabul edilemez şekilde esere durup dururken kafasına göre yalan yanlış bir fiyat biçen bir sorumsuz insan, koleksiyonerler de içerikli bilgi dağarcığına sahip olmadığı için, o sanatçının tüm diğer eserlerinin değeri sanki birden düşmüş gibi bir uydurma hava yaratılmasına neden oluyor. Bu -yazık ki cehalet dolu ve özgüven yoksunu- ortamda, daha ağır bir zarar verilemez. Bu uyduruk sahte zarar, o sanatçının sanki tüm koleksiyonlardaki eserlerine ve ellerindeki tüm stokuna uygulanabilir ve yansımalıdır gibi bir ahlaksız hava ortaya çıkıyor. Yani bir deli kuyuya taş attı yüz akıllı çıkaramıyor sözü gibi, sorumsuz bir hamleyle, sanatçıların 20-30-40 yılda kurdukları dünya toptan ateşe atılabiliyor. Çünkü zaten alıcılar grubu kendi bilgi donanımsızlıkları içerisinde bu rüzgarlardan etkilenmeye ve spekülatörlere kanmaya fazlasıyla açık! Yani batıya yönelelim diyenlerin ana gerekçesi, müzayede sonuçları olduğuna göre, bu müzayede rakamları da tamamen alakasız ve illegal bir şekilde galerici ve sanatçıları budayan, değerlerini haksız yere yerlerde süründüren veriler olduğuna göre, batıya bu sonuçlar nedeniyle yönelmeye kalkışanların mantık nedeni havada askıda kalan içi boş bir buluttan ibaret.  


YALNIZ BATIYA ENDEKSLİ BİR TERS DURUŞ HANGİ AMACA HİZMET EDER?

10-15 yıl önce “Çağdaş sanat nedir ki?” diye kapıları aşındıran ve konunun alfabesini öğrenmeye çalışanlar, şimdi birden tereciye tere satar hale geldiler. Artık “connaisseur” oldular, dağdan inip bağdakini kovanlar gibi, Türk sanatçılarını beğenmez oldular. Öne sürdükleri gerekçeler de tam tersine neden dört elle Türk sanatına sarılmaları gerektiğinin dökümü mahiyetinde! Devlet veya yurt dışındaki Türkler sahip çıkmıyorsa, bu yurt içindeki gerçek koleksiyonerlerin üç misli kolları sıvamaları gerektiğini ortaya koyar, tersini değil. 

Çoğunlukla cumartesi öğleden sonraları bir araya gelip biz sanatçıları çekiştiren bu insanların çoğu, kendi aralarında sahte eksper yarışması yapar gibi hallere düşüyorlar! “Sözüm meclisten dışarı”, masal boyutunda bir batı hayranlığı ve ellerindeki sanat bütçesinin artık belki %80’den fazlasını veya tamamını dış  sanatçılara harcayan bir anlayış… Bu arada kimse yanılmasın: Bizler ne bağnaz, ne de tutucu insanlar olabiliriz. Tabii ki iyi bir koleksiyoner yabancı sanat da toplar. Benim koleksiyonumda da önemli yabancı eserler var. Burada yalnızca bir sanatçı değil, aynı zamanda koleksiyoner olarak da konuşuyorum. Büyük ve önemli koleksiyonlar Türk ve yabancı sanatını aynı anda toplar, işin normali de budur. Bırakın buna karşı olmayı, tam tersine Türk koleksiyonerleri bu yönde teşvik etmişizdir. Bana en çok keyif veren hatıralarımdan biri, değerli dost ve koleksiyoner Can Elgiz’in benim 1990’da yayınlanan “Boyanın Beyni” kitabımı okuduktan sonra yabancı sanatçıları da toplama kararı almış olmasıdır. Bugün yıllardır keyifle gezdiğimiz müzesinde, olması gerektiği gibi en güzel şekilde Türk ve yabancı sanatçılar yan yana asılıdır. Biz Türk sanatçılar, bunu eleştirmek bir yana, her zaman alkışlamış ve desteklemişizdir. Bugün müzesinde Adnan Çoker, Azade Köker, Şenol Yorozlu, Abdurrahman Öztoprak, Çerkez Karadağ, Hande Şekerciler veya benim yanımda, Julian Schnabel, Eric Fischl, David Salle, Cindy Sherman, Tracey Emin, Sol Lewitt, Gilbert & George veya Paul Mc Carthy’nin eserleri bulunmaktadır. En son Elgiz Çağdaş Sanat Müzesi’ni ziyaret ettiğim için detaylı örneği onun üzerinden verdim. Tabii ki onun haricinde dikkatli ve özenli şekilde bu dengeyi sağlayan bir çok kişi ve kurumumuz var. Mesela İstanbul Modern’i gezerken sadece Kiefer, Mark Bradford, Pae White, Matt Saunders, Baselitz, Julien Opie görseniz, şuan aldığınız zevki alabilir miydiniz? Peki ya Brezilya’da gittiğiniz bir müzede yalnızca batı sanatı görseniz ve hiç Brezilya sanatı olmasa, o müze hakkında ne düşünürsünüz? Uluslararası eserler toplayan bir koleksiyoner, mesela bütçesinin bir kısmını yabancı sanata, bir kısmını da Türkiye piyasasına harcayarak dengeyi sağlamalıdır. Ama bunu yaparken bile manevi olarak, önceliğin kendi topraklarının sanatında olduğunu hiçbir zaman unutmadan… Siz dünyada “ben Fransız sanatından çıktım” diyen ve bunun propagandasını yapan bir Fransız, “ben Kolombiya sanatı almam” diyen bir Kolombiyalı gördünüz mü hiç, duydunuz mu? Dünyada hiç kimse kendisini temsil eden aydınlanma meşalelerini aşağılayarak varlığını parlatabileceğine kendini inandıramaz. Bunun adı, bindiği dalı kesmektir. Rol model olması gereken bazı ünlü koleksiyonerlerin insanların beynini yıkayıp Türk sanatının oksijen yollarını kesmeye çalışmaları, yalnız yabancı sanat almayı özendirip bir de bunu kafalarına göre gerekçelendirmeleri, Türkiye’nin toplumsal kültürel tarihinde bir leke olarak kalacaktır…

