A password will be e-mailed to you.

Geçen yıl olduğu gibi bu yıl da Adana Altın Koza Film Festivali’ni Sanatatak adına takip etme imkânım oldu. Ulusal Yarışma bölümünde 11 film vardı. 43. İstanbul Film Festivali’nde izlediğimiz “Bildiğin Gibi Değil” dışındakiler Türkiye prömiyerlerini Adana’da yaptı. Bunların 6 tanesi yönetmenlerin ilk uzun metraj kurmacalarıydı.

Ulusal Yarışma Maratonu Öncesi

Ulusal Yarışma filmleri maratonuma başlamadan önce günümü Coppola’nın “40 yıllık rüyam” dediği “Megalopolis” ve Almanya’nın Oscar aday adayı olan “The Seed of the Sacred Fig” (Kutsal İncir Tohumu) filmlerine ayırdım. Genel yorumların aksine “Megalopolis”i sevdim. Zamansız bir ütopya diyebilirim film için, bence demlendikçe anlaşılacak ve sevilecek bir yapım. Evet, süresi uzun bulunabilir ancak fikrim odur ki Coppola ustanın veda eseridir; ancak bu kadar şık ve kapsamlı veda edilebilir…

Kutsal İncir Tohumu” içinse aynı şeyi söyleyemeyeceğim, hatta hüsrandı diyebilirim. Çekimleri İran’da gizli yapılan ve Almanya’yı Oscar’da temsil edecek film için, Cannes Özel Ödülü ve FIPRESCI Ödülü sorasında daha da meraklanmıştım. Muhammed Resulof, İran’dan kaçıp Almanya’ya iltica eden bir yönetmen ve bu filmi Alman yapımcıların ortaklığında çekti. Hem protestolardan hem de rejimin gösterileri acımasızca bastırışından gerçek görüntüleri içeriyor film. Hikâyeyi uzatmanın dışındaki en büyük eksisi sündürmesi ve ajite mizansenleriydi. Filmin ihtiyaç duymadığı planlar, bu planların uzunluğu, özellikle finalinin vardığı nokta ve nihayetinde total olarak filmin kendisi zihnimde soru işaretleri yarattı. Batının İran sinemasına olan ilgisini biliyoruz; sanki “Kutsal İncir Tohumu” festival için, ödül için planlanıp çekilmiş hissiyatı verdi.

Ulusal Yarışma Zamanı!

Ulusal Yarışma’da ilk gün seyirciyle buluşan Vuslat Saraçoğlu’nun “Bildiğin Gibi Değil”ini 43. İstanbul Film Festivali’nde izlemiş, festival yazımda da değerlendirmeye almıştım. Benim Ulusal Yarışma programım 3 filmle başladı: “Ölü Mevsim”, “Hêvî” ve “Gecenin Kıyısı”.

Ölü Mevsim / Doğuş Algün
Doğuş Algün’ün (kısa, belgesel ve dizi) tüm çektiklerini izlemiştim, umut vadeden genç bir yönetmen profili çiziyordu. Filmin oyuncu kadrosunu da katınca (Funda Eryiğit, Ece Yaşar, Erdem Şenocak, Serkan Ercan, Tolga Tekin, Goncagül Sunar, Banu Fotocan, Müfitcan Saçıntı) “Ölü Mevsim”, festivalde en merak ettiklerimin başını çekiyordu.

