Demet Elkatip, ‘Kara Duyu’ adlı sergisi Karşı Sanat’ta devam eden Nesli Türk ile konuştu.
Bedenin kendisiyle imtihanı diye de adlandırılabilir Nesli Türk’ün resimleri. Henüz ikinci kişisel sergisini açan Türk, ilk çalışmalarından beri kişisel geçmişinden yola çıkarak bedeniyle uğraşıyor. Resimlerinde figür olarak hem kendini hem de aile bireylerini kullanıyor. Faust’un Gretchen’i ya da Madam Bovary, resimlerinde şekillenen kadın kahramanlardan. Önce bu kadınlardan ve genel olarak kadınlık hallerinden bahsediyoruz, anlattıkça genç bir sanatçının portresi çıkıyor ortaya.
“Modern bireyin acısını, kendimle de özdeşleştirerek kadın karakterler üzerinden anlatmak istiyorum. Mesela ‘Hayır, Ben Madam Bovary Değilim!’ adlı işimde, annesinin üzerine basarak örgü ören bir figür var; anne figürü de aslında ataerkilliği temsil ediyor, yani anne de erkek egemenliğine hizmet ediyor orada. Ana figür anneyi ve temsil ettiklerini ayağıyla eziyor, bir forma dönüşmüyor ördüğü şey ama gene de uğraşıyor, güçlü durmaya çalışıyor; Bovary’nin aksine, yaşamaya ve üretmeye devam ediyor.”
Erkek egemenliğini birebir kendi hayatınızda çok hissettiniz mi?
Tabii ve bunu hisseden kadın sanatçılardan da çok etkileniyorum. Louis Bourgeois, Kiki Smith gibi belli kavramlar üzerinden giden feminist, çağdaş kadın sanatçılar beni etkiliyor. İster istemez feminist bir söylem oluşuyor. Nesli Türk dendiğinde “Aa feminist sanatçı” algısı oluşsun istemiyorum aslında, çünkü işin plastiğine çok kafa yoruyorum, yani işleriniz plastik olarak çok güçlü olacak ki öyküyü de kaldırsın.
Resmimde sadece kadının acısı meselesi değil, daha ontolojik bir durum, varoluşçu bir anlatım da var. Et diyorum, mesela Merleau Ponty’nin atılmış eti, dünyaya fırlatılmış birey, belli belirsiz varoluşçuluk, bunlar üzerinden yorumlamaya çalışıyorum meseleyi… O yüzden yüzeye gelen bir resim yapıyorum, hava perspektifi kullanmıyorum işlerde, mümkün olduğunca tuvali kaplayan, kadrajı zorlayan, masif kütleyi yığmak istiyorum izleyicinin üzerine. İzleyen etin altında ezilsin istiyorum.
Tuvaller de büyük olunca izleyeni etkileyen hatta sarsan işler çıkıyor ortaya.
Çok büyük tuvallerde bile genelde figürü bir yerden kesiyorum, taşırıyorum, kadrajı zorlasın istiyorum figürler. Desen en önemli malzemem. Resmi ayakta tutan üç temel öğe var; desen, leke ve renk. Ben hâlâ resmin böyle kriterleri olması gerektiğinden yanayım. Benim için en önemlisi desen. Belli yerlerde astarı bırakıyorum. Son işlerde rengin renk olarak değerini öne çıkardım, yani limon sarısı bir astar atıyorum, turkuaz bir astar atıyorum, o zaten koku gibi siniyor resme. Her şeyi o belirliyor, sonra üzerine ne koyarsanız ona göre koymak zorundasınız. Astar sizi yönlendiriyor. O yönlendirme hoşuma gidiyor. Büyük tuvaller çalışma sebebim de gene o masif etkiyi verebilmek.
Matisse’in bir sözü var: “Bir metrekare mavi, bir santimetrekare maviden daha mavidir”. Ben de iki üç metre tuvale çalışılmış çıplak, on beş santimetrelik tuvale çalışılmış çıplaktan daha çıplaktır mantığıyla gidiyorum. Çalışırken büyük hareketler yapma ihtiyacı duyuyorum. İzleyiciye enerjiyi daha iyi geçiriyor sanki.
Beslendiğiniz şeyler neler?
Sanırım en çok müzikten besleniyorum; elektronik avangard, endüstriyel müzik ve ritimle birlikte aktarılan enerji beni harekete geçiriyor. Tabii ki şiir de önemli… Diğer sanatçılardan çok etkileniyorum, daha çok güncel ve kadın sanatçılardan, özellikle de heykeltıraşlardan etkilendiğimi fark ettim; Folkert de Jong diye Hollandalı bir heykeltıraş var, bu renk meselesinde onun karnavalesk renkleri benim için tetikleyici oldu örneğin; onun figürleri de grotesk, benim için de grotesk kavramı çok önemli.
Bedenle bu kadar ilgili olunca karşınızda gördüğünüz insanları algılamanız ya da resimlerinize etkisi nasıl oluyor?
