A password will be e-mailed to you.

Tepenin Ardı ve Abluka filmlerinin ödüllü yönetmeni, İTÜ İnsan ve Toplum Bilimleri Bölümü’nde öğretim görevlisi Emin Alper, Barış İçin Akademisyenler’in “Bu suça ortak olmayacağız” bildirisini imzalaması sebebiyle “Terör örgütü propagandası” iddiasıyla Çağlayan’daki İstanbul Adliyesi’nde 36. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılanıyor. “İmza atmamın tek nedeni barış sürecine geri dönülmesi, bizim ve bizimki gibi pek çok kuşağın hayatında derin etkiler bırakmış bir sosyal travmanın gelecek kuşaklar üzerinde de benzer etkiler yapmaması arzusudur” diyen yönetmenin davadaki beyanını yayınlıyoruz:

 

1974 yılında Konya’da doğdum. Liseyi Ankara Fen Lisesi’nde, lisans eğitimimi ise Boğaziçi Üniversitesi İktisat Bölümü’nde tamamladım. Boğaziçi Üniversitesi Atatürk Enstitüsü’nde “1960’lı yıllarda sosyal hareketler ve öğrenci hareketi” konulu doktora çalışmamı tamamladım. 2010 yılından beri İTÜ İnsan ve Toplum Bilimleri Bölümü’nde öğretim görevlisiyim.

Akademisyenliğimin yanında senaryo yazarlığı ve film yönetmenliği de yapmaktayım. “Tepenin Ardı” ve “Abluka” adlı, yurt içinde ve dışındaki festivallerde onlarca ödül kazanmış iki filmin yazarı ve yönetmeniyim.

Hem doktora tezimde işlediğim konu hem de filmlerimde işlediğim temalara geriye dönüp baktığımda, 1990’lı yılların ve o yıllara hâkim olan çatışma ve şiddet atmosferinin düşünce ve hayal dünyamda nasıl derin izler bıraktığını görebiliyorum. Bizim kuşağımız neredeyse gözünü dünyaya açtığında Türkiye bir iç savaş ortamındaydı. PKK Güneydoğu Anadolu’da ilk saldırılarını gerçekleştiği yıllarda ise henüz ilkokuldaydım. O zamanlar ilkokul öğretmenimiz dersin ilk beş dakikasını günün önemli haberlerini özetlemeye ayırırdı. Dersin başında günün en önemli haberini vermek hevesiyle parmağımı kaldırarak “dün eşkiyalar Diyarbakır’da bir karakolu basıp askerlerimizi öldürdüler” dediğim anı dün gibi hatırlıyorum. Yıl 1984’dü.

Lise yıllarımda ise bu ve benzeri haberlerin ardı arkası kesilmedi. Genç bir milliyetçi olarak o yıllarda iki şeyin aklımdan hiç çıkmadığını hatırlıyorum. Bir tanesi PKK’nın korucu köylerinde giriştikleri katliamlar ve bunların manşetlerden inmeyen fotoğraflarıydı. Bu kör şiddete ve vahşete bir türlü anlam veremiyordum. Beni öfkelendiren bir başka şey ise PKK’yı bir türlü ortadan kaldıramayan siyasetçilerdi.

Üniversite yılları geldiğinde artık daha akılcı düşünmeye başlamış ve siyasetçilerin “bu bahar terörü bitiriyoruz” sözlerinin içi boş, klişe bir ifadeye dönüştüğünü anlamıştım. Giderek okuduğum kitaplar, içinde bulunduğum sosyal ortamın yarattığı entelektüel imkanlar sayesinde bu meselesinin salt güvenlik önlemleriyle çözülemeyeceğine ikna olmaya başladım.

Yüksek lisans ve doktora yıllarımda sosyal hareketler ve sosyal çatışmaların en başta gelen ilgi alanlarımı oluşturması bir tesadüf değildi. Ülkemin yıllardır kanayan yarası haline gelmiş olan ve bizim kuşağın bütün gelişme dönemlerine insafsızca damgasını vuran Kürt sorunu ve onun doğurduğu çatışma ortamı beni bu konuları daha derinden anlamaya doğru yöneltmişti. Bu yıllar boyunca sosyal, siyasal ve etnik çatışmaları karşılaştırmalı bir perspektiften ele alarak küresel bir kavrayış geliştirmeye çalıştım. Giderek Türkiye’nin son 30 yılına damgasını vuran çatışma ve şiddet ortamının Türkiye’ye özgü bir problem olmadığını, 20. yüzyılda benzer ölçekte siyasal çatışmalar yaşayan ülkelerin neredeyse çoğunluğu oluşturduğunu fark ettim. Daha akademik bir dille ifade etmek gerekirse, 1945 öncesinde Dünya üzerindeki başat silahlı çatışmaların devletler arasında gerçekleştiğini, ancak 1945 sonrası silahlı çatışmaların ezici çoğunluğunun ülke sınırları içinde ve devletlerle devlet olmayan silahlı gruplar arasında gerçekleştiğini öğrendim. Türkiye’de maalesef bu anlamda hiç de bir istisna değildi. Dolayısıyla karşılaştığımız mesele dış mihraklarla, ülke içinde oynanan oyunlarla açıklanamayacak neredeyse evrensel, tarihsel ve sosyal bir meseleydi.

