Ünlü sanatçı Allan Sekula’nın ani kaybının üzüntüsü içindeyiz. Sanatçıyla Ayşegül Sönmez’in 2007 yılında yaptığı söyleşiyi yayınlıyoruz.
Yazar, fotoğrafçı, eleştirmen ve eğitmen Amerikalı sanatçı Allan Sekula, 1970’li yıllardan bu yana eleştirel gerçekçilik akımının öncüsü olarak anılıyor. Sekula, Documenta 12’ye ‘Shipwreck ve İşçiler, İstanbul’ başlıklı bir seriyle katıldı. Sekula’nın en önemli özelliği görsel ve metinsel üretimlerini birbirine bağlı olarak sürdürmesi… Bir serisi diğerine, serinin içindeki bir imge başka bir serideki imgeye metinleriyle birlikte referans verebiliyor. Ve her zaman seçimini mağdurdan, adaletten, ezilenden yana kullanan sanatçı, sosyopolitik ve ekonomik konulardan vazgeçmiyor. Belki bu ısrarının altında, genç ve parasızken, ordu için uçak üreten bir fabrikada teknisyen olarak çalışması yatıyor olabilir. Aynı zamanda 1968 yılında Vietnam Savaşı karşıtı harekete katılması da… Üniversiteyi bitirdikten sonra Long Beach Kaliforniya’daki bir işçi mahallesinde geçirdiği günlerinde Amerika’nın ilk sosyalist-feminist örgütünün kurucusu ve aktivisti olması da… Sanatçı, İstanbul Bienali’ne Güneydoğu Asya’da küçük bir ülke olan Laos’la ilgili video işiyle katılıyor. Sekula, Vietnam’dan daha da fakir olan bu ülkenin insanlarının açlığa, işsizliğe (küreselleşmeye) rağmen hayatlarını sürdürmelerindeki dayanışma duygusundan çok etkilenmiş.
Ayşegül Sönmez: Eleştirel gerçekçilik akımının kurucusu olarak anılmak nasıl bir şey?
Allan Sekula: Tam öyle sayılmaz… Bazı sanat tarihçileri, yazarlar bu terimden hareketle benim işlerimi yorumladılar. Aslında her gerçekçilik, kendinden önceki gerçekliklere yeni bir teknik ekler. Böylelikle gerçekçilik, gerçekçiliğin yeni modelleri olarak işler. Bana kalırsa, sanat tarihine dönüp baktığımızda, gerçekçi sanatçılar, modernizmin onlara izin verdiğinden daha çok bilinçaltına sahiptirler…
Ayşegül Sönmez: Gerçekçi bir iş nasıl üretilir, yapılır? Sizin hemen hemen tüm işlerinizde en büyük vurgunuz gündemdeki sosyal meselelere. Sizin bu gerçek olayları hem tiyatrosal hem de belgesel gibi görüntülemeniz bu anlamda bize nasıl bir politik form tarifi vermeli?
Allan Sekula: Bir tarafta bir gösteri toplumu kültürü fikri, simülasyon fikri, 1980’lerden beri sanatçıların gündeminde. Her ne kadar imge açısından fazla doyurulmuş bir dünyada yaşasak da, hâlâ belli somut hayat koşulları sürmekte… Bu somut hayat şartları, gösterinin de elemanları aynı zamanda. Ama gösteride görünmeyen, onun altında kalan şeyler de var. İşte ben de bu görünmeyen katlarla ilgili çalışmayı seviyorum. Unutulmuştan ziyade görmezden gelinen şeyleri ele almam bu yüzden. Medya sistemi tarafından görmezden gelinenlerden söz ediyorum.
Ayşegül Sönmez: Hiç gazetecilik yaptınız mı?
Allan Sekula: Gazetecilerin de takip ettiği olayları çektiğim oldu ama gazetecilik hiç yapmadım. Seattle gösterileri gibi, kaydettiğim çok olayda bir gazeteci değildim ama basın nasıl çalışır, olayları nasıl görüntüler, çok iyi bilirim. Ben klişe olmayan şeylerin peşindeyim, streotip imgelerin değil. Performans günlük hayatın bir parçası. Bütün tiyatro yazarları, romancılar bunu bilir. Bertolt Brecht’in de anladığı buydu… Bir kurgu film yönetmeni de, bir belgesel film yönetmeni de hayatı her zaman gözlerler. Ama bu gözlem sırasında her zaman özgürleştirici anlar vardır. Hayatın kendisinin daha çok tiyatrosallaştığı anlardır bunlar… Gündelik olaylar dramatikleşir, adeta kendilerini sahnelerler.
Ayşegül Sönmez: Peki toplumsal bir olayı belgelemenin en iyi yolu nereden geçer? Ve medya alanında bu anlamda yapılan en büyük hata nedir?
Allan Sekula: En basit yanıt, içeriden olacaktır. Hem içinden ve tabii ve aynı zamanda belli bir mesafeden. Belgesel yapanlar, aktivistlerin rolüyle özdeşleşmeli! diyemem. Ama bence bir toplumsal olay varsa, elinizde baş aktörler vardır. Nerede durduğunuzu belirlemeniz gerekir. Benim kendi adıma tercihim, her zaman, daha az gücü olan tarafın yanında mağdur tarafın yanında durmak. Medya güç demek. Biz ve onlar dikotomisini tekrar üretmek, güçlü toplumların güçsüz olanları kontrol etmesi demek. Amerika’da medyada bu yaşanıyor.
