Sanatçı Ali Emir Tapan soruyor, Sakıp Sabancı Müzesi Resim Koleksiyonu ve Sergiler Yöneticisi Hüma Arslaner yanıtlıyor. Bu söyleşi Zero sergisini hem tanıtıyor hem özetliyor.
Ali Emir Tapan: Peki sence bu yenilikçi yaklaşımın ne kadarı tepkisel? ZERO karşıtlığın ötesine geçen bir akım bence…
Hüma Arslaner: Evet, aynen… ZERO karşıt olma amacıyla yola çıkmış bir düşünce biçimi değil. Daha ziyade dönüştürücü, yeni bir alan açma dürtüsünden söz edebiliriz.
Ali Emir Tapan: Istersen "yenilik" fikrinin ZERO açısından ne şekilde tanımlayıcı olduğundan başlayalım.
Hüma Arslaner: “Sanat sıfırdan başlamalıdır” sloganıyla 1957 senesinde Düsseldorf’ta bir araya gelen ZERO’cuların amaçları, savaşı izleyen yıllarda dünyayı yeniden inşa etmekti. Dünyayı yeniden inşa etme isteği başlı başına ve yeterli derecede yenilikçi bir tavır değil mi? ZERO bağlamında daha çok bir duruş, bir tavır olarak anılabilecek yenilik, ZERO sanatçıları için II. Dünya Savaşı sonrasında yaşanan maddi, manevi, kültürel tükenmişliğin sonrasındaki arayışın bir tezahürüydü diyebiliriz. Kendilerini ve benzer görüşleri altında topladıkları çatı, ZERO isminin ta kendisiydi – bir bitiş ve başlangıçtan önceki sessizlik anı yani. Yeniden başlangıca referans veren, başlangıcı mümkün kılan bir kavram olarak sıfırdan söz ediyoruz. Dönemi tanımlayan teknolojik gelişmelerin, insanlığın Uzay Çağı’na uzanmasının da bir sembolü olarak, bir roketin uzaya fırlatılmasından önceki geri sayımın son aşaması. 4,3,2,1, Sıfır. Bilinmeze, yeniye doğru müthiş bir dinamizm ve heyecanla hareket etmekten bahsediyoruz. Sanat pratiği açısından düşünülür ise, yüzey olarak resmin terk edilmesi, ışık projeksiyonları, gökyüzü sanatı, ham malzemeyi kullanma, rengi özgürleştirme niyeti, sınırları aşma dürtüsü, yeni keşfedilen malzemeler ile deneyler yapmak… Bunların hepsi, ZERO’nun yakından meşgul olduğu konular.
AET: Peki sence bu yenilikçi yaklaşımın ne kadarı tepkisel? ZERO karşıtlığın ötesine geçen bir akım bence…
HA: Evet, aynen… ZERO karşıt olma amacıyla yola çıkmış bir düşünce biçimi değil. Daha ziyade dönüştürücü, yeni bir alan açma dürtüsünden söz edebiliriz.
AET: Evrim x Devrim… Peki bu dönüştürücülük Fontana gibi bir isim ile ilişkilendirildiğinde hangi çerçevede karşımıza çıkıyor? HA: Fontana, dünün sanatını yarının sanatına dönüştürmeye teşebbüs ediyor.
AET: Biraz açar mısın dün/yarın durumunu?
HA: ZERO grubunun manevi atası olarak anılan Fontana, sanatın ileride bir gün her malzeme ile yapılabileceğini kendi zamanında öngörmüş bir sanatçı. Elindeki tuvalin sınırları ile yetinmeyip, farklı malzemeler üzerinden uzamın, boşluğun peşindeki arayışını farklı malzemeler üzerinde tekrar tekrar yorumluyor. Doğayı tuvalin içine sıkıştırmaktansa, tuvalin arkasına gizlenmiş doğanın peşine düşüyor, tuvali tam manasıyla kesip açıyor. Fontana’ya göre gerçek sanatı üstün kılan sanatçının resim kabiliyeti değil, algısı. Sanatçının bu teorisi, zaman içinde müthiş etkili oluyor ve savaş sonrasında doğan avangart sanatçı kuşağının yolunu da açıyor. Bu içgüdüsel kesme ve tahrip etme işlemleri Fontana’nın sanatının önemli bir parçası haline geliyor. Tabii dönüştürücülük konusunda sadece söz konusu olan Fontana değildi. ZERO sergisinde öncü ve ilham veren figür olarak yer alan 3 isim, Fontana, Yves Klein ve Manzoni, hepsinin malzeme üzerinden gelecek ile bir hesaplaşmaları var.