Eğer bir koleksiyonerin zevki, beğenisi sadece yurt dışına yönelmesini gerektiyorsa (ki bu da garip bir kriterdir) buna diyecek bir şey yok. Ama sadece para, değer, piyasa, yatırım diyerek sanata bakıp, üstüne üstlük “benim olmayan yok olsun” mantığıyla bütün bir sanat ortamını ezmeye kalkıyorsa, orada durması lazım. Ayrıca şu gerçeği de kimse unutmasın: Eğer bu koleksiyonerler, sanat eseri almaya başladılarsa, bu Türk sanatıyla oldu. Şimdi kalkıp onu “öldürmeleri” kendi köklerini ve kimliklerini yok edecek!


GERÇEK KOLEKSİYONER KİMDİR?

Bu tavır, aynı zamanda yine farkında olarak veya olmadan, batının tüm kültürel emperyalizmine ve kolonyalizmine teslim olmak demektir. Batıya bağımlılığı ve ona boyun eğmişliği kabullenmektir. O koleksiyonerlerin anlayamadığı işin püf noktası şudur: O eserleri en güzel sözlerle kendilerine satan ve sürekli hal hatır soran galericilerin, art dealer’ların hepsi, kendilerine saygılı davranır, ama kesinlikle saygı duymazlar! Kendi evinde, dilinde, yaşamında sırf ortaya para dökerek aldığı yabancı eserlerle statüsünü belli etmeye çalışan insanlar, en iyi ihtimalle bir gün evlerindeki Picasso veya Matisse resmiyle caka satan petrol şeyhlerinin durumuna yükselebilirler. Kendi özgün seçimleri, kültürleri, ülkelerinin kültürel evrensel yansımalarına olan bağlılıkları konusunda sınıfta kaldıkları gibi, Korelilerden, Çinlilerden, İranlılardan ve tüm Güney Amerikalılardan öğrenecek bir ton hayat dersleri vardır. Kendi kendilerine bir an önce bu şansı tanımalarını dilerim. Çünkü sanat sandıkları gibi yalnız bir para kazanma, değer elde etme gibi yolların arandığı bir borsa, bir piyasa değildir. Sanatın para kazandırabilmesi ikincil, üçüncül bir detaydır. Gerçek koleksiyoner zaten ne resimden para kazanmak için resim alır, ne de parası değerlensin diye. Gerçek koleksiyoner, o işlere sahip olma tutkusuyla ve onları ancak kendisinden sonra müzesine veya çocuklarına bağışlamayı düşünerek yaşayandır. Birileri “o resim para edecek” dedi diye dedikoduyla resim almazlar, tutkulu şekilde bir eseri sevdikleri için alırlar. Diğer al-sat hamleleri, kendilerini kurnaz sanmalarına olanak tanıyan kendi kendini tatmin etme işlemlerinden ibarettir. Kendilerine ikincil dealer süsü vermeye kalkışmazlar. 