Selen Örcan’ın da senaristi olduğu bu ilk uzun metraj, bir ilk film klişesi olan çok fazla temayı harmanlamanın tuzağına düşüyor. Süresi epey uzun olan filme sürekli yeni karakterler giriyor. Asıl karakterlerimiz Nimet ve Öznur adlı iki kız kardeş, Nimet’in kocası Halil ve Halil’in abisi Faruk. Nimet’in çocuğu olmuyor, bu durum genetik ama Öznur daha genç olduğu için onun en azından tedavi imkânı bulunuyor. Öznur, ablası ve eniştesiyle yaşıyor diye bazı komşuları üstlerine vazife olmasa da bunun yanlış olduğunu ikisine de söylüyor ve “koskoca bir kadın” olan Öznur’un kendi yuvasını kurmasını salık veriyorlar. Halil de abisiyle para konularında sorun yaşıyor. Halil’in marangozhanesinde Ali isimli Afgan kaçak bir göçmen çalışıyor. Ali, Fransızcasını geliştirmeye çalışıyor çünkü botla önce Yunanistan’a, oradan İtalya’ya, oradan da Fransa’ya geçmeyi planlıyor. Doğuş Algün’ün filmlerinde vicdan ve hak kavramlarının önemli bir tema olarak öne çıktığını söyleyebilirim. Burada da 2 erkek kardeş arasında babadan kalan mirasla ilgili yaşanan hak(sızlık) durumu söz konusu. Ancak ele alınan konu ya da dahil olan karakterler yüzeyde kalıyor, göstermemek üzerine tercih edilen rejisi bu sebeple işlevsel olamıyor. Bazı şeyleri görmüyoruz, tahmin ediyoruz (ki bu sinemada çok sevdiğim bir şeydir, ayrıca şiddeti göstermemesine de artı koydum), bir yandan da bu tahminimizden kesinlikle eminiz. Ali’nin olayların bu kadar uzağındayken her şeyi anlaması ve değişimi şaşırtıyor. Finali tahmin etmek zor değil ancak o finale giden taşlar ne ara ve nasıl dizildi, filmin en büyük eksiği bu; olaylar arasında sıçramalar yaşanıyor. Temelinde iletişimsizlik, mutsuzluk kavramları üzerinden şekillenen film, bunu gayet iyi aktarıyor, hissettiriyor. Günümüzün sorunları neticede, önemli buluyorum; yine de çok ama çok iyi bir film olabilme fırsatını kaçırmış olduğunu düşünüyorum. Her ne kadar filmine kıyamamış desek de yönetmenin senaryosuna kıydığını biliyorum, belki de atılan sahneler o bütünlüğün kurulmasına mani oldu. Mesela, Tolga Tekin din hocası rolünde çok iyi ama o sahneye gerçekten ihtiyaç var mıydı, bence yoktu. Belki çıkarılacak olan sahneler daha doğru seçilmeliydi. Filmin oyunculukları ve görüntü yönetimi gayet ustaca, Ece Latifaoğlu’nun kamerası sağlam. Kameranın arkasındaki kadınların sayıca artışına şahit olmak da çok güzel bir gelişme.

Daha önceki festivallerde rastlanılmayan bir detayı da yeri gelmişken aktarayım; 4’ü uzun, 4’ü de kısa metrajda olmak üzere toplamda 8 kadın görüntü yönetmeninin olduğu bir seçki vardı bu yıl Adana’da. 5 kategoride 6 ödül alan “Ölü Mevsim” festivalin en çok ödül alan yapımı oldu. (En İyi Senaryo, En İyi Kadın + Erkek Oyuncu, En İyi Yardımcı Kadın + Erkek Oyuncu)

Hêvî / Orhan İnce
Sağır ve dilsiz Zeyno, hayvancılık yapan babası Mustafa ve ağabeyi Çeto ile köyde yaşamaktadır. Zeyno, zamanının büyük bir kısmını annesinden yadigâr kalan çok sevdiği koyunuyla oynayarak geçirir. Çeto, ilçeden dönerken tesadüfen tanıştığı hayvan alıp satmasına aracı olduğu Emin’i, babasıyla tanıştırır. Emin, tavırları ve zamanında yaptığı ödemelerle güven kazanır. Onun her gelişinde hayvan satın alıp gittiğini gören Zeyno ise koyunu için endişelenir. Emin bir gün Mustafa’nın elindeki tüm hayvanları satın alır. İki gün sonra sevkiyat yapılacaktır. Koyununun da diğer hayvanlarla birlikte satılacağını anlayan Zeyno, onu kurtarmanın yollarını aramaya çalışır.

Aslında Emin’in hikâyeye dahil olduğu yerde ivme kazanan film, aynı şekilde tüm gidişatı da açık eden bir formda ilerliyor. Bu anlatı, sürprize ve meraka dair bir alan yaratmıyor. Çeto rolündeki Ömer Akalın, Umut Veren Erkek Oyuncu Ödülünü aldı. Filmlerin tümüne bakınca ondan daha hak edeni de yoktu kanımca ama yine de Orhan İnce’nin oyuncu yönetimindeki hakimiyetini zayıf buldum. Galiba İnce’nin filmlerinin çocuk oyuncuları daha başarılı, çok başarılı bulduğum kısa filmi “Ali Ata Bak”taki tüm çocuk oyuncular çok iyiydi; “Hevi”deki Zeyno da çok iyi ama daha işlevsel bir şekilde değerlendirilseydi şahane olurdu. Kısa metrajdan uzun metraja geçişin sancılarını yaşıyor belli ki film, yani ne kısadan kopabilmiş ne tam uzun metraj olabilmiş; yine de Kürt Sineması içinde anlatacak bir hikâyesi olan ve kötü de çekilmeyen bir yapım olarak yerini aldı.

