Mimar Jesse Honsa’nın, “son derece yaratıcı bir halkın mirası” olduğunu belirttiği İstanbul’a ve hükümetin kentleşme politikalarına ilişkin çarpıcı değerlendirmeleri…
Çeviri: Hale Eryılmaz
Gezi Parkı’nın yenilenmesi, İstanbul’un yaratıcı ve üretken ruhunun, kentsel politikalar aracılığıyla, tüm kentte nasıl baskı altında tutulduğunu bizlere gösteriyor.
Bir takım “iyileştirmelerin” ardından Gezi Parkı yeniden açıldı: Gezi işgalcilerinin diktiği sebze bahçesi, tek tip bir çimenlik alan uğruna kökünden edildi; kütüphane, sinema ve benzer oluşumlar yok edildi; bir anıtın üstü alelacele güllerle kaplandı. Duvar boyunca sarkan çiçekleri mekanik bir cihaz suluyor. Nihayet, geniş otoyol peyzajından esinlenen bir toprak banket, parkın batı köşesini süslüyor; tabloyu, yapay çim halıdan fışkıran golf sahası tarzı sulama sistemi tamamlıyor.
Parkın yenilenmesi, sonuçta kamp yerindeki üretken, aktif ortamın tüm izlerini silmeyi ve parkı pasif bir tüketim alanına dönüştürmeyi hedefleyen bir girişimdi. Vali Mutlu’nun önerisini hatırlayalım: “Yürüyüş yapın. Ama parkta kalmayın.” Bu ifade bize açıkça gösteriyor ki parkların, dünyanın her yerinde etkileşim ve keşif alanı olarak kullanıldığını bu yönetim çok az anlayabilmiş. Her zamanki ironik tutumuyla Mutlu, parkın açılışında şöyle diyordu: “İstanbul halkı parkına sahip çıkacaktır.” Üç saat sonra kehaneti gerçeğe dönüşünce park yeniden kullanıma kapatıldı.
Hükümet, 2013 Haziran’ındaki oturma eylemini yanlış yorumlayarak belli bir bölgenin yasadışı bir şekilde sahiplenilmesi olarak gördü. Ancak kütüphane, ortak yiyecek standları, sebze bahçeleri ve en önemlisi halk forumları gibi bu gayri resmî kurumların çoğu, aslında vatandaşların, şehirlerinde, gerçek kurumlar olarak neyi talep ettiklerinin fiziksel örnekleriydi. Alışveriş merkezi planlarını rafa kaldıran Erdoğan, oranın bir müze ya da kültür merkezi (ya da bowling salonu, hiç fark etmez) olabileceği gibi uyduruk önerilerle Topçu Kışlası projesini canlı tutma mücadelesi sergiledi; ancak kütüphane fikri nedense hiç aklına gelmedi ki Gezi’de orta yerde bir kütüphane kurulmuştu o zaman.
Gezi Parkı protestolarına yaratıcılık damgasını vurdu: Protesto sloganları, sosyal medya ve Taksim Meydanı’nın etrafındaki tahrip olmuş duvarlar espri ve yaratıcılık kokan mesajlarla doldu taştı. Hükümetin, bu yaratıcı çabaları pek çok cephede bastırması, cadı avına çıkması, etrafı temizlemesi, İstanbul’daki yaratıcı ruhu daha yaygın bir şekilde bastırma isteğini yansıtıyor. İstanbul’un canlılığına aktif olarak katkı vermek isteyenlerin sesleri yeni, el değmemiş golf çiminden yapılma
halıların altına süpürülüyor.
Üretim için Alanlar
Şehrin farklı farklı yerlerinde, tarihi üretim merkezleri tüketim merkezlerine dönüştürülüyor. 1455’te Fatih Sultan Mehmet döneminde yapımına başlanan Haliç Tersanesi, Osmanlı Ordusu’nun ana atölyesiydi ve kısa bir süre öncesine dek tersane olarak hizmet vermekteydi. Şu an Haliç Tersanesi’nin, içinde iki adet beş yıldızlı otel, konferans salonu ve elbette mecburi alışveriş merkezi de olan bir “Turizm Merkezi ve Yat Limanı”na dönüştürülmesi söz konusu. Hükümet, olumsuz tepkileri yatıştırmak amacıyla bazı yapıların müze olarak korunabileceği şeklinde lakayt açıklamalar yapmaya devam ediyor.
