Cisimlerin, beş duyumuzla algılayabildiğimiz hallerinden öte bir öze sahip oldukları fikri ve bunun araştırılması, Aristoteles tarafından “metafizik” başlığı altında bir metot haline getirilmiştir. Gelgelelim, Einstein, İzafiyet Teorisi’ni ortaya atmadan binlerce yıl önce, gerçekliğin “istikrarlı bir illüzyon”dan ibaret olma ihtimalini düşünen Antik Yunan filozoflarının, bu düşüncelerini kanıtlamak üzere icat ettikleri, felsefenin en eski disiplini olan metafizik, günümüzde maalesef kendisini anlam tahribatına uğratan parapsikoloji, astroloji, falcılık ve medyumluk gibi sözde araştırma dallarıyla birlikte anılmakta. Felsefenin bile popüler kültürün elinden kurtulamadığı günümüz dünyasında Olivier Assayas da, 2016 tarihli Personal Shopper’la (Hayalet Hikayesi), popüler kültür canavarları arasında baş köşeyi alıyor.
Daha net olmak namına belirtmeliyim ki; ‘popüler kültür canavarlığı’ndan kastım, genel olarak algılandığı biçimiyle, ana akım karşıtı hipsterlar değil, bir kavramın içini boşaltıp, onu en yüzeysel haliyle kitlelere sunan anlayış. Peki Assayas bu güruhun başını çekme hakkını sadece, en kadim felsefi öğretilerden birinin içini boşaltmakla mı hak kazanıyor? Bu soruyu cevaplamaya çalışmadan önce, izlemeyenler için filmi özetleyelim.
Maureen Cartwright bir medyumdur. Ölen kardeşinin, ruhlar aleminden kendisine göndereceği bir işaret görme umuduyla Paris’e gelmiştir. Aynı zamanda bir moda ikonunun kıyafetlerinden sorumludur; onun alışveriş işleriyle ilgilenir. Birtakım paranormal olayla karşılaştıktan sonra kimliği belirsiz birinden cep telefonuna mesajlar gelir ve aralarında bir diyalog kurulur. Bunun üzerine Maureen, gerçek benliğini keşfetmesiyle paralel bir şekilde görünenden fazlasını görmeyi öğrenir.
Birçok “coming of age” filminin aksine karakterin, kendini keşfetmek için yollara düşmek ya da karanlık aile sırlarını eşelemek yerine felsefeye ve sanata başvurması, Personal Shopper’ı bu janrda ayrı bir yere koyuyor aslında. Gelgelelim, bu felsefi sürecin, filmin neredeyse yarısı boyunca izleyicinin gözüne sokulan bir cep telefonu ekranında belirmesi izleyiciye yönetmenin estetik anlayışıyla beraber senaryonun entelektüel ağırlığını sorgulatıyor.
Birimi aksiyon olan bir sanat eserinin büyük kısmını üzerinde konuşma balonları beliren beyaz bir ekranın teşkil etmesinin yarattığı anlam kargaşasının yanı sıra, cep telefonunun bu kadar göze batmasının daha basit bir sebebi var; haz ikileminin o çok ilkel mekaniğine başvurarak, cep telefonunun sinematik olarak ilgi çekici olmadığı sonucuna varıyoruz. Buna cevaben, haz ikileminin sübjektif olduğunu ileri sürenler olacaktır.
1999 tarihli Matrix filminde de cep telefonları senaryo içinde önemli bir işleve sahipti; ne var ki, bu filmde telefonlar, günlük hayatımızdaki işlevlerini aşarak adeta boyutlar arası bir kapı olarak karşımıza çıkıyorlardı. Benzer şekilde Personal Shopper’da cep telefonu bir anlatı unsuruna dönüştürülmeye çalışılsa da, karşımıza, bilindik işlevine hiçbir şey eklenmeden, günlük hayatımızdaki bütün sıradanlığıyla, muhabbet ederken birden telefonuna tutulan birinin sıkıcılığını hissettirerek çıkıyorlar.
İnandırıcılık sorunu
Cep telefonu sekanslarında, estetik ve kuramsal sorunlara ek olarak beliren bir inandırıcılık sorunu var. İnsanlar meraklı hayvanlardır; bu konuda hemen herkes mutabık olacaktır. Maureen’i de, bilinmeyen bir numarayla mesajlaşmaya iten, bu duygu. Belki onun yerinde olan herkes bilinmezliğin verdiği heyecanla bu gizemli kişinin kimliğini öğrenebilmek için onunla diyalog kuracaktır. Ne var ki, bu kişiyi içsel yolculuklarında rehber olarak bellemek, kendisi hakkında ancak onu gözetleyen birinin (filmde açıkça görürüz ki, bu gizemli kişi Maureen’in yakın çevresinden değildir) bilebileceği şeyleri bilen ve kendisine bu kadar agresif bir üslupla yaklaşan bir kişinin komutlarına uymak ve ona içini dökmek normal bir tepki değil.
Elbette beyaz perde sıra dışı karakterlerle doludur ama bizim de, seyirci olarak, bu sıra dışılığın psikolojik altyapısını ve karakterimizi sıra dışı tepkiler vermeye iten olayları görmeye hakkımız var; kusan bir hayalet görmek pek yeterli değil açıkçası. Tabii bu konuda cep telefonu sekanslarına çok da yüklenmemek lazım, zira inandırıcılık probleminin esas müsebbibi sağlam kurulamamış bir ana karakter. Umuyoruz zayıf bir içsel çatışmaya sahip bu karakterin bahanesi Fransız sinema ekolünün uçarılığı ve kural tanımazlığı değildir.
