A password will be e-mailed to you.

Edebiyat ve müzik dizisi tüm hızıyla devam ediyor. Sıra Orhan Pamuk’ta. Onun Kar’ında…

“’Güzel Kars’ımızı nasıl buldunuz?’ diye sordu daha sonra sunucu. Bir kararsızlıktan sonra ‘Çok güzel, çok fakir, çok kederli,’ dedi Ka.”

İstanbul’un ve Türkçe’nin büyük yazarını, memleketin en doğusundan yazdığı romanla analım önce. Kar, Orhan Pamuk’un siyasi romanı olarak geçti literatüre. İlgili sürecin –28 Şubat- siyasi ve sosyal tarihe not düşülmüş hemen bütün unsurları, üç günde Kars’a yağan tonlarca kar kadar açık seçik Kar’da. Ama.. elbette, herkesin roman kahramanı kendine.

Kimininki Lacivert, bir başkasının Kadife, ötekinin Fazıl veya kimbilir: Sunay Zaim! Bu yazının kahramanı ise, Kars’ta, "Kar" altında, buz kesmiş yalnızlığı ile Ka! Ka’yı onca yalnız ve mutsuz tanıyınca, romanın vakti zamanında orasından burasından çokça çekiştirilen siyaset kısmı toprağa düşmüş bir kar tanesi kadar çabucak eriyiveriyor gözümüzde. Ka, İstanbul’dan Kars’a giderken “…belki yeni bir şey görürüm” diye cam kenarında oturan yolcu.

Kars gibi "çok kederli". Cevdet Işıkçı’nın küçük oğlu Refik -Cevdet Bey ve Oğulları- gibi "çok yalnız". Ve… Bakmayın siz onun "kafasının dumanlı olduğu zamanlarda (…) Sanıldığının tersine insan isterse aşktan uzak durabilir" diye düşünmesine… Esasında, Galip –Kara Kitap– ve Kemal –Masumiyet Müzesi– kadar, "çok aşık".

Şair Kerim Alakuşoğlu’nun; İstanbul Nişantaşı’nda başlayıp, Frankfurt’ta siyasi sürgün olarak devam eden ve nihayetinde yine Frankfurt’ta trajik bir biçimde perdeyi kapatan hayatının Kars’ta, üç gün içersinde geçen bölümünü okurken donuyoruz. Üç gün boyunca şehri tecrit edecek kadar yağan kar, yalnızca yolları kapayıp Ka’nın yaşam döngüsünü değiştirmiyor: Bizzat üzerimize yağıyor. Karla birlikte yalnızlık ve mutsuzluk da…. Bir zamanlar hayatı geniş ve zengin ve ufuklu yaşayan bir şehrin unutulmuşluğu, kenarda köşede kalmışlığı…Ruhun ve bedenin üşümesini çoğaltıyor.

– "Kars öğle vaktinde bile olağanüstü kederliydi"

– "İri tanelerle, kararlı, hiç durmayacakmış gibi ve sessizce" yağan kar, Ka’ya "Allah’ı hatırlatırken", bizim için, şehrin ve şairin hayatındaki büyük kırılmanın simgesi oluyor. “Ben de taşralıyım, daha da çok taşralı olmak, dünyanın en bilinmeyen köşesinde üzerine kar yağarken unutulmak istiyorum,’ dedi Ka.”

– Karslılar, -hatırlayacaksınız- Orhan Pamuk’a, yaşadıkları şehri "olumsuz yönleriyle anlattığı için" "darıldılar". Mealen: "O kadar da işsiz güçsüz, itilmiş, kederli, öteki ve taşralı değiliz!..Bizi ne biçim anlatmış kitabında!"… dediler.

– Bir tek yoksul olduklarını -galiba!- ve o da elbette kendi suçları olmamak şartıyla, kabul ettiler.- Oysa kışları üzerine hiç durmadan kar yağan "taşra" şehri Kars, Kar romanıyla bütün dünyada tanındı. Büyük bir şerefle hem de! Kars artık dünyanın pek çok dilinde, edebiyatın iyisine meraklı okurların aşina olduğu -merak ettiği- bir şehir: Tıpkı İstanbul, Petersburg, Dublin ya da… Venedik gibi… Peki.