SONUÇ:

Türk çağdaş sanatçısının bugün içine itilmeye çalışıldığı durum şudur:

İçinde yaşadığımız ülke, bu mesleği resmi olarak kabul etmemekte, devlet hiçbir koleksiyon yapmayıp hiçbir modern ve çağdaş müze açmamaktadır. Normalde medeni bir ülkede el üstünde tutulması gereken sanatçılar, tam tersine itilip kakılmakta, aşağılanmakta, ağır taciz altında ve bir nevi müsamaha ile mesleklerini sürdürmektedirler. AKM’nin sekiz yıldır neden kapalı tutulduğunu bilen bir kişi yoktur. Plastik sanatlar alanına ömrünü vakfetmiş bir insan, şunu bilmelidir ki, mesleğinin dengi, ülkemizde henüz yoktur!

Ülke zaten kendi ekseninde ekonomik bir darboğaza ve irili ufaklı krizlere doğru yol almaktadır. Bu ortam zaten sanat alımını teşvik eden bir ortam değildir.

Türkiye ne yazık ki dört bir yanında komşularıyla kötü geçinen, her noktası iç ve dış siyasi gerilim hatları yüzünden sıcak savaş noktasına çekilmiş bir ülkedir. İster güneydoğu, ister İstanbul, ister Ankara, terör ve katliamlar etrafta savaşla beraber kol gezmektedir. Tüm bu unsurlar zaten insanları sanat izleme ve koleksiyon yapma fikrinden uzaklaştırırken, buna ek olarak:

Müzayedeler, Türk çağdaş sanatçılarını ve yapıtları rencide eden en haksız alt fiyatlara çekmekte, sanatçıların mali ve manevi haklarını açıkça ihlal edebilmektedir. Müzayede ortamı, çoğu zaman konuyla alakası olmayan, sanatla ilgili hiçbir yeterliliği olmayan bu konuda gerekli düzeye sahip olmayan insanlara teslim edilmiştir.

Bu da yetmezmiş gibi, sanat alımına ve koleksiyon oluşturmaya devam eden Türk çağdaş sanat ortamının en önde gelen isimlerinin “biz Türk sanatından çıkıyoruz” söylemiyle, ellerindeki Türk sanatçıların işlerini topluca sanatçıları kıyama uygun birer mal olarak gören kimi müzayede evlerine aslanlara yem atar gibi götürüp bırakmaları, affedilmez bir nihai öldürücü darbedir. Bu sorumsuz fiilin sahipleri, bu tavırlarıyla ne kendilerine, ne Türk sanatına, ne de ülke prestijine hangi zararları verdiklerini görmekten uzak, ağır ve şaşırtıcı bir bilinçsizlik içinde yüzmektedirler.

Gerçek koleksiyoner, sanatçılara köle muamelesi yapan ve piyasa manevralarıyla kariyerleri lekelemeye kalkışan düzeysiz, sorumsuz ve ehliyetsizlerden etkilenmez, onların müzayedelerinden eser alamaya gitmez, bu sanatçıları yok etme girişiminin parçası olmaz. 

Türk çağdaş sanatı, batı hormonlarının yapay pompalamasıyla kendine varoluş nedeni bulmaya çalışan bazı sorumsuzların etkisinden bir an önce çıkıp bin bir zorlukla gelinen noktada, gerçek yurtsever-sanatsever-koleksiyonerlerin elbirliğiyle, dünyada hak ettiği noktaya doğru ilerlemelidir ve bunu başaracak özgünlüğe ve kuvvete sahiptir. Bu arkadaşların isimlerini burada afişe etmiyorsak, onlara bu karanlık hatalarından dönme şansı vermek istediğimizdendir. Yoksa hatalarında ısrar ederlerse, kaçınılmaz şekilde sorumsuz ve vurdumduymaz bir çocuk gibi yaptıkları bu ağır gaflar, hem de kendi sözleri üzerinden kalıcı bir leke olarak alınlarına sürülecektir. Hedefimiz tabii ki bu değildir; tersine, bu ikazlarımızın temel amacı da, onları tarih önünde kalıcı hatalardan korumaktır. Çünkü sanat aracılığıyla gelen saygınlık çok kısa sürede belleklere kazınabilir, ama ne var ki, aynı hızda bu saygınlık yok olabilir, yerini tam tersine başka duygulara  da bırakabilir!

Daha fazla yazı yok
2024-11-22 03:51:45