Gecenin Kıyısı / Türker Süer
Ahmet Rıfat Şungar ve Berk Hakman isimleri yan yana gelir de merak edilmez mi! Her ikisi de sinemamızın pırlanta oyuncuları ancak Berk Hakman gibi yetenekli bir oyuncuyu izleyebileceğimiz filmlere maalesef çok nadir rastlıyoruz. Almanya’da yaşayan Türker Süer, dünya prömiyerini Venedik Film Festivali’nde yaptığı filmiyle, politik olma hedefi gözetmeden salt kardeş hikâyesi anlatmak istemiş. Dededen asker bir aileye mensup iki subay kardeşin trajedisi diye özetleyebilirim. Yakın siyasi tarihimizdeki 15 Temmuz darbe girişimi etrafında şekillenen film, Ergenekon ve Balyoz davalarına da gönderme yapıyor ama ne o geceyi ne de o davaları sorguluyor. Maksat bunlar yaşanırken nasıl insan olunur, bunun cevabını bulabilmek.

Sinan, yüzbaşı; kendisinden yaşça büyük olsa da kıdem olarak küçük olan ağabeyi Kenan ise üst teğmendir. Daha asi bir portre çizen Kenan, disiplin suçu işlemiştir ve yargılanmak üzere Erzurum’a götürülecektir. Bu görevi üstlenmesini emrettikleri asker de Sinan olur. Sinan başlangıçta itiraz etse de sonra kabul eder. Erzurum öncesi Malatya da rotaya eklenir ve yola çıkarlar. Anlatısı temas ettiği meseleler çok mühimken zayıf kalıyor, suya sabuna dokunmaya gönlü olmayan bir film “Gecenin Kıyısı”. Darbe girişimi olduğunda herkesin birbirinden şüphelenmesi, sonrasında itibar suikastı yapılan babalarının intiharının konuşulması gerilimi epey büyüten noktalardı. O gece yola daha fazla devam etmeyip sığındıkları kışlada dikkatimi
çeken şey buradaki sakinlik oldu. Sonrasındaki otogar sahnesi de şaşkınlığıma şaşkınlık kattı, çünkü memleket böylesi bir karışıklık yaşarken, kaçma girişimlerinin yaşanacağı bilinirken, bir otobüs terminalinin süt liman hali, ortalıkta hiç asker olmayışı ve olan üniformalı 2 askerin karşısına tepkisiz, her şey çok normalmiş gibi davranan bilet satıcısının konulması iyi çalışılmamış detaylar olarak kalmıştı. Genel anlamda bayıldığım, çok mükemmel bulduğum bir film yok seçkide ancak en azından teknik yönüyle değerlendirdiğimde yüz üzerinden yüz verdiğim ve çabasını takdir ettiğim bir film oldu. Sinemamızda bunu deneyen filmleri daha çok görürüz umarım. Filmden paylaştığım kadraja dikkatle bakarsanız kadrajın dört bir köşesinde siyah çapak görürsünüz. Ben ilk fark ettiğim an perdede bir şey var sandım ama film böyle
ilerleyince anladım ki kullanılan lensle alakalı bir durumdu. Öğrendiğime göre filmin DoP’u Matteo Cocco çok eski bir lens kullanmış. Boşluklu ve yer yer deforme de olan kadrajlar, alt açılı planlar, önde büyüyen kafa ölçek planlar öyle tekinsiz ve gerilimli bir atmosfer kuruyor ki doku olarak seyirciyi hemen etkisine alıyor. Bu etkiyi büyüten unsurlardan biri de kullanılan müzik. Her iki kalemde de ödülü garantiler diye düşünmüştüm, hatta En İyi Yönetmen Ödülünü de buna dahil etmeliyim ama yanıldım, hiç düşünmediğim Yılmaz Güney Ödülünü aldı. Bunun dışında En İyi Kurgu (Reiner Nigrelli) ve En İyi Erkek Oyuncu (Ahmet Rıfat Şungar) ödüllerini de aldı. Eksik bulduğum yerlerine rağmen benim için festivalin favorisiydi.

Üçüncü gün programımda “Hiçbir Şey Yerinde Değil”, “Hemme’nin Öldüğü
Günlerden Biri” ve “Döngü” vardı.

Hiçbir Şey Yerinde Değil / Burak Çevik
Burak Çevik’in sinemasıyla çok barışık olmasam da subjektif yorumumu bir tarafa bırakıp sinema adına farklı şeylerin denenmesini artık daha fazla önemsediğimi belirtmeliyim; özellikle hep aynı filmleri izlediğimizi düşünürsek… Bu sefer de Çevik’in kendisi deneyseli bir kenara bırakıp daha kurmaca bir işe girişmiş. Bahçelievler Katliamı’nı konu edinecek olması başlı başına filmi izlemem için yeterliydi, ancak “olmasaydı sonumuz böyle”!

