Aret Gıcır’ın, Ateş ve Kılıç Arasında adlı sergisinde çıkış noktası Zabel Yaseyan’ın tanık olduğu 1909 Adana katliamı.
Dünya üzerinde yaşanan her katliam, her işkence düşünce sınırımızın ötesindedir kuşkusuz. Normal koşullarda kim böyle bir şeyi düşünmek ister ki zaten. Yaşananların ahını silmek kolay değil, yüzyıllar geçse de o sesler, o hikâyeler bir yerden yakalar insanı. Yazılanlar silinmez çünkü.
Aret Gıcır’ın Galeri Öktem&Aykut’taki Ateş ve Kılıç Arasında adlı sergisinde çıkış noktası olarak aldığı Zabel Yaseyan’ın 1909 Adana katliamı tanıklığının yıllarca sürmesi gibi: “Gerçekten de insanın düşünce sınırlarını aşan korkunç hakikati algılamak, hissetmek mümkün değil; hatta bizzat yaşayanlar bile bütünüyle anlatamıyor, kekeleyerek, inleyerek, gözyaşları içinde, olayları bölük pörçük, ancak aktarabiliyorlardı. Dehşet ve umutsuzluk o denli büyüktü ki, analar çocuklarını tanıyamaz hale gelmiş, yanan evlerde kötürümler ve yaşlılar unutulmuştu. Kana susamış, vahşi bir güruhun şeytani kahkahaları arasında insanlar çıldırarak son nefeslerini veriyorlar, kesilmiş kol ve bacaklar, çocuk vücutları, acılar içinde ve hâlâ canlıyken ayaklar altında eziliyorlardı. Bir yandan üzerlerine yağan kurşunlardan, öte yandan yangından kurtulmak için okul ve kiliselere sığınmış çılgına dönmüş kadınlar, çocuklar, yaralılar birbirlerine sarılmış halde kömüre dönüşüyorlardı…”*
Üsküdar doğumlu Yaseyan’ın çarpıcı bir hayat hikâyesi var. 1915’teki sürgünden bir hastaneye saklanarak kurtulmuş, sonrasında eşi ve iki çocuğuyla Bakü ve Paris yılları ve son durak Yerevan’da 1937’de Stalin’in kovuşturması sırasında casuslukla suçlanıp Sibirya’ya sürülüp öldürülüyor, ne ölüm tarihi ne mezarı belli. Aret Gıcır’a da Erivan Güzel Sanatlar Akademisi’ndeki sanat tarihi hocası anlatmış hikâyesini, “Ermenistan’da bir edebiyat toplantısında Stalin bütün yazarları topluyor ve size özgürlük sunacağım gibi bir vaatte bulunuyor. Bir kandırmaca, herkes reform olacak diye gidiyor ve rahat rahat konuşmaya başlıyor. Toplantıdan sonra hepsi evlerinden alınıyor, sürgünler başlıyor…”
Sergiye dönersek. Soyut figüratif resimlerde yüzleri yüzümüze bakan kadın portreleriyle karşılaşıyoruz. Niye özellikle kadın figürleri?
“Kitaplarda, anılarda hep okuyordum, ufak tefek direniş hikâyeleri denk geliyordu, silahlananlar, daha çok erkekler üzerine efsaneleştirerek anlatılan hikâyeler vardı. Zaten erkekler üzerine epey görsel ve bilgi var ama bazı yerlerde kadınlarla ilgili ufak tefek bilgiler çıkıyordu, onları araştırmaya başlayınca çok büyük olmasa da bir bilgiyle karşılaştım. Kadınların direnişine, onların savunmasına doğru yönelmeye çalıştım, çünkü kadınların silahlanması son nokta gibi bir şey, biraz o benim dikkatimi çekti.
“Çok süre geçtikten sonra efsaneleştirme hikâyeleri var, ama onlar böyle çok ulusal kahraman haline döndükleri için benim çok haz ettiğim şeyler değil. Kahramanlaştırılıyorlar, ben o yönüne yönelmedim işlerin. Daha insani boyutuna yöneldim, o yüzden Ermenistan’daki yazılı belgeler, kitaplar da efsaneleştirilme hâli üzerinden gidiyor, ben çok oralara girmedim. Ben buradan nasıl başka bir şey yaratabilirim diye düşündüm.”
Ortaya doğal olarak direnen kadınların resmi çıkıyor. “Yapacak başka bir şey yok ve bu insanlar kendilerini korumak için silahlanıyorlar ve hep bu böyle biraz hainlik olarak görülüyor. Aslında o algıyı da kurtarmak amaçlı biraz. Onu biraz göstermekti niyetim. Erkeklerle yapsaydım milliyetçilikle suçlanabilirdim. Erkeklerin savunması Ermenistan tarafından çok kutsanan bir şey. Ulusal kahramanlar haline geldikleri için ben oraya girmek istemedim. Başka bir şey göstermek istedim ama bu da bazı taraflarca ulusalcılık olarak görülebilir. Ben bunları kahramanlar olarak göstermiyorum, yani silahlar var ama onlar birer imge orada aslında.
“Her iş politik olabilir, benim yapmak istediğim biraz o politikadan soyutlamak ve resim yapmaktı aslında, genel olarak estetik bir şey üretmekti ama Türkiye, Ermenilik, peşinizden gelen tarihi şeyler. Ben de rahat işler yapmak isterim ama şimdi bu dönem böyle gibi, en azından benim açımdan.”
Bir de renklerin çok uçucu, soyut hâli var. “İlk başta daha gerçekçi renklerle yaklaşmayı denedim, denediğimde işler toplumsal gerçekçi anlatıma gidiyordu, o yüzden soyutlamak açısından renkleri değiştirdim. Bu insanlar zaten Anadolu’dan sökülüp atılmış insanlar, tekrar oraya koymak istemedim onları. Bilindik renklerle yapsaydım tekrar oraya ait olacaklardı, daha soyutlayarak ve bunları herhangi bir yere koyduğunuzda bakılabilecek işler haline getirdim. Anadoluluk halinden çıkardım, başka tür bir estetik kurmaya çalıştım. Daha böyle her yere koyabileceğiniz işler olsun istedim. Peyzajlar da öyle, herhangi bir peyzaj ama tabii çıkış noktası malum.”
1915 soykırımının yüzüncü yılında Aret Gıcır’la sergisi üzerine konuşurken, önümüzdeki yıllarda algılama/anlayış/hakikat ekseninde değişiklikler olup olmayacağını birbirimize sorarken gülümseyerek, “Önümüzdeki yıl da 101. yıl olacak işte” diyor. Bir yandan da iki yıl süren resim çalışmaları sırasında kadın direnişçiler konusunda Rojava’da yaşananları hatırlatıyor. “Zaman içinde benim kontrolüm dışında onlarla da bir bağlantı kuruldu. Hayat yüz yıl sonra yanı başınızda tekerrür ediyor. Şimdi unuttuk bile, çok çabuk unutuyoruz…”
Hatırlatacak olayların yaşanmaması ortak dileğimiz.
*Yıkıntılar Arasında/ Zabel Yesayan/ Çeviren: Kayuş Çalıkman Gavrilof/ Aras Yayınları
Ateş ve Kılıç Arasında
Aret Gıcır
10 Nisan – 9 Mayıs