Ayşegül Sönmez’in 28.08.2013 tarihli Şehirden Kaçanlar yazısı aslında #sanatatakyazlıkta yaz çeşitlemelerinin ilkine vesile oldu. Ama bu kez şehirden ‘haftalık’ kaçanlar…
İki yıl önceki Milliyet yazımda şehirden güneye göç etmiş kaçık kaçakları yazmıştım. Yine bir yaz oğlumla Yakaköy’de koca bir ayı devirirken. Şehirden kaçan egzantrik insanlarla tanışmış, onların hayat hikayelerini öğrenmiştim. Belki oğlum artık büyüdüğünden kendi yüzmek istediği koyu, suyu ve Max dondurmayı, ocean ya da twister, seçme yaşı geldiğinden bu kez bambaşka hikayelerle karşılaştım.
Şehirden köye kaçmışların değil tam tersine şehirden bir haftalığına tatile gelenlerin hikayeleriyle. Kaçmadıkları için kaçık olmadıklarını düşünmek için lütfen acele etmeyin…
Çoğu annelerdi. Çoçuklarımız birlikte yüzer, mısır kemirir, kova ve su tabancalarını paylaşamazken biz de yakınlaştık. Haftanın her günü sözleşmeden ama sözleşmiş gibi aynı saatte aynı şezlongun ve güneş ışığının karşısında yerimizi aldık. Kurabiye tarifleri verdik hatta akşam olup evlerimize çekildiğimizde kurabiyeler yaptık. Sabah birbirimize yedirdik.
Alman Anne’nin çocuğu 15 yaşında. Ama ondan kopamıyor. Bunu söylemesi üç gününü aldı. Oğlunu nasıl kafaya taktığını anlattı. Hala büyüdüğüne inanmadığını ve oğlunun ona en son “anne böyle kendi hayatını yaşamazsan ben de çok mutsuz olurum” deyişini r’leri yutarak ama Türkçeye çok hakim aksanıyla ifade etti. ‘O mutsuz olduğunda ben de mutsuz oluyorum’ diyen Türk’le evlenip ayrılmış Alman annenin sarı kaküllerinin kapladığı Alman mavisi benim Türk kahverengisi oğlumun dediği gözleri ağlamaklı. Güneş hepimizi olduğumuzdan daha kırışık, beyaz ve savunmasız gösteriyor. Benim ondan kurtulmam gerek dediğinde hesapladım beş tam günü geçirmişiz.
İdil 11 yaşında. Annesinin tek çocuğu. O yüzden haftada dört kez tenise gidiyor. Bir kez piyano ve bir kez de Amerikan Kültür’e. Devlet okulunda okuyor. İdil’in annesi, devlet okulunda okumayan onunla aynı yaştaki Arban’ın annesine, “sınavlarda devleti özeli kalmıyor” diyor. “Çocukları eşitleyen bir şey, sınavlara inanıyorum. Kimin çocuğu iyiyse o kazanıyor devletteki iyiyse devletteki kazanır.” sözleriyle sınav sistemine sınıfsal bir bakış açısı getiriyor. Hala düşünüyorum bunu.
Arban’ın annesiyse oğlunu o özel okula bir buçuk saat araba yolculuğu yaparak kendi elleriyle götürüyor ve getiriyor. Oğlunu servise koyamaz. Hem zaten bir işi de yok. Ona da meşgale oluyor. Arabada ana oğul giderlerken sabah müzikleri ayrı akşam dönüş müzikleri ayrı. Hepsinin listesini o hazırlıyor. Tabii Arban ne severse… Arban ne mi seviyor? Barış Manço, Yeni Türkü ve ‘eski Ajdalar’. Sınavlarda fazla iyi değil Arban. Motor becerisi iki yaşından beri kötü. Ne basket, ne yüzme ne de gittiği okuldaki Almanca’yı sevmedi. Bütün gününü bir ılgın ağacının altıda havluya sarılı kucağında iPadiyle geçiriyor. Datça rüzgarında ağaçtan her ılgın yaprağı düştüğünde ise “anneeeee” diye bağrıyor. Arı sanmış.