Bir belgesel izlemediğimizin farkındayım ancak memleket tarihinin çok büyük bir katliamının, tarihsel bir gerçekliğin bu kadar çarpıtılması sorunlu. Filmin jeneriğinde ”Tanıklıklar” kısmında Haluk Kırcı’nın ismini de gördüm. Yani onun o geceye dair ifadeleri de referans alınmış demek. (Hani yıllar sonra bu katliamı işlediği için pişman olmadığını(!) söyleyen Kırcı) 7 TİP’li öğrenci öldürülmüştü katliam gecesi; filmdeki evdeyse 5 öğrenci var, 1 tanesi sigara almaya gidiyor ve ne hikmetse bir türlü gelmiyor, o sırada da ülkücü 2 kişi evi basıp bu 4 öğrenciyi öldürüyor. Burak Çevik, film gösteriminin ardından yapılan söyleşide (ne sağ ne sol) bir taraftan bakarak filmi yansıtmaya çalışmadığını söyledi. Bu da sorunlu bir tutum, herkesin taraf olduğu bir şey vardır, hele ki ideolojik olarak illa ki. Hadi bunu da bir tarafa koyalım, bir sinemacı olarak derdiniz vardır ve bu yüzden film çekiyorsunuzdur. Bir tarafta silahlı olan sağcılar var, bir tarafta silahsız olan solcu öğrenciler var; eşitlik bile söz konusu değilken bu karakterlere atfettiğiniz temsiliyetin hiç mi önemi yok?! Ülke tarihinde yer almış ve sonraki cinayetlere, faili meçhullere de yol açmış bir dehşet, bir katliam gecesini neden anlatmak istersiniz? Umarım sadece tek planda çekebildiğinizi göstermek için değildir! Kaldı ki ortaya konan sinematografik bir emek, bu kadar heba edilebilirdi! Barış Aygen adına üzüldüm. Filmin Adana jürisi tarafından (belki de NBC demek daha doğru olur) verilen ödülleri de çok tartışıldı ve tepki gördü. En İyi Sanat Yönetimi Ödülü için sözüm yok ancak En İyi Yönetmen ve Jüri Özel Ödülü gibi 2 büyük ödüle layık bulunması skandal bir karardı bence.

Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri / Murat Fıratoğlu
Halayla başlayıp halayla biten uzun, sinirli, kavgalı ve matrak bir yol hikâyesi. Film bitiminde “Bu filmi çok mu sevmeliyim, yoksa hiç sevmemeli miyim?” duygusuyla bir miktar baş başa kaldığımı söyleyebilirim. Sevmekten kastım kişisel beğeni değil (hiçbir zaman böyle ele almıyorum zaten), bir film olarak teknik ve dramatik anlamda total olarak değerlendirmekten söz ediyorum, bu kısımda biraz zorlandım açıkçası; yoksa zaten film, coşturan ve güldüren yerlere sahip tatlı bir yapım. Bir de “Hiçbir Şey Yerinde Değil”den sonra izlemek ilaç gibi geldi ne yalan söyleyeyim. Bir dönem asıl mesleği öğretmenlik olan sinemacılar gündemdeydi, şimdi de avukat olanlar; Selman Nacar’dan sonra Murat Fıratoğlu ile de tanışmış olduk. Fıratoğlu, filmin yapımcılarından biri olmakla birlikte yazmış, yönetmiş ve başrolde yer almış.

Venedik’ten Jüri Özel Ödülüyle dönen “Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri” bir düğün salonunda başlıyor. Kadraja sabit kamerada omuz omuza halay çeken insanlar giriyor. Sonrasında kıpkırmızı başka bir kadraja dahil oluyoruz, domateslerin kurutulduğu bir tarladayız. Burada mevsimlik işçi olarak çalışan Emin, ustabaşı Hemme ve diğer işçiler var. Emin’le Hemme arasında bir gerginlik var belli ki ve film biraz ilerledikçe bu gerilim kavgaya varıyor. Emin, zar zor çalıştırdığı motosikletine atlayıp ilçeye gidiyor. Hem yeni motor taktıracak hem de eve uğrayıp silahını alacak. Silahı alıyor nitekim ancak tekleyen motorunu düzeltmek için bir türlü tamirciye varamıyor. Çünkü sürekli kendisini meşgul edecek birileriyle karşılaşıyor ve absürt olaylara dahil oluyor. Film de Emin de “yol”da gerçekleşip, kendini var ediyor bir nevi. Emin de seyirci de film de o yolun, o plansızlığın ve o absürtlüğün bir parçası haline geliyor. Dolayısıyla Emin’in şaşırdığı ya da kızdığı yerlerde seyirci de aynı reaksiyonu veriyor. Söyleşide Fıratoğlu’nun kendisinin de belirttiği gibi etkilendiği ve sevdiği İran sinemasından, Kiyarüstemi’den izler var. Üç görüntü yönetmeniyle çalışmak durumunda kaldığını söyleyen Fıratoğlu, totalde sinematografik olarak da temiz bir ilk film kotarıyor. Çehov’un (tiyatro için söylediği) “İlk sahnede duvarda bir silah asılıysa o silah o oyunda mutlaka patlar!” sözü bu film için gerçekleşmiyor; iyi ki… Emin’i, ellerini kana bulamayıp, birlikte çekilen halaya katan final tercihi Kürt coğrafyası adına da mutluluk verici bir söz söylüyor. Kürt coğrafyası demişken, filmde olanlar kadar neden olmadığı üzerine de yorumladığım alanlar var. Kürtçe tek bir kelime geçmemesi dikkatimi çekti. Halbuki esnaf, köylü pek çok insana rastlıyoruz film boyunca, oranın insanı Türkçe konuşur evet ama kendi aralarında daha çok Kürtçe konuşur. Orhan İnce’nin “Hevi”si bu anlamda daha doğru bir yerde mesela, filmin dili Kürtçe ve Türkçe konuşulan yerler sadece devlet daireleri. “Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri”nde de olsun isterdim. Film, hem SİYAD jürisi hem de Nuri Bilge Ceylan’ın başkanlığını yaptığı Altın Koza jürisi tarafından En İyi Film Ödülüne layık görüldü.