İBB, isteseydi New York’taki eski Brooklyn Savaş Gemileri Tersanesi’ni örnek alabilirdi. Burası, kullanılmayan bir tersaneden, içinde fabrikaları, stüdyoları ve atölyeleri olan, yaratıcı faaliyetler için önemli bir merkeze dönüştürülmüştü. Ya da yine tarihi bir tersaneden, şu an Venedik Sanat ve Mimari Bienalleri sırasında bir teknoloji merkezi ile uluslararası buluşma mekanını birleştiren Venedik Arsenali’ni örnek alabilirdi. Kendi halkının üretici, yaratıcı sermayesinin ayırdına varıp ona yatırım yapmak yerine; kent yetkilileri, sürdürülebilir özelliği olmayan, kısa vadeli tüketici sermayesi uğruna İstanbul’un uzun vadeli geleceğini heba etmektedir.
Hareket için Alanlar
2020 Olimpik oyunlarına ev sahipliği yapma uğraşında Türkiye Hükümeti, İstanbul’da yeni spor alanlarına, yeni yollara ve metro hatlarına 19 milyar dolarlık yatırım vaadinde bulunuyor. Şehrin batı koridorunda Küçükçekmece Gölü’nün kuzeyinde 300 hektarlık bir arazi üzerine Olimpik Köy kurulması planlanıyor. Belgrad Ormanları’na yeni golf sahası ve koşu yolları inşası sırada. Haydarpaşa Garı da spor ve eğlence alanlarını içerecek büyük bir kamusal alana dönüştürülecek.
Ancak bu gösterişli yeni stadyumlar ve oraya ulaştıran yeni yollar, İstanbul’u uzun vadede sportif bir şehir yapma açısından panem et circensesin [göstermelik eğlence] ötesine geçmiyor. Bisiklet yollarına, yaya yollarına ve halkın doğaya ulaşımına gerekli yatırım yapılmıyor; anlaşılan spor yapılacak değil tüketilecek bir şey. İstanbul’un bundan sonraki mirası, yani Olimpik Oyunların ardından kentin uzun vadeli planı, sağlıklı, aktif bir nüfustan ziyade izleyicilerden oluşan durağan bir toplum betimliyor. Gezi’de yapay tüplerden beslenen asma çiçekler gibi halkı da aynı yöntemle besliyor.
Yiyecek için Alanlar
Ben bu satırları yazarken buldozerler, İstanbul’un mutfak mirası açısından en eski kaynaklarından birini yerle bir ediyordu. Fatih surları boyunca uzanan kadim Yedikule Bostanları, Bizans döneminden itibaren taze sebzenin yerel kaynağıydı. Yakınındaki surun hendeğinden suyunu alan bu eşsiz toprak, İstanbul mutfağını lahana, maydanoz, soğan, nane ve marulla besledi. Şu an bir “restorasyon projesi” kapsamında, içinde her zamanki gibi golf sahası çim rulolar, su püskürtücüleri ve belki bir iki fıskiyenin yer alacağı sıradan bir belediye parkına çevrilmek üzere yıkımı söz konusu. Şehrin tarihi çatısını steril bir peyzaja hapseden yetkililer, toprağın altındaki gerçek tarihi görmezden geliyor.
Bu, İstanbul kültürüne yapılan devlet destekli barbarlık hareketlerinden biri olduğu gibi şehrin üretici değerlerine de bir saldırı teşkil etmektedir. Yedikule civarındaki 50 çiftçi aile kendi geçimleri için artık toprağı ekip biçemiyor. Bizim gibi onlar da şehir dışındaki daha büyük endüstriyel çiftliklerden daha geniş bir işgücü ve tüketim döngüsünden alışverişe zorlanıyor.
Mirası korumayalım, kullanalım
İstanbul’un plansız binalarının, karmakarışık bina cephelerinin ve sokaklarının gizli bir inceliği var. Şehir, milyonlarca sakini tarafından sürekli dönüştürülen yaşayan bir mirası kanıtlayan kitle kaynaklı bir tasarıma sahip. Bu son derece yaratıcı bir halkın mirası (yoksa patlıcanı doldurmak kimin aklına gelir?). Yüzyıllar boyu değiş tokuş edilip sınanmış fikirlerin üstünden gelişen bir kültür.
Avrupa şehirleriyle karşılaştırdığımda, kendi tarihini müzelik bir parça gibi korumak yerine kullandığı için İstanbul’u tercih ederim: Mısır Çarşısı hem hareketli bir ticaret merkezi hem de turistler açısından önemli bir çekim merkezidir. Yerel zanaatkarlar hâlâ eski semtlerde evleri restore etmekte, uyarlamakta, geliştirmektedirler. İstanbul, yaratıcı ve girişken enerjisine alan açmayı sürdürdüğü, ruhunun kısırlaştırılmasına izin vermediği sürece dünyadaki en iyi şehir olmayı sürdürecektir.
Çeviri: Hale Eryılmaz