Biraz daha açalım: "Sarı sıcak"ın esasında ne menem bir şey olduğunu nasıl destansı bir formda Yaşar Kemal’den öğrendiysek ve ondan sonra artık Çukurova bizim için yalnızca bir coğrafi mekan olmaktan çıkıp bir masal alemine -bütün realitesiyle birlikte- dönüştüyse… Kars da, Kar romanından sonra artık "kendi halinde, herhangi" bir şehir –hele "taşra" hiç!- değil. Dahası: Başında Nobel tacı bulunmakta! Çünkü yüksek edebiyat "Kars’ın soğuğu gibidir. Onun yanında her şey ‘küçük ve zayıf’’’ kalır.

Kar; doğanın en seyirlik ve lirik hallerinden biri. Bu yönüyle her zaman gündelik dilden, ortalama ve iyi edebiyata dek… müşterisi bol. Metafor özelliği yüksek vs… Gelgelelim… buradaki kar, başka türlü. Hatta abartmıyorum, neredeyse rengi bile farklı!

– Dahası… Bazen çığ bile düşüyor insanın üstüne. Olmadık yerdeyiz üstelik: Masa başı, sıcak kanape, rahat yatak? Nedir anlamadım!? Nihayetinde bir kitap okuyoruz!?

– İşte bakın mesela… Bir akşam vakti. Elektrikler kesilmiş. Ka, odasında İpek’i bekliyor. Beklerken kar altındaki karanlık sokağa bakıp kendisini oyalayacak bir şeyler arıyor. Sonra kendini yatağa atıyor. Burada bu otel odasında mutsuzluktan ve yalnızlıktan öleceğini düşünüyor. Esas derdi ise, şu andaki mutsuzluğu değil daha akıllıca davransaydı hayatını çok daha mutlu geçirebileceğini anlamış olması. Dahası… iyice korkunç bir şey var: Bu mutsuzluğunu ve yalnızlığını kimse fark etmiyor. Annesini hatırlıyor Ka ve şu halini görse dünyada bir tek onun çok üzüleceğini ve saçlarını okşayarak onu teselli edeceğini düşünüyor…

Bütün bunlar ve bu gibi daha nice "sahneler", yerden göğe kadar karla kaplı, dünyanın öteki ucundaki bir şehirde oluyor "sayın insanlar!" Fakat şimdi bir tespiti kayda geçirmek zamanı: Kars, esasında Ka’nın şahsında bir 12 Eylül romanı. Zekasını, yeteneklerini, taze enerjisini , özel takvimini, vakti zamanında bir evlat olarak kendisine verilmiş emeği…"normal" insanlar gibi kendi kişisel mutluluk ve başarı hesaplarına yatırmak yerine, bütün bu çok kıymetli mevduatı, binbir ümitle-hayalle toplumun hesabına yatıran binlerce gençten biri -idi- Ka… Ki, o kadar gayrete rağmen battı o banka-lar biliyorsunuz! Hatta yetmezmiş gibi uzun bir süre, bu bataktan o gencecik çocuklar sorumlu tutuldu.

-Utanmamız ve kalbimiz yoktur çünkü bizim!- Sonra.. sonrası, herkesin malumu: Büyük dağılmalar, savrulmalar, kaybolmalar dönemi… Bu çok acılı sürecin, çok mutsuz öznelerinden biri Ka! Ve… Kendini, mazisini ve geleceğini… kar içinde bir arayışı var romanda.. o kadar olur! Ama şimdi söz müziğin: Bundan böyle, her kar yağdığında okurlar, Peppino Di Capri’nin Roberta’sını hatırlasın; yapayalnız bir şairin kar içindeki yürüyüşüyle birlikte. Ek olarak Chopin’ın Prelüdleri’ne kulak versin. Bu defa Kars’ı düşünerek. Ve tabii memleketin bütün zamanlarında, şu veya bu nedenle "akıllıca davranamayan" "hayal içindeki" çocuklarını anarak…

Yazının Notları:

1. Orhan Pamuk, her şeye -herkese- mesafesi olan bir yazar. Bu mesafeli tutum özellikle duygular söz konusu olduğunda –beklenenin, alışılagelenin tersine- konuyu iyice derinleştiriyor, çoğaltıyor. Ka’nın kederini bu kadar kuvvetli hissetmemizin, kar altında kalmış gibi boğulacak noktaya gelmemizin nedeni; bu paradoks vaziyetin mükemmel estetiğidir. Ve büyük bir yazar olmak tam da böyle bir şey’dir… di mi efendim!

2. Roberta, özellikle de roman bittiğinde dinlenildiği zaman -Dikkat! Yüksek volümle lütfen!- hakiki bir düğüm olarak asılıp kalıyor boğazımıza. Bir de naçizane önerim, şarkı sözlerinin Türkçe çevirisi de mutlaka bulunup okunsun ki; kimseler o kadar tek başına kalmasın buz gibi yalnızlıkların ortasında.