Döngü / Erkan Tahhuşoğlu

Döngü”, Tahhuşoğlu’nun 3. uzun metrajı. Bir önceki filmi “Koridor”da da birlikte çalıştığı Emel Göksu başrolde. Filmin ağırlıklı olarak kadın oyuncuları var (Serpil Gül, Tuğçe Yolcu , Ftesa Hazrolli ) Sevim, 75 yaşındaki Ayten’in evine senelerdir gündeliğe giden bir kadındır ve Ayten’in bakıcılığını yapması için 25 yaşlarındaki Kosovalı göçmen işçi Lena’nın işe yerleşmesine vesile olmuştur. Lena, bakıcı olarak yaşadığı Ayten’in evinde, bir gün Ayten’in isteği üzerine görevi olmamasına rağmen avizeyi siler ve iş kazası geçirir. Sigortası da (kendi talebi doğrultusunda) yapılmadığı için Ayten’i ve oğlu Ergin’i zor duruma sokacak bir durum ortaya çıkar. Lena, kuzeninin de uyarısıyla dava açmaya karar verir. Anne-oğul, Lena’yı bu davadan vazgeçirmeye ikna etmesi için Sevim’i zorlar. Sevim, süreç ilerledikçe bir çıkmaza girer. Hatta Lena’nın iyileşemeyeceği ve daha uzun bir süre geri dönemeyeceğini öğrendiğinde kendisi ve kızı için bir iş imkânı doğduğunu düşünür. Ne de olsa yıllardır Ayten’in evinde çalışmış, onun güvenini kazanmıştır; aileden biridir. Ayten’in şu zamanda kendileri gibi güvenilir kişileri bulamayacağını düşünür haliyle ancak işler umduğu gibi gitmez.

Tahhuşoğlu’nun sınıf farkı ve emek temalarını işlemesi mühim; temiz, net yazılmış bir senaryo ve aynı şekilde çekilmiş bir film ortaya koymuş. En İyi Yönetmen Ödülünü alan film ayrıca En İyi Senaryo Ödülünü de “Ölü Mevsim” filmiyle paylaştı. Tahhuşoğlu, sınıf farkı bilincine aşama aşama erişen, katmanlı, derinlikli çok iyi bir karakter yazmış Sevim’le, Serpil Gül de bunu, performansıyla harika bir şekilde ete kemiğe büründürmüş. Benim En İyi Kadın Oyuncu kategorisinde Hazal Türesan’la birlikte (Bildiğin Gibi Değil) favorim kendisiydi. Hatta “NBC’nin tam beğeneceği tarzda bir oyunculuk” diye düşünüp, garanti bile görmüştüm ama jüri “Ölü Mevsim” filminin kadın oyuncularına layık buldu ödülleri. “Koridor” filmi gibi “Döngü” de tek mekân bir iş sayılabilir, çoğunlukla Ayten’in evinde geçiyor, ayrıca Ergin ve Sevim’in damadının iş yerlerine uğradığımız sahneler de var. “Koridor” bütünüyle iki yaşlı kız kardeşin evinde geçiyordu ve o eve bu kadar sıkışmamıştık; “Döngü”de ise Ayten’in evine hapsolduğumuzu fazlasıyla hissettim. Tek mekân filmler yönetmen rejisini zorlar, maharet ister. Tahhuşoğlu yine başarıyor, burada bir sorun yok ancak anlatı, heyecanlandırmadan, meraklandırmadan ağır ve biraz da donuk bir ruhla akıyor. Tahhuşoğlu’nun 3. uzun metrajını çeken bir yönetmen olarak biraz daha farklı şeyler deneyebileceğini umdum ama risk almayan bir sineması var, buna kani oldum. Evet, bazı yönetmenler hep aynı filmleri çekebilir; bu da bir tavırdır.