Referanslar
Film boyunca çeşitli sanat akımlarına ve felsefi disiplinlere referanslar görüyoruz. İçinde bulunduğumuz evrenin kaotik yapısı tarih boyunca birçok filozofu, bilim insanını ve sanatçıyı bu konu üzerine tefekküre itmiştir. Bilim insanları ve filozoflar izafiyet teorisi, idealar kuramı, simülasyon gibi teoriler ortaya atarken sanatçılar, özellikle ressamlar soyut imgelerle, anlam veremedikleri kaotik evrenin kendilerinde uyandırdığı duyguları ifade etmişlerdir.
Pozitif bilimleri skolastik doktrinlerden ayıran şey, bunların sorgulamaya açık olmasıdır. Neredeyse iki yüzyıl boyunca bütün evrenin yasalarını kapsadığı sanılan Newton fiziğinin, daha geniş bir perspektife uyarlandığında yetersiz kaldığı görülmüştür. Daha, bilimsel teoriler söz konusu olduğunda bir kesinlikten bahsedilemezken Assayas’ın çeşitli sanatçıların ve edebiyatçıların işlerini, kusan hayaletler ve uçan bardaklarla beraber kanıt olarak sunması biraz absürt kalmakla beraber bu eserlerin entelektüel ağırlıklarına da zarar veriyor. Victor Hugo’nun metafizik imgelerle dolu şiiri öteki dünyanın değil onun edebi yeteneğinin kanıtıdır, keza Hilma af Klint’in soyut akımın ortaya çıkışından on yıllar önce yaptığı resimler de, hayal gücünün ve ifade yeteneğinin kuvvetli olduğuna işaret eder.
Bu konulardan ne kadar yüzeysel bir şekilde bahsedildiğinin de altını çizmek gerek. Bütün bunlara ek olarak, medyumluk ve ruhlar alemi gibi, hakkında hurafeler üretilmeye son derece açık konular üzerine herhangi bir parapsikoloji kitabınınkinden daha orijinal bir söylemde bulunamaması, filmin argümanını büsbütün zedeliyor ve bayağılaştırıyor.
Elbette, filmin verdiği asıl mesaj ruhlar alemi üzerine değil, benliğimizi imajın prangalarından kurtarmak üzerine; ne var ki film boyunca, asıl benliğimizin imajdan bağımsız olduğu fikri, içinde bulunduğumuz evrenin maddeler dünyasıyla sınırlı olmadığı fikriyle destekleniyor. Dolayısıyla bu konu üzerine de orijinal bir şeyler söyleme ihtiyacı doğuyor.
Siyaha düşmeler
Filmi teknik açıdan ele aldığımızda göze çarpan ilk şey sekansların sonundaki siyaha düşmeler. Amerikan sinemasının aksine Fransız ekolü, film içindeki mikro hikayeleri mutlaka bir sona bağlamaz. Sinema salonunu terk ederken kafamızda “Ingo Kyra’yı neden öldürdü?” ya da “Gerçekten katil o mu?” gibi soruların oluşması son derece doğaldır; zaten yönetmenin amacı da izleyici spekülasyonlarda bulunmaya itmektir. Böyle bir üslup, az önce bahsettiğim kurgu tekniğiyle birleştiğinde, izleyicide hikayenin bir skeçler bütünü olduğu izlenimi uyanıyor.
Filmin görüntü yönetmenliğini üstlenen Yorick le Saux, daha ilk sahnede üstün yeteneğini konuşturarak filmin duygusal atmosferini başarılı bir şekilde kuruyor. Ile-de-France kırsalında şahane bir villayı, yüksek kontrastlı ışıklandırmadan başka hiçbir gerilim unsuru kullanmaksızın perili bir köşke çevirmesi, ödüllü görüntü yönetmeninin şöhretini haksız yere kazanmadığını kanıtlıyor. Benzeri görsel atmosferler, film boyunca karşımıza çıkıyor.
Garip bir seyir tecrübesi
Filmin sanat yönetimi de bir o kadar takdire şayan. Sanatsal ifade gücünü, dolayısıyla da sanat eserlerini iki dünya arasındaki bağlantılar olarak sunan filmde sanat yönetimi, normalde ettiğinden daha büyük bir önem arz ediyor. İnsanların kıyafetleri ve evleri kişiliklerini yansıtır. Benlik problemi üzerine eğilen filmde ana çatışma ekseni Maureen ve onun arzu ettiği hayatı yaşayan Kyra arasındadır. Bu iki benlik arasındaki dramayı sağlam bir şekilde kurmanın yolu da, elbette iyi bir sanat yönetiminden geçiyor ve Personal Shopper’ın, bu zorlu görevin başarılı bir şekilde üstesinden geldiği ortada.
2016 Cannes Film Festivali‘nde En İyi Yönetmen Ödülü’nü alan film, 36. İstanbul Film Festivali‘nde Türk izleyicisiyle buluşmuştu. Geçtiğimiz haziran ayında Başka Sinema kapsamında yeniden vizyona giren film, sıra dışı belki de ‘garip’ diye niteleyebileceğimiz bir izleme tecrübesi sunuyor.