AET: Fontana bağlantısında ilgimi çeken iki tane nokta var. Birincisi "hiçlik" ile kurulan ilişki diğeri ise nefretsiz şiddet. İkisi de sergi boyunca, özellikle erken dönem işlerde karşımıza çıkan temalar. Hiçlik aslında katalizör olan şeyin subje olarak yeniden çıkması. En basit örneği bir delikten bakılıp sadece ışık görme durumu.
HA: Sergide seni aydınlık bir delikten, bembeyaz bir yüzeye, hiçliğe baktıran Manzoni ve Herman de Vries’in 1962 yılında gerçekleştirdiği “Beyazda Beyaz” adlı eser. Hiçlik, mümkün olduğunca azaltmak, sadeleştirmek, duru kılmak. Bunu beyazın içinde, beyazın temsillerini ortaya çıkararak arıyorlar. Hiçlik size yeniyi, yeni ufukları vaat ediyor aslında. Bu hiçlik, katıksızlık hali tam da değindiğin gibi durma anı – hiçlik ile başlıyor ZERO sergisi. Maksadı, ZERO sanatçılarının da dokunduğu konuların, temaların farklı coğrafyalarda eşzamanlı kullanımlarını temsil etmek. Fransız Yves Klein rengi özgürleştirerek, çizgilerden kurtararak tek rengin hüküm sürdüğü, meditatif bir alan yaratıyor, İtalyan Manzoni ise "Achrome" (Renksiz) adlı işleri ile tuvali renksizleştirerek bir hiçlik ihtimali vaadediyor. Senin, Evrim x Devrim ifaden bana Fontana’nın sergide de gördüğümüz Natura (Doğa) adlı eserleri üzerine Robert Storr’un yazdıklarını anımsattı. Storr, Fontana’nın evreninde geçmiş ve gelecek arasında bitmeyen bir gerilim olduğundan bahsediyor. “Natura’lar adeta henüz bilinmeyen bir gezegenin kanunlarına göre evrimleşmiş yumurtalar gibidir,” diyor Storr. Buna benzer bir yeniden yorumlama ve dönüşüm, ZERO kurucularından Otto Piene’nin işlerinde de görülebilir. Otto Piene, Işık Balesi adlı işinde II. Dünya Savaşı sırasında geçirdiği büyüme ve gençlik döneminde bilincinde biriken görüntüleri, yani gece karartmalarını, bombardımanları, patlamaları ve ateşi uçucu ve neredeyse romantik bir performans haline dönüştürüyor.
AET: Evet ışığı malzeme olarak görme durumu aslında ne kadar eşitleyici. Savaşa karşıtlık değil dönüştürücülük ve harmoni üzerinden tepki vermek de pek punk bir sey düşününce. Piene aynı zamanda bir ışık kaynağı olan mum’un isiyle de çalışıyor. İs kullanarak yarattığı formlar, göz bebeğini andırıyor. Işık ve delikle çalışan bir insan için mantıklı geldi bana. Sonucta göz bebeği de bir ışık deliği…
HA: Otto Piene eserlerinin yaratım sürecine dair "bu süreçte göz elden daha önemlidir" diyor. Öte yandan Işık, zaten ZERO sanatçılarının merkez teması. Aynı şekilde yine ZERO sanatçılarından Günther Uecker, çivileri de dahil ettiği işlerinde ışığın açısına göre değişen ve gözün aktif bir katılımcı olarak yer aldığı eserler yaratıyor. Göz nereden bakar ise eser yeni bir hal alıyor. Bu bağlamda bakılmak, eserin temel bir parçası haline geliyor.
AET: Uecker’in çivi ile olan ilişkisinden bahsetmek ister misin biraz?
HA: Uecker’in çiviler ile olan ilişkisi rastlantısal olarak başlamış diyebiliriz. Tuval üzerinde deneysel çalışmalar yapar, çivilerden yapılmış bir fırça ile tuvali kazırken, tuvalin kendisini çivilerle delebileceğini, yüzeyin arkasına geçebileceğini fark ediyor. Üstelik çivi, Uecker ve ailesi için sıradan bir nesne değil: Uecker, II. Dünya Savaşı sırasında ailesini ve kendisini saldırılara karşı korumak adına kapı ve pencereleri çiviledikleri dönemden kendisinde yer eden çiviyi bir malzeme olarak tekrar keşfediyor. Uecker, hem kavramsal, hem de biçimsel olarak çivilerin kendisine optik bir dil hediye ettiğini söylüyor. Aynı Fontana gibi, farklı farklı nesne ve yüzeylerin üzerinde çiviyi tekrar tekrar keşfediyor.
AET: Yine nefretsiz şiddetin bir süreç olarak karşımızı çıkması söz konusu tabii. Bir güvence objesinin dönüşümü de çok ilginç. Çok şiirsel bir tepkisellik.