Son olarak “Yeni Şafak Solarken”, “Su Yüzü”, “On Saniye” ve “Hakkı” filmlerine değinerek festival yazımı tamamlıyorum.

Yeni Şafak Solarken / Gürcan Keltek

Cem Yiğit ÜzümoğluErol Babaoğlu ve  Suzan Kardeş’in kadrosunda yer aldığı film, bir psikotik atağın 72 saatine odaklanıyor. Psikoz kelimesi, gerçeklikle temasın kaybolduğu zihinsel durumları tanımlamak için kullanılır. Psikoz döneminde kişinin düşünceleri ve algıları bozulur, kişi neyin gerçek, neyin gerçek olmadığını anlamakta güçlük çekebilir.

Akın, yıllardır hastaneye girip çıkan, tedavi gören genç bir adamdır. Tiyatroyla ve müzikle ilgilidir; vaktinin çoğunu evde geçirse de zaman zaman cami, mezarlık gibi yerleri ziyaret eder. Sistemin içinde bocalayan Akın, Tanrı’ya sığınmaya çalışarak anlam arayışına çıkar. İlahi yapıların kendisinde bir şeyleri tetiklediğinin farkındadır, gerçek benliğiyle temasını kaybettikçe, zihni de başka bir gerçekliğe kayar. “Yeni Şafak Solarken” delilik üzerine bir film. Keltek, deliliğin başka bir toplumsal yapı formu olduğuna inandığını, bu yapıdan kaçtığımızı ve filminin de bununla ilgili olduğunu söylemişti. Yönetmen filmi 4 bölümde ele almış: Duru Görü / Emanet Beden / Rüya Silahı / Alametler. Akın, gece gündüz demeden İstanbul sokaklarını arşınlarken yolculuğuna şeytanlar, iblisler, imam, arkadaşları, türlü sesler ve imgeler de katılır. Gürcan Keltek sinemasında çokça rastladığımız bir şey imgesel anlatım. İstanbul’u büyük bir metafor olarak ele alırken, ses tasarımını da adeta bir karakter gibi filmine ekliyor. Görüntüler çok önemli bir enstrüman olarak yer almış filmde. “Gecenin Kıyısı” gibi teknik altyapısı sağlam bir film. Peter Zeitlinger’in emeği de En İyi Görüntü Yönetmeni Ödülüyle takdir görmüş oldu. Tezer Özlü’den (Yaşamın Ucuna Yolculuk ), Murathan Mungan’dan (995 km), Robert Macfarlane’den (Yeraltı Diyarı) alıntılara da yer verilmiş. Akın’ın “Artık konuşmak istemiyorum.” dediği andan itibaren film sırtını müziklere yaslıyor ve ikinci yarısında çok az diyalog bulunuyor. Keltek’in sineması özgün ve deneysel, herkesin sevebileceği ya da kolayca anlayabileceği bir özellikte değil açıkçası; türün sevenlerini çok mutlu edecek ona eminim. Ben imge dünyasında, rüya aleminde bir yolculuğun içinde hissetim kendimi her ne kadar tekinsiz olsa da. Her şeyi, her sahneyi, her diyaloğu anlamadım ama anlamak için heveslendim, bazen -müziğin de etkisiyle- büyülendim. Özellikle müzikleri muazzam, Adana jürisi de En İyi Müzik Ödülünü (Son of Philip) vermekte tereddüt etmemiş.

Su Yüzü / Zeynep Köprülü
Zeynep Köprülü, ilk uzun metrajında babasının ölümüne sebep olduğunu düşünüp, suçluluk duygusuyla Fransa’ya giden ve yıllar sonra annesinin düğünü için kasabasına dönen genç bir kadına, Deniz’e odaklanıyor. Deniz döndüğünde annesiyle, orada bıraktığı arkadaşlarıyla geçmişinde halledemediği, çözemediği meseleler yüzünden tartışmalar yaşar. Annesi yeni eşinin evine taşınacağı için kendi evini de Deniz’e bırakır. Dileği Deniz’in artık orada bir hayat kurması ve Fransa’ya dönmemesidir; Deniz, evi satmaya karar verdiğini açıkladığında bu annesi için üzücü olur.