3. Chopin’in Prelüdleri Klasik Batı Müziği’nin doruklarından. Öte yandan Prelüdler her ne kadar, Kars’ın bahar ve yaz aylarında hapishane bahçesinde İpek, Kadife ve Turgut Bey tarafından Zahide Hanım’ın yaptığı zeytinyağlı biber dolmaları, kadınbudu köfteler ve kabukları soyulmadan önce tokuşturulan lop yumurtalar yenirken Philips marka portatif kasetçalarda dinlense de… Özellikle en çok bilinen ve dinlenen 4 Numaralı Prelüd, romandaki Kars’a, Kar’a, Ka’ya… ve geçip giden zaman duygusuna ve elbette Necip’in kıymetli hatırasına -da- o kadar yakışıyor ki, aşk olsun!

4. Kar’ın müzikal repertuarına, Millet Tiyatrosu’nda film aralarında çalınan, Ka’nın İstanbul’da ilk gençlik yıllarında dinlediği parçalardan Baby come closer, closer to me’yi de eklerken, Serhat Kars Televizyonu’ndaki haftalık programa istinaden anılan Serhat Türküleri’ni de unutmuyoruz tabii.

5. Cüce "mevzuu" da not alındı. Bir başka zaman, başka bir vesileyle- inşallah- yazılacak "Pamuk Prens’in Cüceleri"derlemesi için.

6. Ve son not: Ka’nın, Frankfurt’taki her anlamıyla yoksul yaşantısının bir özeti olan izbe odasındaki kişisel eşyaları elbette… Ama esas Kaufhoff’tan alınan kül renkli Palto’su, "Öteki Şeylerin Masumiyeti" listesi için bir kenara kaydedildi. Önümüzdeki haftalarda devam edecek Orhan Pamuk repertuarı yazılarında çoğalacak diğer "şey"lerle birlikte değerlendirilmek üzere.

Orhan Pamuk diskoteği tüm hızıyla çalıyor. Disko topu yazarımız Nurinisa Eroğlu sayesinde dönmeye devam ediyor.

 

Gönlü, "gözün musıkisi"nden yana… Bakalım: Şarkılar "kim"i söylüyor?

Orhan Pamuk, malum 20’li yaşlarının ortalarına dek ressam olmak istemiş bir yazar.

-Bu konuda bkz: Şehre ait en kıymetli kitaplardan İstanbul- Hatıralar ve Şehir’in özellikle son bölümü: "Annemle Bir Konuşma/ Sabır, İtiyat, Sanat" 

– Kaldı ki yazarımız geçtiğimiz günlerde basına verdiği bir demeçte bundan böyle "Resimli Romanlar" yazmayı düşündüğünü bile söyledi.

Ve elbette her şeyden önemlisi Pamuk, renklere ve Osmanlı resmine ait anıt kitabı, Muhteşem Kırmızı!

Gelgelelim, yazarın tüm külliyatında müziğin de yeri var.

Daha önce hatırlayınız lütfen, üzerimize Kar yağarken.. ne güzel müzikler dinledik!

Şimdi sıra diğerlerinde: Cevdet Bey ve Oğulları‘nda Cevdet Bey’in karısı Nigan Hanım, "Yatağında Ölürken", torunu Ahmet başında: "… Ahmet babaannesinin aklının iyi çalıştığını anlayarak sevindi: ‘Nasıl hissediyorsunuz bugün?’” “Kulaklarımda hep şarkılar çalıyor” dedi Nigan Hanım.

Bir derdi de, kulağının dibinde durmadan tekrarlandığını söylediği bazı çocukluk ve gençlik şarkılarıydı. “Aynı şarkılar mı?” “Aynı şarkılar”

Cevdet Bey ve Oğulları’nın repertuarının en önemli iki müzik parçası şöyle:

Birincisi Mavi Tuna Valsi – Johann Strauss Keman. 13 Mart 1938. Pazar. Cevdet Işıkçı’nın küçük oğlu.

