Kent üzerine çalışan sosyolog Ayşe Çavdar, Nalan Yırtmaç’ın son sergisinden hareketle kent dönüşürken eve neler olduğunu yazdı.
Evlerimiz, uçurumlarımız “Zabıtalar daha yeni başladığım evimi yıktıklarında mahalleli geldi yanıma. 15 yaşımdaydım. Ankara’ya yalnız gelmiştim. Babam yanımda değildi. Biri sigaramı yaktı, biri altıma sandalye verdi, biri su getirdi. Ben ağlıyordum. Dediler ki ‘üzülme sen, daha iyisini yaparız’. Yaptık da. Hep beraber giriştik inşaata. Bir gecede çıkarttık. Malzeme getiren de oldu, çalışanlara yemek yapan da. Kimse sen kimsin, nesin, nereden geldin diye sormadı. Kendileri gibi olduğumu biliyorlardı. Aynı yoldan onlar da geçmişlerdi. Kimin nereli olduğunu, nereden geldiğini, ne iş yaptığını inşaat bittikten, annem köyden gelip komşularla ahbaplık kurduktan sonra öğrendim.”
Bu hikayeyi anlatan kişi babam, Yaşar Çavdar. Aslında bir ritüeli anlatıyor. 15 yaşında köyünden ayrılıp şehre gelen, annesini ve kardeşlerini getirip yerleştireceği evin malzemesini alabilmek için kahvehanede garsonluk yaparken bir yandan da ortaokula başlayan bir delikanlının, içinde tek bir tanıdığı olmayan bir topluluğa kabul ritüelini. Delikanlının inşa etmeye çalıştığı evin zabıtalar tarafından yıkılmasına karşı duyduğu hüzünlü öfkeyle kurulan empati var mayasında ritüelin. Bu delikanlı daha sonra Ankara’nın bugün üst-orta sınıfın yerleştiği yüksek binaların dikildiği Çukurambar semtinde 1970‘ler boyunca onlarca gecekondu inşaatında çalıştı. Bayburtlu taş ustası bir babanın oğlu olduğu için inşaatında çalıştığı gecekonduların tasarımında da söz sahibiydi, ama tek tasarlayan o değildi: “Araziye bakıp ışığın hangi saatte nereden geleceğini ölçüyorduk, etraftaki evlerin konumuna göre pencerelerin yerini belirliyorduk. Evin pencereleri, komşu evlerin mahremiyetine halel getirmeyecek şekilde ama ışık hesaba katılarak açılırdı. Güneş gören cepheye salon ve odalar, diğer tarafa banyo, tuvalet yerleştirilirdi. Bir de varsa mahalledeki kanalizasyon ve su borularının nerede olduğuna ya da gelecekte nerede olabileceğine bakılırdı.” Sözün kısası gecekondunun tasarımı, söz konusu topluluk tarafından yapılıyor ve bu şekilde anonimleşiyordu.
Evin kondurulduğu gece, mahalleden birinin zabıtaya ihbarda bulunmaması kabul ritüelinin görünmeyen parçası. Kalabalık bir işçi grubunun bütün gece çıkarttığı gürültüye aldırmayıp, üstüne bir de lazımsa malzeme yardımında bulunmak ve çayla, suyla, yemekle müstakbel komşuya destek olmak diğer parçalar. Şehre daha dün gelmiş bir aile mahalleye kabul ediliyor. Sabah gelen zabıta pencerede perde var mı, önüne çiçek konmuş mu, dış cephe badanalı mı, soba kurulmuş mu diye bakıp, tutanağına “burada yapılaşma tamamlanmış, ikamet başlamıştır” ibaresini ekliyor. Lazımsa zabıtaya verilecek rüşvet mahalleliden alınan borçla takviye ediliyor. Ritüel böylece tamama eriyor. Burada “ev alma komşu al” yok, ev de komşu da topluluğun kendi inisiyatifiyle üretiliyor. Gecekonduyu, bugün banka kredileriyle, reklamlardan ya da kataloglardan seçerek satın aldığımız evlerden ayıran en temel özellik bu işte. Çünkü gecekondu karşılıklı bağımlılık ve empatiyle inşa ediliyor. Hangi inşaat materyalinin kullanıldığından bağımsız olarak bir gecekondu mahallesinin konforu, sözünü ettiğim kuruluş ritüelinin niteliğiyle belirleniyor.