Su Yüzü” sinemada çokça işlenen, aşina olduğumuz bir hikâyeden yola çıkıyor ve maalesef üzerine çok da farklı bir şey söylemiyor. Bir ilk film için güvenli alanlarda geziniyor olması da anlaşılır, en azından Zeynep Köprülü kötü bir film koymuyor ortaya. Baba koltuğu, odasının duvarındaki çürüme, valizini hazırladığı gün odaya giren kuş gibi simgesel ve metaforik anlatım detaylarını sevdim, gayet yerinde olmuş. Köprülü, senaryoyu birlikte yazdığı Selin Sevinç’le birlikte aslında iyi bir karakter yaratmış. Deniz’e dair öğrendiğimiz şeylerin yine Deniz’in ağzından yalanlanması, karakterin kendini ifşası ve yüzleşmesi güzel ilerliyor ama gizemini de korurken seyircinin eşelemeye heves edeceği bir taraftan daha çarpıcı ele alınabilirdi. Yine de
Nazan Kesal ve Cemre Ebuzziya’nın anne-kızı oynadığı ve fonuna yaz mevsimini alan “Su Yüzü”, eli yüzü düzgün bir ilk film.

 

On Saniye / Ceylan Özgün Özçelik

Ceylan Özgün Özçelik farklı türleri denemeyi seven bir yönetmen. Filmografisinde kurmaca kısa film (13+), deneysel uzun metraj belgesel (15+), her ne kadar çekilmemiş olsa da üçlemenin son filmi olarak tasarlanan fantastik uzun metraj film (18+), deneysel kısa film (Ankebût), kurmaca uzun metraj film (Kaygı), dijitale çekilen 1 bölümlük dizi (“7 Yüz” adlı dizideki “Karşılaşmalar” bölümü) ve son olarak Adana’da görücüye çıkan kurmaca uzun metraj filmi (10 Saniye) var. (Filmlerinin isimlerinde de hep rakamlar, sayılar yer alıyor, bunu neden tercih ettiğini Adana’da kendisine sorabilirdim aslında, en kısa zamanda öğrenmek dileğiyle diyeyim.) Bir kadın sinemacı olarak kadınların dünyasını deşmeyi, irdelemeyi, o dünyayı anlamayı ve anlatmayı önemsiyor. “On Saniye”, Erdi Işık’ın tiyatro oyununun biraz değiştirilmiş hali, senaryoyu birlikte kaleme almışlar. Ülkenin en prestijli lisesi William College’ta okuyan Özgür, kedi öldürme videosu çektiği ve bunu yayımladığı için okuldan atılmıştır. Özgür’ün annesi Yasemin, okulun rehber öğretmeni İpek’i ziyaret eder ve çocuğunun okula geri alınmasını ister. İki kadın diyalog kurmaya çalıştıkça birbirini deşmeye başlar, hayatlarındaki sırlar ortaya dökülür.

Yasemin ve İpek’e hayat veren Bergüzar Korel ve Bige Önal ayrı ayrı övgüyü hak eden performanslar sergiliyorlar. Özellikle Bergüzar Korel’i zengin, küstah, katlanılması zor bir kadın rolünde, üstelik bağımsız bir filmde ilk kez izlemek çok keyif vericiydi. Film , iki karmaşık ve dominant karakterin psikolojik üstünlük kurma savaşını gerilimli bir dille yansıtırken zaman zaman güldüren alanlar da yaratıyor; muzip bir yönü de var. Bu zamanlarda tansiyon düşmüyor, şöyle diyebilirim; lezzetli bir yemeğe katılan lezzetli bir sos tadı veriyor. İki “kutsal” figür hikâyenin merkezinde yer alıyor. “Annelik kutsaldır”, “Öğretmenlik kutsal bir meslektir” cümleleri de bu ülkede fazlasıyla duyduğumuz cümleler. Özçelik “kutsallarımız”ı alaşağı etmeye niyetleniyor. Finali de bu anlamda çok iyi gerçekten; konuşamayanlar dövüşür! Film bir okulun içinde 2 mekânda geçiyor: biri rehber öğretmenin odası, diğeri ise bu odadan da geçiş yapılan terapi salonu. Hep söylüyorum tek mekân işler, reji olarak yönetmen adına risklidir, maharet ister. Özçelik ise döktürüyor! Kamera arkasındaki Zeynep Seçil’le birlikte elbette… Bol diyaloglu ve 2 oyuncudan kurulu yapıyı sıkıcılığa, tekdüzeliğe düşmeden kotarmak için kamera adeta 3. oyuncu gibi dahil oluyor filme. Tabii bazen dozunu aşan bir katkı da olabiliyor bu. Zaten en başından, okul genel planda zoom-in’le başlayan hareketli kamera bir an olsun durmuyor. Hem estetik hem çok çarpıcı kadrajları var, özellikle yakın ölçekli yüz planlar. Ceylan Özgün Özçelik filmlerinde görsel-işitsel dünya, bunun içinde ses miksajı ve imge unsurları özellikle ön plana çıkar. Bunların kaotik anlatım ya da gerilimi vermedeki başarısı yadsınamaz. “On Saniye”de de aynı etkiyi görebiliyoruz.