Refik, "Çağdaş Rastignac" Ömer. Alman mühendis Herr von Rudolph’un odasındalar. Dışarıda tipi var. Radyoda Hitler’in sesi. "… Hitler’in kelimeleri başkalarına aktarılamayacak kadar ağırlaşınca Alman mühendis utangaç bir tavır takınıyor, dizlerinin üzerinde duran ellerine bakıyor, Refik de endişelenilmesi gereken sözlerin radyodan fışkırdığını anlıyordu. (…) Herr Rudolph bir kere daha utangaç bir tavırla ellerine baktı ve Hitler’in sesi kesildi. Bir spikerin saygılı sesi duyuldu, sonra alış gücü Alman mühendisinin özel araçlarıyla güçlendirilmiş radyo parazit yapıp homurdandı ve bir vals başladı: Mavi Tuna."

İkinci sırada Ben Bir Yeşil Fenerim – Mani/ Türkü. Kemah. 1938. Nisan sonrası.

Toprak ağası, demiryolu müteahhidi, milletvekili Kerim Naci Bey’in yemek daveti. Amasya milletvekili ve parti müfettişi "badem bıyıklı" İhsan Bey, gecenin şeref misafiri. Masalarda buzlu rakı var. Kuzu eti ve pilav dağıtılırken İhsan Bey Doğu gezisini anlatmaya başlıyor… "Geçen yılın Dersim harekatından sonra doğuda huzur sağlanmıştır. Artık kimse eşkıya korkusuyla titremiyor, kimse yarın kimbilir ne olacak diye endişelenmiyordu…" Yemek bitiminde, Refik ve Herr Rudoplh’la eve dönerlerken… “Allah hepsinin belasını versin” diye bağırıyor Ömer. Bir maniye başlıyor sonra:

“Ben bir yeşil fenerim/ Hem yanar hem sönerim/ Ben nişanlı değilim/ Kime olsa dönerim” "Bu nereden aklına gelmişti? Hatırladı: Anneannesi söylerdi; yedi sekiz yaşındayken kendisi de sıkıntıyla dinlerdi…"

Sessiz Ev dendiğinde, Babaanne Fatma Darvınoğlu ve "Pamuk Prens’in unutulmaz cücelerinden Recep Darvınoğlu’nu hususiyetle ve kederle hatırlayanlardanım.12 Eylül öncesinin Türkiye’sine ait toplumsal dekorda geçen romanın simge plağı ise, elbette Best Of Elvis.

Plağı romandaki sahnelerden biriyle hatırlayalım: Recep Darvınoğlu’nun yeğeni Hasan, ülkücü arkadaşlarıyla gecenin bir yarısında arabasını çeviriyor Metin’in: “Türk değil galiba bu oğlan!” dedi Serdar. “Sen Türk müsün ulan, anan baban Türk mü?” “Türküm” “Bu ne oluyor o zaman?” Ceylan’ın unuttuğu plağı gösterdi Serdar, heceledi: “Best Of Elvis!” “Plak oluyor bu,” dedim. “Ukalalık etme, çakarım!” dedi Serdar, “Ne işi var bu ibne plağının bir Türk’ün arabasında?” “Ben meraklı değilim,” dedim. “Ablamın o plak, arabada unutmuş.”

Ya Beyaz Kale? "… Padişahı oyalamak için hiçbir anlamı olmayan ve okuduktan sonra kimsenin hiçbir sonuç çıkaramayacağı bir hikaye yazdığını söyledi. Başka bir zaman sordu: Vereceği okuma ya da dinleme zevkinden başka hiçbir sonucu ve anlamı olmayan bir hikaye uydurabilir miydi insan? "Müzik gibi mi?" deyiverdim, şaşırdı Hoca." Beyaz Kale’nin "ikizlerinden" Venedikli köle -malum, diğeri Hoca!- , ud dersleri alıyor. Hatta, "üzerinde kuşların uçuştuğu beyaz kale"nin orada, büyük yenilginin akşamında, çadırda Hoca ile söyleşirlerken -"ben senim, sen bensin"?-, Venedikli kölenin elinde yine ud var. Sonradan evlenip çoluk çocuğa karışacak ve karısı da ud çalacak ona: Akşamları. Hoca ise, Edirne’deki Darüşşifa’ya hasta olan dedesini ziyarete gidermiş annesi ve kardeşiyle ve "bir keresinde akıl hastaları için çalınan müziği dinlemiş".

– Edirne’deki Darüşşifa’da yüzyıllar boyunca, özellikle de depresyon tedavisinde müziğin, su sesi ile birlikte kullanıldığı malum. Klasik Türk Müziği Repertuvarı bu konuda son derece zengin bir içeriğe sahip.