Dünya tarihi ve siyaseti ölçeğinde edindiğim bilgiler, başka ülke deneyimleri beni “Kürt sorunu“nu çözmenin en insani, en akılcı ve en kalıcı yönteminin barışçıl yollarla silah bıraktırma ve ona eşlik eden demokratikleşme süreçleri olduğuna ikna etti. Başka ülkelerde etkili bir biçimde uygulanmış bu yöntemin Türkiye’de de uygulanmasının önünde bir engel yoktu. Nitekim 2000’li yılların sonunda yaşanan demokratik açılımlar bu konuda umut beslememe neden oldu.

Gerçekten de devlet kamuoyunda çözüm süreci adı verilen resmi adı ise birlik ve kardeşlik süreci olan bir sürecini başlattı.

Cumhurbaşkanı’nın 2015 tarihli konuşmasında aynen şu sözler geçmektedir:

“Bu süreçleri başlatan benim. Biz demokratik açılım olarak başlattık. Aldığımız mesafeyle birlik ve kardeşlik projesine dönüştürdük. Akil insanlarla birlikte de bunu çözüm süreci olarak taçlandıralım istedik. Karşı çıkanlar da oldu sahiplenenler de oldu.”

İşte ben de o sürece sahip çıkanlardan, destekleyenlerden biriyim. Çözüm süreci adı verilen dönemde çatışmalar sona ermiş, ölümler son bulmuştu. Bütün ülkede barışın, kardeşliğin geldiği, geleceği yönünde bir umut doğmuştu.

Fakat 2015 yılı yazında Güneydoğu’dan gelen haberler bende ülkenin tekrar, 1990’lı yıllarda uygulanan politikalara dönüldüğünü ve ülkemizin tekrar son derece acı verici ve geri dönüşsüz bir şiddet sarmalı ortamına girdiğini düşündürdü. Dava konusu bildiriyi imzalamamın nedeni de bu durumdan duyduğum endişeydi. Fakat hükümet bu bildiriyi neredeyse “vatana ihanet” ile eş tutup, imzacıları hedef gösterdi.

Siyasi iktidar barış sürecini desteklerken barış ve çözümden bahsedilmesinin övülmesini, hükümet barış sürecini bitirdiğini ilan ettikten sonra ise barışı ve çözümü savunmanın “ihanet” olarak görülmesini hiçbir akli ve ahlaki standartla bağdaştıramıyor ve bu davayı siyasi saiklerle açılmış bir dava olarak görüyorum.

Hukuk ve adalet böyle bir şey olamaz. Yasa ve hukuk o gün de bugün de aynı. Ne var ki siyasi iklime göre işlem yapılmakta ve aynı şey kimi zaman övülmekte, hatta teşvik edilmekte, başka zaman ise suç sayılmaktadır.

Metinde PKK şiddetini öven, meşrulaştıran tek bir satır dahi yoktur. Bazı cümleler hükümet politikalarına yönelik sert eleştiri ifadeleri barındırıyor olabilir. Ancak hükümetin eleştirilmesinin terör örgütü propagandası olarak kabul edilmesi hiçbir demokratik mantık çerçevesinde kabul edilemez. Dünyanın pek çok ülkesinde devletlerin teröre karşı aldıkları güvenlik önlemleri aydınlar tarafından sert bir şekilde eleştiriliyor. Örneğin Fransa’da 2015 yılında gerçekleşen terör saldırılarından sonra ilan edilen OHAL pek çok kişi tarafından yüksek sesle eleştirildi. Fakat bu eleştiriyi getirenlerin hiçbirisi terör propagandasıyla suçlanmadı.

Bu metnin altına imza atmamın tek nedeni ülkemizin geçmişte birkaç yıllığına dahi olsa derin bir nefes almasına neden olmuş olan barış sürecine, çözüm sürecine geri dönülmesi, bizim ve bizimki gibi pek çok kuşağın hayatında derin etkiler bırakmış bir sosyal travmanın gelecek kuşaklar üzerinde de benzer etkiler yapmaması arzusudur.

Bir akademisyen ve sanatçı olarak her zaman toplumsal sorunların şiddet dışı yollarla, demokratik mekanizmaların çalıştırılması ve diyalog aracılığıyla çözülmesi gerektiğine inandım. Dolayısıyla şiddeti herhangi bir şekilde meşrulaştıran ya da mazur gören bir metni imzalamam söz konusu olamaz. Bildiriyi tam tersine, şiddet karşıtı ve barış çağrısı yapan bir metin olduğunu düşündüğüm için imzaladım. Nitekim bildiri ne herhangi bir örgütün eylemlerinden bahsetmektedir ne de bunları meşrulaştırıp, tasvip etmektedir. Bildirinin tek günahı devlet politikalarını eleştirmesidir.

Bildiri, Anayasanın teminat altına aldığı düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamında ele alınmalıdır. Bilindiği üzere düşünce ve ifade hürriyeti sadece siyasal iktidarları rahatsız etmeyen, toplumun genelince olağan ve normal karşılanan görüş ve tutumlar için değil, asıl olarak toplumun genelince benimsenmeyen, hatta “şoke edici” olarak karşılanan görüş ve tutumları kapsamaktadır.

 

İLGİLİ HABERLER

Emin Alper’e Berlin’den “Büyük Ödül”

Venedik’te Jüri Özel Ödülü Abluka’nın!

Abluka’nın yönetmeni Emin Alper: Düşman bu kez Tepenin Ardında değil

Daha fazla yazı yok
2024-11-22 01:32:21