Şu sıra şişman kadın formları ilgimi çekmeye başladı; model olarak kullanabilirim gibi bir şey oluşuyor kafamda tabii. Ben fotoğraftan yararlanıyorum. Yani Bacon da mesela fotoğraf kullanıyor, modelle direkt temasa girmekten hoşlanmıyor, modelin psikolojisinin çok belirleyici olacağını düşünüyor. Onun ağırlığını hissetmek istemiyor. Aslında ben de biraz öyleyim, başlarda biraz mecburiyetten oldu fotoğraf meselesi, bir resmi bitirmem yaklaşık bir ayımı alıyor, o kadar uzun süre modeli tutmak zor oluyor doğal olarak. Ama sonra çok sevdim bu yöntemi, resimle aramda başka biri olmuyor, o duygu hoşuma gitmeye başladı. Resimlerimde fotografik bir etki yok elbette. Buradan psikolojik etkiyi yansıtmak gibi bir derdim olmadığı sonucu çıkmasın yalnız; hatta tam tersi, böyle bir amacım var.
Resimlerinizde bedenin halleriyle beraber abject (iğrençlik) de öne çıkan bir kavram. Cinselliği ele alışınızdaki belirleyici unsurlardan / hikâyelerden bahsedebilir misiniz?
Ten, beden olunca cinsellik olmaması mümkün değil. Jenny Saville’den çok etkileniyorum, o da işte et, ten, beden uğraşıyor ama bende hikâye de var. Onda yok, sadece modern bireyin bazı açmazları üzerinden gidiyor; obezite, estetik ameliyatlar…
Abject önemli kavramlardan biri benim için. 80’lerin başında Julia Kristeva, post yapısalcı teoriler doğrultusunda abjection kavramını geliştirdiğinde, başta feminist sanatçılar olmak üzere pek çok sanatçı için verimli bir alan oluşturdu. Abject, kir, kıl, dışkı, ölü hayvanlar, kan ve irin gibi olgularla bedensel sıvılara ve atıklara gönderme yaparken, iğdiş etme, uzuv kesme, dışkılama, kusma ve benzeri sapkınlıklarla yaşamsal faaliyetleri de kapsıyor. Toplum tarafından tabulaştırılmış bu kavram ve faaliyetler, 20. Yüzyılın son çeyreğine doğru birçok sanatçının olduğu gibi benim de ilgimi çekiyor. Genellikle toplumsal cinsiyet ve cinselliğin ağza alınmaz yönleriyle yüzleşmenin bir yolu olarak kusan figürler, bedenin sıvıları, etin çürüyecek olması, kendi benliğimle, ölümlü varlığımla yüzleşme gibi…
Sanki cinsellikle birlikte bir mutsuzluk söz konusu…
Mutsuzluk değil de bir varoluş sancısı var tabii, ben trajik olanı boyuyorum ama bir taraftan boyanın neşesini de yakalamak istiyorum. Mesela barok ışık hiç kullanmıyorum. Canlı renklerle o kontrastı yakalamak istiyorum.
Gelen tepkiler nasıl?
“Çok sert işler yapıyorsun” diyorlar. Tabii bir de daha dekoratif, söz söylemeyen işler yapma modası var. Bunun gelip geçici bir durum olduğunu düşünüyorum. Bana, “Çok cesur resimler yapıyorsun” diyorlar. Bunu sanırım hem plastik anlamda, hem de ele aldığım konular, kavramlar bağlamında söylüyorlar. Ben mutluyum yaptığım şeyden.
Serginin başlığı “Kara Duyu”dan da bahsedersek…
Bu serginin konsepti aslında melankoli, yani kara duyu, kara safra… Antik çağdan beri gelen dört salgı teorisi var; kan, balgam, sarı safra ve kara safra. Hristiyanlıkta, Antik Yunan’da, eski Roma’da kara safranın baskın olduğu melankolik tip, hastalıklı, içe kapanık, yoksulluğa mahkûm bir karakter olarak geçiyor. Yani Satürn’ün etkisi altında iyileştirilmesi gereken bir hastalık olarak görülüyor melankoli. Ama Rönesans’ta Albrecht Dürer’in Melankoli gravürüyle birlikte, melankolik tipin içe kapanıklığının aslında dehanın bir tür ön koşulu olduğu fikri yaygınlaşmaya başlıyor. Benim “Kuşlar Hükmü” isimli resmimde de ana figür bir melektir; yani onlar yaratıcılığın kanatları ve elbette melankolinin maddesi olan kurşun gibi onların da rengi metalik. Ben de bir süre, “melankoli hastalıklı bir şey mi?” diye düşünerek bunun acısını çektim. Ben mesela atölyemden pek çıkmam, ya okurum ya resim yaparım. Orada kendimle yüzleştim ve bunu yaratıcı edimin ön koşulu olarak kabul edip, bu şekilde yücelttim.