Ve starımız banka emeklisi Funda. Funda’nın bilmediği yok. Aslında hepimizi o tanıştırdı. Yüksek sesle ama sakin bir tonda tane tane konuşuyor. Neyi savunursa anında hepimizi ikna ediyor. Kızıyla da kocasıyla da bizimle de geniş geniş ilgileniyor. İlk kurabiye ikramı ondan geldi. Sonra her birimiz sahile kurabiyelerimizle geldiğimizde açık sözlü olduğu için-aynı zamanda ikna edici ve gurme- hiçbirimizinkini beğenmedi. Benimki tamam şeker koymamıştım ama kayısları daha çok katabilirdim , İdil’in annesininkiler ise çok tereyağlıydı. Tereyağ söylendiği gibi faydalı değildi çünkü tereyağlar eski tereyağlar değildi. Tıpkı sol ayağımda çıkan kemiğe bakıp “annemlerin zamanında olsak size oraya para bağlamanızı söylerdim ama ne yazık ki artık paraların içinde o kemiği geriye itecek kurşun yok.” Ya da civa mı demişti? Belki de civadan başka bir konuda söz açmıştı. Sinan’ın iştahsızlığından yakındığımda mı? Yoksa iştah açan krom muydu? Hepsini Funda biliyordu.
Aramızda en az saçlı ve aynı zamanda kısa saçlı olan oydu ama sanki en gür saçlımız oymuş gibi bir hali vardı. Sanki onları savuruyormuş gibi. Oysa uzun bile değildi saçları. Kocası sohbetimize ender dahil olduğu zamanlardan birinde şöyle demişti hepimize: ‘Karım beni sözleriyle döver… Başka bir şeye ihtiyacı yok. Sözleriyle her şeyi halleder o…” Sadece bizimle değil, sahilde kedisi hastalanana ilaç, inşaat yaptırdığını söyleyen emekli Silivrili çifteyse inşaatlarını ne yazık ki olduğundan pahalıya mal ettiğini üstelik hesap makinesi kullanmadan metrekaresi şu kadar olduğuna göre o zaman bu kadar da tutacağına göre diye diye hesap etti. Çiftin bronz yüzleri sarardı.
Bana mayoları mutlaka eve gidince makinaya atıp 30 dakika kısa programda yıkamamı salık verdi. Güneş batar yola koyulurken bize hatırlattı, “30 dakikalık kısa program yeter.” Pek çok konuda hem fikri ve hem de önerisi vardı. Alman annenin Türkçesine bayılıyordu. O takdir ettikçe Türkçesini, Alman anne Türkçeyle ilgili nice cambazlıklar yapıyordu. ‘Sade kahve’ diyor sonra ‘sade dil Türkçe’ diyordu. ‘Eski eşim’ ama ‘tarihi’ değil deyip gülüyordu yine r’leri alabildiğince yutarak… Funda ‘bu güzeldi’ diyor ondan daha yüksek sesle gülüyordu.
Bir hafta bitmek üzereyken onlar Dost teknesiyle günübirlik tura çıktılar. Biz buralı muamalesi gördüğümüzden gitmedik. Ertesi gün gezilerini, koyları, Knidos’u, denizin rengini anlatırlarken konu yedikleri balığın ayçiçek mi zeytinyağında mı kızartıldığına geldi. Emin olamadılar. Buralı ve neredeyse kaptanın akrabası sanıldığımdan -o tekneyi ben önermiştim- bana sordular. Tereddütsüz, “zeytinyağı” dedim. Funda “kesinlikle hayır” dedi. “Zeytinyağla kızartma olmaz. Yakar. Yanar bildiğin.” Tereyağların da eskisi gibi olmadığını söylediğini söylemiştim. Bu kez işin içine babalar da girdi.
Çocuklar kolluklarıyla suyun üzerinde birer leke gibi göründüler. Üşüdüler. Dudakları morardı. Havlularına sarındılar. Mısır diye tutturdular. Var Mısır diye bağırarak mısır satanları taklit ettiler. Yağ konusu sona ermedi. Funda ayçiçekti diye ısrar ediyordu. Babalar zeytinyağı diyerek ısrar ediyordu. Ben artık etmiyordum.
Akşam olunca Dost’un kaptanı rakıya oturunca ona soracaklardı. Bu herkesi teskin etti. Kollukların havası alındı. Nemli ve ağırlaşan havlular aralarına ıslak mayo yerleştirerek birer sigara böreği sarar gibi katlandı. Çocuklara bütün gün onu yeme, hayır bunu yeme, domates salatalık ye demekten omuzlar düştü. Çocuklar bu düşen omuzları fırsat bildi ve aslanlı çikolatalı kornetto almaya kuş sürüleri gibi cıvıldayarak gittiler. Ertesi sabah Funda yola çıkmadan bizi bulacaktı. Şezlongda uzanırken ben “hiç kalkma yolcu yolunda gerek ama ayçiceğiymiş. Kaptana sorduk dün akşam.”