Sanatorium’da süren karma sergi "Sublime/Yüce," ‘yüce’nin olumlu ve olumsuz çağrışımlarının izini sürüyor .
Yüce’nin Halleri
İnsan bir Rothko tablosuna bakınca anlam veremediği bir huşuya kapılıyor. İnsanı afallatan ve durağanlaştıran bir dinginlik hali neredeyse metafizik bir hisse yol açabiliyor. Aynı şeyi bazen Rothko’nun tam tersi bir karmaşayı tuvale fırlatan Pollock resimleri de yaratabiliyor. Bu sefer, tam aksine, hiçbir durgunluğun olmadığı (adı üstünde ‘action painting’) bir karmaşa yine bu dünyanın dışında bir yere çekebiliyor insanı. Aklın bitip, başka bir şeyin başladığı yer burası. İki uçtan da ulaşılabilir. Bu akıl-üstü, hisler-üstü nokta Anglosaksonlar’ın ‘sublime’ dediği bizde genelde ‘yüce’ diye çevirilen bir şeyde karşılık buluyor. Garip bir ikilik var burada; hem insan denilen varlığın bittiği yer, hem de çok derinlere inip, safi bir temas yakaladığı yer. Birçok felsefecinin ve düşünürün de (Kant, Schopenhaur, Burke vs.) kafasını kurcalayan bir ikili durum ‘yüce’: hem korku verebilir hem de insanı inanılmaz cezbedebilir. ‘Huşu’ sanırım doğru bir ifade.
Yüce’nin tamamen olumsuz çağrışımları da var. Tanrı kurgusu gibi, devlet kurgusu gibi, iktidar gibi; insana kendini küçük hissettiren kurgular. Böyle bakınca yüce karşı konulması gereken bir şey. Bu ‘yüce’ türü insan özgürlüğünü yok eden bir şey. İnsanı yüce bir şeyin parçası kılıp olağan hayat bağlarından kurtarma isteğinin karşısına böylece yüce olan her şeyi (negatif, baskıcı yüce) yok edip insanı özgürleştirme isteği çıkıyor. Yani yüce hem tasavvuftaki aşk, hem de otoriter baskı araçları olabilir.
Sanatorium’daki ‘Sublime/ Yüce’ başlıklı karma sergi bu zor ve çok yönlü meseleye bir katkı yapıyor. Yüce kavramının bu muğlaklığı aslında bir ‘karma sergi’ için uygun bir zemin sağlıyor, Sanatorium sanatçılarından oluşan ekip de yücenin çok farklı veçhelerini ifade ediyor.
Şahsen beni en çok duraksatan ve etkileyen işle başlayayım. Ahmet Doğu İpek’in isimsiz peyzajı siyahın tonlarıyla bir renk katmanı oluşturuyor. Gittikçe açılan tonlama bir sıradağ manzarası sunuyor. Doğanın büyüleyici, insanda mekan algısını yok edip, hafiften metafizik bir hisse yol açan ‘yüce’ manzarası. Toroslara dair bir çocukluk anısını resmeden bu iş, bende sıcak diyarlarda topraktan yükselen ısı dalgalarının yarattığı o vecd, kendinden geçme ve hafif baygınlık hissini uyandırmıştı. Daha sonra katalogda İpek’in bu işinin karlı Toros dağlarındaki insandışı hali anlattığını okuduğumda Yüce’nin müphemliğini bir daha hissetmiş oldum; topraktan yükselen ısı dalgaları da kar kütleleri de aynı hisse yol açabiliyor. İnsani ölçütlere sığmamasına rağmen insanı da kendisiyle beraber yücelten bir yüce manzarası bu. Biraz da Rothkovari bir dinginlik söz konusu.
Meseleye daha politik bir yerden bakan Erol Eskici’nin ‘Yüceler Yücesi’ adlı işiyse yüceye tam tersi bir anlam verip, yüceyi iktidarın gövde gösterisi, insanı ezen varlığı olarak betimliyor. Bir iktidar mimarisi metaforu olarak yüce; ifadesiz bir kuleye tırmanmaya çalışırken sürekli aşağı yuvarlanan bir Atlas figürü. Orwellvari bir ‘büyük-iktidar / küçük insan’ tasviri. Negatif-yüce. İnsana küçüklüğünü hissettiren, dünyevi-gotik Sovyet heykellerinin yarattığına benzer bir etki bu.