Derdim gecekondu güzellemesi yapmak değil. Çünkü 1980‘lerin ortalarından başlayarak kendi büyüdüğüm mahallede özellikle kadınların gecekondudan kurtulup, semtin apartmanlı mahallelerinde bir ev almak için kocalarının emekliliklerini nasıl sabırsızlıkla beklediklerini, bütün bir çalışma hayatı boyunca biriktirilen parayla alınan dairelere büyük bir gururla nasıl taşındıklarını da gördüm. Apartmana taşınanların her düğünü, nişanı, bayramı, cenazeyi bahane bilip koşa koşa mahalledeki ahretliklerinin dizinin dibinde eski yerlerini almak için gösterdikleri çaba ise apartman hayatında neyin eksik olduğunu ayan beyan gösteriyordu. Teyzelere olduğu gibi, komşu çocuklarına da apartmanlar dar ve yetersiz geldi.
Alman sanat tarihçisi Wilhelm Worringer, genç ve heyecanlı bir öğrenci olarak yazdığı Abstraction and Empathy (Soyutlama ve Empati) adlı doktora tezinde toplumların bir estetik anlayıştan diğerine geçişlerinde neyin etkili olduğunu araştırmış. Diyor ki, “bir toplumda yaygın olarak benimsenen sanatsal ve mimari estetik anlayışı, o toplumun sahip olduklarını değil, olmadıklarını, sahip olmayı arzu ettiklerini temsil eder.” Bu izlekten gidildiğinde “başımızı sokacak bir evimiz” olmasını ister ve o evin niteliklerini sıralarken aslında olmak isteyip de olamadıklarımızın bir listesini yaptığımız sonucuna varabiliriz. Hatta her evin sahip olmadıklarımızdan mürekkep bir ütopya olduğunu söyleyebiliriz.
Bir ev ne kadar varsa ve ne kadar bezenmiş, ne kadar tasarlanmışsa, sahip olmadıklarımızın listesi o kadar tamamlanmış demektir. Böyle bakınca bir ev sahip olduklarımızla, olmadıklarımız arasında bir uçurum gibidir. Ve bununla birlikte ev, içinde en iyi ve en kötü hallerimizi yaşadığımız yerdir. Daha da önemlisi iyiden kötüye, kötüden iyiye, ışıktan karanlığa, karanlıktan ışığa geçtiğimiz yerdir ev. Bu nedenle ev ahlakın mekanıdır. Evin içinde “sahip olduğumuz"u düşünerek sıraladığımız her şey, aslında sahip olmayıp arzuladıklarımıza birer referanstır. Yalnızca içinde değil, dışında, etrafında, havasında bulunan her şeyle ev, hayatın karşımıza çıkartabileceği fırsatlar ve sorunlar karşısında neleri gözden çıkartabileceğimizin, feda etmemiz, vazgeçmemiz gerekebilecek şeylerin ve hallerin bir dökümüdür.
Bunu akılda tutarak içinde yaşadığımız ya da yaşamayı arzu ettiğimiz eve bir kez daha baktığımızda göreceğimiz şey, sahip olduklarımızla arzularımız arasında konumlanmış derin mi derin bir uçurumdur şu halde… Ve gene bunu akılda tutarak içinde yaşadığımız şehirde yaşanan ev merkezli dönüşüme baktığımızda birlikte ve arzularımızı çılgınca yarıştırıp birbirine eklemek suretiyle şekillendirdiğimiz başka bir uçurum daha görürüz. Olmak istediğimiz insana dönüşmek için sarfettiğimiz olanca çaba, konut piyasası koşullarında biçimlenen devasa kristal bir iş makinesi gibi derinleştirir uçurumu. Belki de bu yüzden giderek daha yüksek, daha güvenli, daha izole, daha uzak, daha sıcak, daha sağlıklı, ama aynı zamanda daha merkezi, daha geleneksel, daha doğal, daha organik evlerde yaşamak istiyoruzdur. Ve eklediğimiz her “daha…”nın büyüttüğü bir yarıkta şekilleniyordur kendilik bilgimiz… Asla kabullenilmeyeceğimizi bildiğimiz, bunun için kibirle tepeden baktığımız, hiçbir şeyini beğenmeyip her ayrıntısına gerilimli bir eleştirellikle yaklaştığımız kocaman bir mahallede mümkün olan en az ilişkisellik düzeyinde, konforla dokunmasızlığın eş anlamlı olduğu bir yaşam formu üretiyoruz hep birlikte. Mübarek olsun…
(Bu metin, Nalan Yırtmaç’ın Galeri xist’te 16 Aralık-16 Ocak tarihleri arasında gercekleşen sergisinin katalogundan alınmıştır.)