"Sabit Bey çocukluğumuzun Yuki’sinin o kulaklarımızdan gitmeyen sesinin yaratıcısıydı, bir mağazada ilk televizyon yayınını yapmıştı, seramik fırınlar imal etmekle kalmamış, çok özel seramik sırlarının sırrını çözüp özel çeşitler üretmişti, fotoğraflarındaki teknik süreçlerle oynayışla ve geliştirdiği sanatsal dille, çokyönlülüğünü yeni kuşaklara esin verecek şekilde kullanmıştı."
14 Mayıs-07 Haziran 2014 arasında Milli Reasürans Sanat Galerisi’nde yer alan “Sabit bilir! 20.yüzyılda bir hezarfen: Sabit Karamani” sergisi fotoğrafçılıktan seramik sanatına, radyoculuktan reklamcılığa ve elektroniğe çokyönlü ilgi alanlarında üstün niteliklerde ürünler vermiş zarif bir İstanbul beyefendisini ve 1950’li yılların İstanbul’unda yaşadığı dostlukları anlatıyor.
Sabit Bey’le hiç tanışmadım ne yazık ki… Ama geç başladığım dergicilikte, ekibimizin yöneticisi, teker teker hepimizin koşulsuz dostu, hem profesyonel hem kişisel gelişmemizde büyük katkıları olan sevgili Arzu Karamani Pekin’den bölük pörçük dinlediklerimle bir 15 yıl öncesinden hakkında “ne olağandışı ve yetenekliymş, iyi ki yaşamış, yaşadığımız topraklar böyle kişiler olmazsa hiç çekilmez” diye düşündüğüm birisiydi o. Arzu öyle çok sık bahsetmezdi anılarından, anne-babasının tanınmışlığıyla övünmekten hoşlanmazdı. Birbirini seven kız arkadaşların yaptığı gibi, hepimiz çocukluğumuzu, anılarımızı, sırlarımızı birbirimizle paylaşırdık sadece. Aslında hiçbir şey söylememiş olsa da “babası tarafından pek sevilmiş” haliyle, hem Sabit Karamani hem Ayfer Karamani’den aldığı tertemiz yüreği, merhameti ve çokyönlü yetenekleriyle Arzu Karamani, hem annesini hem babasını çok iyi yansıtıyor. Dolayısıyla ekip olarak hepimiz, yayın yönetmenimizi olduğu kadar bu birbirini çok sevmiş ve her şeyi beraber üretmiş çifti de çok severdik.
Ara sıra duyduğumuz anekdotlarla Sabit Bey’in hezarfenliğine şaşıp kalırdık. Sinüzit geçiren birine babasının infrared lambasıyla komşunun sinüzitini tamamen geçirdiğini anlatırdı mesela Arzu; çocukluk fotoğraflarını nasıl çektiğini; bantlarını; radyodaki zamanları… Ayfer Karamani ile röportajımda ise Sabit Karamani’nin Türkiye’de endüstri dışında hiç var olmayan seramik fırınlarını nasıl yaptığını öğrenmiş, bir kez daha şaşırmıştım. Ayfer Hanım’ı tanıdıkça, onda da kocası tarafından çok sevilmiş, ama daha önemlisi yetenekleriyle saygı görmüş ve hem duygusal hem profesyonel alanda olmasaydı olmaz bir destek görmüş bir sanatçıyla karşılaştıkça, Sabit Bey’e olan sevgi ve hayranlığım daha da arttı.