Ayşegül Sönmez: Siz nerede büyüdünüz?
Allan Sekula: Ağırlıklı olarak Los Angeles limanında… İşçi sınfı bir aileden geliyorum. Kaliforniyalıyım.
Ayşegül Sönmez: 1968’de ne yapıyordunuz?
Allan Sekula: Üniversiteye başladım o yıl. Çoğu arkadaşım Vietnam’a gitmişti. Liseden beri Vietnam Savaşı’na karşı hareketin içindeydim. Kaliforniya’da kendime ait bir karanlık odam vardı. İşçi sınıfı getto bir mahallede bir apartman dairesi içinde. Sosyalist feminist bir gruba üyeydim. Posterler hazırlıyor, gösteriler düzenliyorduk.
Ayşegül Sönmez: Ne dinliyordunuz o dönem, Barry Mcguire’dan Eve of Destruction?
Allan Sekula: Hayır onu değil de, ben Phil Ochs hastasıydım. Rehearsals for Retirement albümünü… Birkaç yıl önce intihar etti. Folk müzik… Bob Dylan ve Joan Baez gibi ama hepsinden daha zekidir. Ama tabii ki ben aynı zamanda siyah müziği de dinliyordum. Mesela Johnny Otis de dinliyordum, Captain Beefheart da Frank Zappa da… Sonra 1970’lerin sonunda Lou Reed ve Patti Smith’i sevdim. O dönem Violetta Parra da dinlerdim. Long Beach Kaliforniya’da kendime ait bir karanlık odam vardı. İşçi sınıfı getto bir mahallede bir apartman dairesi içinde. Yan komşum iki çocuklu bir barmaidti. Kamyon şöforleriyle eve gelirdi. Sosyalist feminist isimli bir gruba üyeydim. Bu grup Amerika’nın kendilerine hem sosyalist hem de feminist diyen ilk örgütüdür. İskan sorunuyla ilgili çok gösteriler düzenledik. Bu arada bana kimse bu soruları sormadı. Uzun zaman olmuş bunları hatırlamayalı… Posterler hazırlıyorduk. Gösteriler düzenliyorduk.
Ayşegül Sönmez: Sizin de katıldığınız en son Documenta 12’de, 1970’lerin Amerikalı feminist aktivist sanatçılar bulunuyor. Martha Rosler, Mary Kelly gibi… Bir taraftan Amerikalı muhalifleri eski ve yeni işleriyle sergilemek anlamlı ama bir taraftan işler evcilleştirilmiyor mu?
Allan Sekula: Aslında benim de eski işlerimi sergilemek istediler. San Diegolu airbus üretiminde çalışan işçiler serisini… Bunu Volkswagen fabrikasında sergilemek istedim. Ama sponsor Saab olduğu için bu gerçekleşmedi. Ben de yeni bir iş yaptım. Sorunuza dönersek sonuçta benim öğrencilerim de, sizde de bunu görüyorum, 1960 ve 1970’li yılları merak ediyorsunuz. Müziklerini, sanatı, muhalefeti… Documenta 12’de de bu var. Bana bu tür yorumlar haince geliyor. Müzeye muhalif bir iş koyarsan o iş nötralize olur. Niye olsun ki? Tarihsel bellek diye bir şey var. Biliyor musunuz bir insanın bir müzeden ne alacağı hiçbir zaman belli olmaz. Bazen bu şey estetik bir şey olabilir. Bazen sadece fiziksel duyusal bir şey…
Ayşegül Sönmez: 1970’lerden beri işçilerin kondüsyonunu belgeleyen, yapıtlaştıran bir sanatçı olarak bu koşullar günümüzde küresel ekonomik yer değiştirmelerle nasıl değişti?
Allan Sekula: Bu sorunun yanıtı dünyanın bir fabrika olduğu meselesine geliyor dayanıyor. Dünya bir fabrika ve bu fabrikanın çıkarına göre bu rakamlar değişiyor. Post-endüstriyel topluma geliyoruz işte. Endüstri hiç olmadığı kadar güçlü. Çok daha fazla sayıda insan, bu endüstriye yazılmış (kayıtlı ya da kayıtsız) durumda. Öte yandan işçiler yine de sermayenin hareket ettiği kadar kolay hareket edemiyor. Çalışmak için bir kentten diğerine, bir ülkeden bir ülkeye gidemiyor. Kuzey Amerika’daki Meksikalı işçilerin hepsi sınır dışı ediliyor. Ama işçilerin oraya göçüne neden Meksikalı tarım işçilerinin artık mısır üretemiyor olması. Mısır üretemiyorlar çünkü ürettiklerinin Amerikan mısırıyla yarışacak gücü yok. Her şey, her geçen gün, fabrikanın yararına işçinin aleyhine işliyor… Kapitalizm, kendisini daima tekrar ediyor.
(11 Ekim 2007 yılında Radikal gazetesinde yayınlanmıştır.)