HA: Aynen öyle.
AET: Uecker’in objelerindeki dışadönüklük ve ışık ilişkisi de iki sanatçının süreçlerinin arasında gayet net bir münasebet değil mi? Çivi deliği dolduran ve gölgesiyle ışığı keserek form yaratan Piene’nin delikleri ise aslında neredeyse form olarak tersi.
HA: İşte ZERO’da bu çeşit bir paralel üretimden bahsediyoruz, sanatçılar bireyselliklerini, bireysel üretim süreçlerini kaybetmeden, hem ayrı ayrı, hem beraber benzer konularda eserler üretiyorlar. Savaş sonrasında Avrupa’da dolaşım tekrar başladığında, sanatçılar başka ülkelere arabayla seyahat ederek farklı ülkelerdeki sanatçı atölyelerini ziyaret ettiklerini, ve karşılaştıkları eserlerin paralelliğinden müthiş etkilendiklerini, duygulandıklarını anlatıyorlar uzun uzun. ZERO enerjisi, dinamizmi derken böyle sinerjik bir olgudan bahsediyoruz aslında. ZERO kurucularından Heinz Mack’ın ışık ile ilişkisi, ışığı yorumlayış biçimi ise eserlerinde harekete ve titreşime giden bir yol neredeyse. Mack, arabasına atlayıp Sahra Çölü’ne gittiğinde, pleksiglas, alüminyum, mercek gibi yeni malzemeler ile ışık ile hem eseri hem de çevreyi etkileşime geçirdiği yeni bir süreç başlatmayı, sanata dair yepyeni bir alan yaratmayı hayal ediyordu. Bu ışığı teknoloji yardımıyla doğa ve izleyicinin arasına koyma ve bir ilişki kurma durumu, Mack’ın bir çok eserinde görülebiliyor. Işık, ışık, ışık. Işığın yaşamın ve sanatın kaynağı olduğuna gerçekten de büyük bir inanç duyuyorlar. Işık, birçok ZERO sanatçısı için enerji ve yeniliğe, yani hayatın kendisine dair bir sembol, dahası sanat yaratmanın da ideal malzemesi. Serginin çatısını temel olarak ışık olmak üzere, zaman, uzam, strüktür, gölge ve titreşimin oluşturduğunu söyleyebiliriz. Belki daha çok bilim insanlarıyla özdeşleştirdiğimiz, geleceğe dair sarsılmaz bir umut ile yola çıkan ZERO sanatçıları, II. Dünya Savaşı’na dair sarsıcı ve yıkıcı tecrübelerini doğaya ve teknolojiye dair yenilikçi deneylere dönüştürüyorlar.
AET: Serginin çatısı neredeyse görünmez şeylerden oluşuyor.
HA: Şüpheci ya da umutsuz olmayı reddediyorlar – ki yeni bir dilin ihtimali de orada doğuyor sanırım.
AET: Bu görünmezlik ve umut arasındaki ilişkiyi biraz açabilir misin?
HA: Görünmezlik konusunda belki de genç ZERO sanatçılarının kendilerinden, ve ilk etapta sergileyecek galeri bulamadıkları eserlerinden bahsetmek gerekir. Çünkü ilk başta görünmez olan ZERO’cuların kendileri ve sanat pratikleri idi; görünür olabilmek için ilki Nisan 1957’de gerçekleşen ve yalnızca bir gece süren dokuz adet “Akşam Sergisi” düzenlediler. Akşam sergileri popüler ve yaygın hale geldikçe ortak üretime geçerek manifestolar, yayınlar, makaleler hazırladılar ve kısa süre içinde sınırları aşan uluslararası bir vizyona ve düşünce akımına dönüştüler. Sanat için yepyeni bir gelecek tasarlamaktı arzuları. Bu arzularını devrimci sergi ve sergileme biçimleriyle, yayınlarla gerçekleştirdiler. Hayallerini gerçekleştirirken görünmez umut kaynaklarına baktılar. Karşılarına, ışık, ışıksızlık, devinim ve evrene dair toprak, su, hava ve ateşin gücü çıktı. Onlar için sanat eseri bir araçtı sadece, eserin kendisi mekanı da içine dahil eden bir şeydi, sanat eserini maddesizleştirerek hiçlikten, yokluktan yeniden umutla doğmaktı belki de söz konusu olan. Görünmezliği, bilinmezlik, bilinemezlik olarak yorumlamamız halinde ise zaten ZERO sanatçılarının yüzlerini inatla geleceğe dönmüş olmaları, o gün için de bugün için de umudu yeniden mümkün kılıyor.