Dolayısıyla “Sabit bilir! 20.yüzyılda bir hezarfen: Sabit Karamani” benim için bir sergiden fazlasıydı, duygusal bir ziyaretti. İşler güçler yüzünden geç ziyaret edebildiğime pek hayıflandığım bu etkinlik, Sabit Bey’in eserler verdiği, yukarıda da belirttiğim gibi her birinde ufuk açıcı katkılar yaptığı beş alana odaklanmıştı: Fotoğraf, radyo, reklam, elektronik, seramik… Sabit Bey çocukluğumuzun Yuki’sinin o kulaklarımızdan gitmeyen sesinin yaratıcısıydı, bir mağazada ilk televizyon yayınını yapmıştı, seramik fırınlar imal etmekle kalmamış, çok özel seramik sırlarının sırrını çözüp özel çeşitler üretmişti, fotoğraflarındaki teknik süreçlerle oynayışla ve geliştirdiği sanatsal dille, çokyönlülüğünü yeni kuşaklara esin verecek şekilde kullanmıştı… Seramik eserleri ise seçmeler için gönderdiği eserlerin tümünün birden Venedik Bienali’nde sergilenmiş olmasının göstermiş olduğu gibi, fotoğraflarına benzer şekilde Sabit Bey’in teknik gücünün yanı sıra sanatsal yeteneğini kanıtlıyorlardı. Sabit-Ayfer Karamani çiftinin birlikte ürettikleri panolar da olağanüstüydü.
Sergi, aynı zamanda da bilgisayarların ve diğer teknik imkânların olmadığı Türkiye’de zeki, çokyönlü ve yetenekli bir kişiliğin nasıl maddi kazanç peşinden koşmadan sadece daha iyi bir şeyler üretmek adına ne kadar çok çalıştığını gösteriyordu. Öznel bir yorum olacak, ama Sabit Bey’in Van Gogh ile olan benzerliği, kişiliğinin fiziksel yapısına nasıl uygun düştüğü, yakışıklı centilmenliği de beni çok etkiledi. Onun portre fotoğraflarını ilk gördüğümde de aynı hisse kapılmıştım, bu kişi bu bedende tezahür ederdi işte, başkasında değil.
“Sabit bilir!”, içeriğinin dışında küratörü Arzu Karamani Pekin, grafik tasarımcısı Ersu Pekin ve mekân tasarımcısı Akın Nalça’nın birlikte gerçekleştirdikleri çok başarılı kurgusuyla özel bir ilgiyi hak ediyor. Sabit Bey’in lisede tutmuş olduğu defterlerde veya tüm eserlerinde göze çarpan netlik, düzen ve yalınlık sergi tasarımında cisimleşmiş. Öyle hissediyorsunuz ki hezarfen Sabit Bey de aynı yaklaşımı benimserdi kendisi için hazırlanmış bir sergi için.
Belli ki ekip seçimleriyle kılı kırk yarmış, çok iyi bir iletişim içinde birbirini desteklemiş. Hem eserler hem yazılar, birçok benzer sergide olduğu gibi insanı boğmuyor. Kişisel bir hikâyenin büyük bir anlatıya dönüşmesi adına yorumlar yapılmamış. Dönemi eserler aracılığıyla seziyorsunuz, didaktik bir üstten söylemle değil. Arzu Karamani Pekin, babasına duyduğu büyük sevgiyi de çok yalın biçimde, eserlerin önüne geçmeden ve öznel duygusallıklara düşmeksizin yansıtmış. Milli Reasürans’ın sergi salonuna inerken Sabit Bey’in dönemin film afişlerine benzer bir tasarımla duvarlara yansıtılması, salondaki üç kolonun farklı renklerde fotoğrafları her biri farklı renkte monokrom olarak tasarlanmış olması da etkileyici.
Sergide, bir ziyaret süresince hazmedilmesi mümkün olmayan aşırı yüklemeden kaçınmak için Arzu Karamani Pekin’in yaptığı enfes röportajlardan parça parça alınmış yazıların tümü ve biyografik bilgiler ise yine pek güzel tasarlanmış sergi kitabında yer alıyor. Ben kendi adıma biraz daha öznel yaşantılara girilmesini arzu ederdim, dönemin hızlı ve dinamik akışının daha çok hissedilmesini… Ama biliyorum ki, o zaman farklı bir anlatı söz konusu olurdu, eserler geride kalırdı, Sabit Bey’in titizliğine uymazdı. Bir sergi olarak değil, ama mesela bir kitap olarak, Arzu Karamani Pekin’den bir de anne-babasını ve dönemi anlatan daha öznel bir biyografi, hatta otobiyografi isteriz!