On Saniye”, “Gecenin Kıyısı” ve “Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri” festivaldeki favori üç filmimdi. Maalesef “On Saniye” festivalden eli boş döndü. Önümüzdeki günlerde uluslararası prömiyerini 37. Tokyo Film Festivali’nde yapacak, umarım hak ettiği değeri orada bulur!

Hakkı / Hikmet Kerem Özcan
Yine bir ilk film olan “Hakkı”, ana karakterinin isminden yola çıkıyor ve ona hayat veren Bülent Emin Yarar ile harika bir şekilde bütünleşiyor. Baktığımızda yine bir taşra filmi diyebiliriz, küçük insanın hikâyesi merkezde. Ama bu hikâye o kadar da küçük değil artık, dahası önemsiz değil. Hemen herkesin kendisini bulabileceği bir film ve özdeşlik kurabileceği biri Hakkı; belki de bu yüzden Adana seyircisinin teveccühüne mazhar oldu ve Seyirci Ödülüne layık bulundu. Yurtdışı festivallerinden sonra Türkiye prömiyerini Adana’da yapan film, ailesiyle birlikte Ege’de, antik kentlerden birinde yaşayan Hakkı’nın, bahçesinde tarihi eser bulması üzerine gelişen olayları anlatıyor.

Hakkı, ilk bulduğu heykelin ederinden daha düşüğe satıldığını anlayınca bahçesinde daha fazla heykelin olduğuna inanıp kazmaya devam eder. Bu durum onda bir takıntı haline gelir ve hırsı da kazdıkça büyür. Artık karanlık bir eşiğe varan Hakkı için buradan dönüş de çok zordur. 2 çocuğu olan Hakkı, üniversitede oğlunu okutmaya çalışırken, yerel turistlere rehberlik ederek ve hediyelik eşyalar satarak ailesini geçindirmeye çalışmaktadır. Ama ilk sahnede de şahit oluruz ki işleri pek yolunda gitmemekte, satış yapamamaktadır. Geçinmek, Hakkı için zor bir hal almaya başlamıştır, çoğumuz gibi… Memleketin genel ekonomik portresini de resmeden yönetmen Hikmet Kerem Özcan, yoksulluğun verdiği çaresizliği aşmaya çalışan bir insanın salt kazanma hırsı ile elindekileri ve benliğini kaybetmesini dramatik bir şekilde aktarmış. Hakkı’yı ve Hakkı gibilerini elbette salt yoksulluk tetiklemiyor. Hakkı’nın Cem Zeynel Kılıç’ın hayat verdiği bir bacanağı var. Ekonomik anlamda durumunun daha iyi olduğunu anladığımız bu bacanak, Hakkı’ya üstten bakan, Hakkı gibilerin çoğu şeyi anlamadığını varsayan, Hakkı’ya göre daha hırslı, çok daha uyanık biri. Hakkı ile bacanağı arasında araba tamircisine gitmekle ilgili bir sohbet geçerken bacanağı “Sizin gibileri kandırır onlar” minvalinde bir cümle kurar. “Sizin gibiler”; saf, cahil, gözü açık olmayanlar yani. Kandırılmamak için bacanak gibi uyanık olmak gerekir hayatta! Aslında insan, bir yandan doymak bilmez iştahıyla kazandıkça daha fazlasını talep ediyor ama hayatın torpil geçtiği bacanak gibi asalak insanlara da kendini ispatlama motivasyonuyla doluyor. Mekân olarak evi, metaforik anlamda ağaç ve köklenme temasıyla ele alış, filmin fikrine de mesajına da uyumlu. Görüntü yönetiminde Burak Baybars’la temiz ve sade bir iş kotarıyor yönetmen. İlk film için gayet başarılı, bu başarısı da festivalde Film-Yön tarafından En İyi Yönetmen Ödülüyle taçlandırıldı. Filmi tek başına sırtlanan Bülent Emin Yarar, En İyi Erkek Oyuncu ödülünün belki de en güçlü adayıydı ancak tahmin edilen olmadı. Hakkı’nın kızını canlandıran Tuana Almacı, Türkan Şoray Umut Veren Genç Kadın Oyuncu Ödülünü kazandı. Filmin başında sadece karakter adı olarak ortada olan “Hakkı” kelimesi, film bittiğinde zihnimde “Bu kimin hakkı?” olarak belirdi. Çok ütopik bir dilek olacak ama daha adil ve hak ettiklerimize sahip olabildiğimiz bir dünya dileğiyle…

Daha fazla yazı yok
2024-10-04 16:26:50