Kara Kitap?"Ancak, anlatacak hiçbirşeyi kalmadığında insan kendisi olmaya iyice yaklaşmış demektir” derdi Şehzade. “Ancak, insan anlattığı şeylerin tükendiğine, bütün hatıraların, kitapların, hikayelerin ve hafızanın sustuğuna ilişkin o derin sessizliği içinde duyduktan sonradır ki, kendi ruhunun derinliklerinden, kendi benliğinin sonsuz ve karanlık labirentlerinden kendisini kendisi yapacak kendi gerçek sesinin yükselişine tanık olabilir.”

Kara Kitap, "büyük ve anlaşılmaz ülke" İstanbul’un romanı ve edebiyatın yüzakı bir şaheser. O yüzden işte yazarın çok ünlü sözünü şöyle değiştirmekte sakınca görmüyorum: "Hiçbir şey Kara Kitap kadar şaşırtıcı olamaz. Hayat dahil!"

Romanda Behiye Aksoy’u, Emel Sayın’ı, Trini Lopez’i duyuyoruz.

Yanı sıra Celal Salik’in, Nişantaşı Meydanı’nda akşam trafiğinin gürültüsü arasında radyodan duyduğu ve "insanı kederle gözyaşlarına boğan müzik"in ne olduğunu –çok- merak ediyoruz. Müzikseverler içinse Kara Kitap’ın kalbinde, Şehzade’nin Kasrı’nın üst katındaki boş odalardan birinde, ‘bütünüyle unutulduğu için atılmamış ve İstanbul’da başka bir eşi bulunmayan’ beyaz Steinway piyano oturuyor. -Şehzadenin piyano hocası; Callisto Guatelli Paşa. Paşa’nın "Osmanlı Sergi Marşı’na selam olsun!

– "Kendisi olabilmek" için ailesini, evini, kitaplarını, giysilerini, eşyalarını, dostlarını düşmanlarını ve hatta hatıralarını bile terk eden ve on yıl boyunca "kendisini kendisi olmaktan alıkoyduğunu anladığı" her şeyle "boğuşan" Şehzade Osman Celalettin Efendi "müzik denen uyuşturucu sanatla ve hiç çalmadığı piyanosuyla ilişkisini kesmiş ve kasrının bütün odalarını beyaza boyatmıştı". Bu faslı, Kara Kitap’ın ziyadesiyle tehlikeli sularında boğulmadan, Şehzade’nin sözleriyle bitirelim: "Yalnızca kendileri olabildikleri için ıssız çöllerdeki taşları, insan ayağı değmemiş dağların arasındaki kayalıkları, hiç kimsenin görmediği vadilerdeki ağaçları kıskanıyorum".

Son olarak unutmadan, Şehzade der ki; "Yalnızca padişahların değil, herkesin görevidir kendisi olmak, herkesin". Yeni Hayat, "Nedir hayat? Bir zaman! Nedir zaman? Bir kaza. Nedir kaza? Bir hayat, yeni bir hayat…" "Eşyalar birbirini sorar, birbiriyle anlaşır, fısıldaşır ve aralarında gizli bir ahenk kurar, dünya dediğimiz bu müziği oluştururlar’ dedi Dr. Narin. “Dikkat eden duyar, görür, anlar.” "… Kitaplar, bende bir konuşma dürtüsü uyandırıyorsa, daha çok kafamın içinde kendi aralarında yapıyorlardı bu işi. Bazen, o sıralarda üst üste okuduğum kitapların aralarında bir fısıltı tutturduklarını, kafamın içinin de böylece, her köşesinde bir müzik aletinin mırıldandığı bir orkestra çukuruna dönüştüğünü hisseder ve hayata kafamın içindeki bu müzik yüzünden katlandığımı fark ederim".

Yeni Hayat’ın Saatler’ini ve özellikle de Katibim türküsünü söyleyenini… Unutmadan, romanda, müziğin hayatla ve hatıralarla ne kadar yakın -"kardeş?"- olduğunu neredeyse birebir anlatan bölüme kulak verelim, Osman diyor ki, "… İki basamak çıktım, mendilimle saçlarımı kuruladım, yağ ve sigara kokan ışıl ışıl bir salona girip bir müzik duydum ve sarsıldım. Yaklaşmakta olan bir kalp krizini sezen deneyimli bir hasta gibi, tedbirlerimi almak, buhranı savuşturmak için çaresizlikle kıvrandığımı hatırlıyorum. Ama susturun şu müziği, biz onu Canan’la rastlaştığımız kazadan sonra el ele tutuşup dinlemiştik diyemezdim (…) Cebimde hüzün krizine iyi gelecek bir trinitrin hapı da olmadığı için, laf olsun diye bir kase ezogelin çorbası, bir ekmek ve bir duble rakı alıp, tepsime koyup bir köşeye masaya çekildim. Kaşığımla karıştırırken çorbanın içine tuzlu gözyaşlarım şıp şıp damlamaya başladı." Osman’ı yolüstü lokantasında kederden ağlatan bu şarkı, romanın 61. sayfasında "bizim şarkımız" diye anılan olsa gerek, lakin adı sanı meçhul. Mecburen hayal gücü-müz girecek devreye!