Orhan Cem Çetin’in ‘Tanrı İzin Verirse’ adlı fotoğraf dizisi ise, hayattan-büyük olan ile yüce arasında kurulan bu bağlantıyı tersine çevirip, küçük objelerin detaylarını ‘yüce’ olarak sunuyor. Baraka filminin ‘küçük’ canlıların mikro ayrıntılarına büyüteç tutarak yaptığı şeyi, gündelik nesneler için yapıyor. Bir aletin ucu makro çekilerek ‘büyütüldüğünde’ gündelik işlevi ve anlamından çıkıp akıl-üstü bir görüntü kazanıyor. Bu halleriyle biraz da arkeoloji buluntuları anımsatan bu nesneler, ‘durduk yere’ bir yüce hissi yaratıyor. Elif Gül Tirben’in katalog yazısında yaptığı Edmund Burke alıntısını hatırlamakta fayda var: “aşırı ölçüde küçüklük de bir ölçüde yücedir.” Evet, kesinlikle; yüce hissine teleskopola da mikrosopla da ulaşılabilir. Burada (Tanrı izin verirse) gayet dünyevi, insan-yapımı bir yüce söz konusu.
Zeyno Pekünlü de yüceye ‘insan-yapımı’ bir yerden bakıyor. “Mini Academia” adlı ‘fikir’ işinde dünyadaki devasa bilgi birikimini ya da yığılmasını ‘yüce’nin temsili olarak sunuyor. “Tüm akademik bilgiyi bir araya getirmeyi hedefleyen, imkansız ve bitimsiz bir kolesiyon projesi” olarak tanımladığı bu işte, çeşitli ‘ders’ notlarını bir araya getiriyor. Küçük not kağıtlarıyla hazırlanan bu iş yarattığı ‘bıkkınlık’ hissiyle dünyadaki bilgi yığının imkansızlığını ve ‘aşırılığını’ hissettiriyor. Bir nevi ‘ilgi ekonomisiyle’ dönen dünyada karşısındaki kişiden fazla ‘ilgi’ bekleyen bu iş –büyüteçle küçük not kağıtlarını okumak- insana kendi sabırsızlığını hissetiriyor ve aslında ilginin bu kadar dağınık olduğu bir dünyada bilginin nereye oturacağını da bir nebze sorgulatıyor. Bunun sergideki en talepkar iş olduğunu ve paradoksal bir şekilde o ilgiyi alamadığını ve aslında alamadığı için de amacına ulaştığı söylenebilir.
Yüce’nin bir de ‘tekinsiz’ olanla bağı var. Sevil Tunaboylu’nun ‘Perdesiz’i de bunu gösteriyor. Perdesiz bir evi izleyen karanlık bir yabancı figür, bir pencere çerçevesi içine oturtulmuş. Oradan izleyene bakan bu figür korku verici olanı ‘insanlar-arası’ bir düzleme oturtup, biraz da bakan kişinin erkek olması hasebiyle, ataerkil tahakküme gönderme yapıyor. İnsanlar-arası ilişiyle ilgilenen bir diğer iş de Kemal Özen’in ‘Vaaz’ adlı işi. Hipnotik dalgalar yayan, yüzü olmayan bir figürün vaazını dinleyen üç ürkek duruşlu çocuğu resmeden bu tablo olumsuz bir değer olarak yüce ve din adamlarında vücut bulan buyurgan teoloji arasındaki bağlantıya işaret ediyor. Bu iki iş de ‘negatif yüce’ temsillerine eklenmiş oluyor.
Çağla Köseoğulları’nın kıvrımlı figürleri içiçe geçirerek yaptığı soyut çizimse yücenin ‘karmaşayla’ olan bağına dikkat çekiyor. Ama buradaki Pollockvari bir rastlantısal soğuk karmaşa değil. Dantel gibi işlenmiş, organik ve tabiri caizse ‘sarmalayıcı’ bir karmaşa. Çizimin yuvarlak bir tuvale oturtulmuş olması da buradaki sarmalayıcılığı arttırıyor.
Yücenin çeşitli halleri üzerine düşünmek için iyi bir sergi bu. Metafizik, politika, tekinsizlik, korku, huşu, huzur, hepsi aynı mekânda. Büyüsü fena kaçmış bir dünya için biraz da büyülenme imkânı sunuyor.