Benim Adım Kırmızı: "Nakış aklın sessizliği, gözün musıkisidir." "… resmin dünyayı doğrudan taklide kalkışması küçüklük geliyor bana, ağırıma gidiyor. Ama o yeni usullerle yaptıkları resimlerin öyle bir çekimi var ki! Gözün görüverdiğini resmediyorlar, bizler ise baktığımızı. Yaptıklarını görür görmez hemen anlıyorsun ki, yüzünü kıyamete kadar bırakmanın yolu Frenklerin usullerinden geçer. Bunun çekimi öyle güçlü ki, yalnız Venedik’in değil, Frenk ülkelerinin bütün terzileri, kasapları, askerleri, papazları, bakkalları… herkes kendini öyle resmettiriyor. (…) İleride bir gün, herkes onlar gibi resmedecek. Resim deyince bütün cihan onların yaptığı şeyi anlayacak!" Benim Adım Kırmızı, renklerin ve Osmanlı resminin kutsal kitabı.

-Osmanlı müziğinin taç giydiği kitapsa, malum: Huzur. Romandaki nakkaşların ve yüzlerce yıllık geleneğin, Batı’nın perspektifi "icat etmesi" ve portre resmine yönelmesi ile yaşadığı büyük kırılmayı okuyunca, aklımıza ister istemez armoni’nin keşfiyle sarsılan, "itibar kaybeden!?", Osmanlı müziği geliyor.

-Bakınız: Meşhur ve dillerde pelesenk Sultan Abdülmecid- İsmail Dede Efendi "konuşması!"

Muhteşem Kırmızı’da mütemadiyen bir ud sesi yankılanır. Dönemin müziğini düşünüp, hocalığı ve bestekarlığının yanı sıra aynı zamanda bir udi olan bir başka "Muhteşem"i, Hoca Abdülkadir Meragi’yi, tutkulu nakkaşlarla düşünmek iyi geliyor insana…

Yazının Notları:

Cevdet Bey ve Oğulları’nda, Işıkçı Ailesi’nin piyano çalışan kızı Ayşe’nin, birlikte müzik dersi aldığı kemancı sevgilisiyle bir gün… çalmayı hayal ettiği eser: Kreutzer Sonat. Lakin malum, hayal hiçbir zaman gerçekleşemeyecek! Orhan Pamuk’un geçtiğimiz aylarda gündeme gelen "İstanbul burjuvazisinden tiksiniyorum" sözlerinin en estetik şekliyle vakti zamanında uzun uzun anlatılmış hali: Sessiz Ev.

Bilenler bilir, roman repertuarındaki "eserlerden!" biri olan Kasap Havası bu "tiksinti"nin en veciz şekilde anlatıldığı satırlara eşlik etmektedir. Pamuk külliyatının Hatıralar- Denemeler- Seçme Yazılar…başlıklı kitaplarında İstanbul’un kendine özgü doğal seslerinin apayrı bir yeri var.

Yine aynı başlıkta, yazarın 70’li yıllarda ailesiyle Boğaz’da yaptığı araba gezilerinde dönemin sesleri bir bir yankı bulur kulaklarımızda: Sylvie Vartan, Beatles, Bob Dylan, Creedence Clearwater Revival… Yazarın, adına ve hatırasına Nobel Konuşması’nı kurguladığı babası Gündüz Pamuk da yukarıda adı geçen roman dışı külliyatta Brahms’ın Birinci Senfoni’si ile anılır.

Son not şöyle: Orhan Pamuk’un müzikal açıdan en zengin romanı malum: Masumiyet Müzesi. Gelgelelim "Masumiyet Partisi"nin – başta, mutlaka Ebru Gündeş’ten dinlenmesi gereken Orhan Gencebay bestesi Dertler Benim Olsun olmak üzere- … rengarenk repertuarı -yer darlığından- başka bir sefer inşallah…

Daha fazla yazı yok
2024-11-24 10:10:36