“Merhaba canikolar, ben Yıldız Kenter” diye kendini takdim etti. Ardından “Sevdiğim kişilere ‘caniko’ derim” dedi ve ekledi: “Öncelikle sizlere tiyatroyu seçtiğiniz için çok teşekkür ediyorum. Çünkü benim tutkuyla, aşkla bağlandığım, ömrümü adadığım bir sanat dalı bu. Çok fedakârlık isteyen, çok çalışma ve çaba gerektiren bir meslek tiyatro…”
1975 yılının bir kestane sonbahar günü yeni öğretim yılı başlamış. Bütün eğitim kurumları ile birlikte konservatuarda nihayet kapılarını bizlere aralamıştı. Çemberlitaş’taki binanın gıcırdayan ahşap merdivenlerinden çıkıp, ikinci kattaki sahnenin olduğu dersliğe girdiğimde tiyatro bölümünü kazanan arkadaşlarımla karşılaştım. Hepi topu yirmi üç kişiydik. Bazılarıyla sınav günü tanışmıştım. Diğerlerine de selâm verip, salondaki açılıp kapanan koltuklardan birine iliştim. Arkama yaslanarak yüksek tavanlı bu yerde heyecanla hocamızın gelmesini beklemeye koyuldum.
Okuldaki ilk gün
İhsariye sınıfındaki ilk dersimiz mimik ve oyunculuk üzerineydi. Beş dakika sonra kapının penceresinde belirdiğini gördüğüm bir silüet, hızlıca içeri girdi. Lüle lüle omuzuna düşen saçlarını savurarak karşımıza dikilince hep birlikte ayağa kalktık. Yaşından çok genç gösteren, kendisini hayranlıkla izlediğimiz hocamızın üzerinde bacaklarını sımsıkı saran bej rengi kumaş pantolon ile kahve rengi ceket vardı. Kıyafetini şal yaka triko kazakla, omzunda asılı duran şık deri bir çanta tamamlıyordu. Elleriyle göğsüne yasladığı birkaç kitap ve dosyayı, sahnenin önünde duran piyanonun üzerine bıraktıktan sonra bize dönüp gülümsedi. Eliyle oturun işareti yaptı.
İçten bir şekilde: “Merhaba canikolar, ben Yıldız Kenter” diye kendini takdim etti. Ardından “Sevdiğim kişilere ‘caniko’ derim” dedi ve ekledi: “Öncelikle sizlere tiyatroyu seçtiğiniz için çok teşekkür ediyorum. Çünkü benim tutkuyla, aşkla bağlandığım, ömrümü adadığım bir sanat dalı bu. Çok fedakârlık isteyen, çok çalışma ve çaba gerektiren bir meslek tiyatro. Asla oldum demeyeceğiniz, sürekli kendinizi geliştirip yenileyeceğiniz ve diri tutacağınız bir iş oyunculuk. Böylesine kutsal, böylesine emek isteyen sanatı öğrenmek için konservatuara geldiğinizden ötürü sizlere tekrar teşekkür ediyorum. Evet, şimdi sizlerden kendinizi tanıtmanızı ve kısaca niçin buradasınız, niçin tiyatro sorularına yanıt vermenizi istiyorum.”
Bu tanışma faslı sırasında herkes birbirinin adını öğrenmiş, niçin konservatuarda olduklarını, niçin tiyatro bölümünü seçtiklerini güzel bir şekilde ifâde etmişlerdi.
Oyuncunun enstrümanı bedeni ve sesidir
Yıldız Hoca; “Nasıl bir yazar ya da şair sözcüklerle, bir ressam çizgi ve boyalarla, bir besteci notalarla, bir heykeltıraş mermer, demir, kil gibi malzemeleri kendine araç olarak seçip sanatını oluşturuyorsa, oyuncunun da enstrümanı bedeni ve sesidir. Bugünden itibaren derslerimizde bu konuya yoğunlaşacağız. Ses ve nefes çalışmaları için diyaframımızı kullanmayı öğreneceğiz. Bedenimizi yumuşatmak adına bir dizi alıştırmalar yapacağız.” diye konuştu.
Hep birlikte ayağa kalkıp sahnenin önündeki boş alanda kümelendik. Bedenimizi esnetip germek için kollarımızı havaya doğru açıp, parmak uçlarında yükselerek kendimizi yere doğru bıraktık. Bu hareketi birkaç kez tekrarlayıp sırayla; boynumuzu, omuzlarımızı, kollarımızı, gövdemizi, belimizi, kalçamızı, dizlerimizi, el ve ayaklarımızı çalıştırdık. Vücudumuzu ısıtıp ardından piyano eşliğinde ses temrinlerine geçtik. Biraz ara verip ikinci derse başladığımızda, Yıldız Hanım, sahneye çıkıp günlük yaşamımızdan bir kesit sunmamızı istedi. Yaptığı doğaçlamayı bitiren her arkadaşımız hakkında tek tek görüşlerimizi açıklayacaktık. Beğendiysek neden beğendiğimizi, eksik bulduysak nelerin eksik olduğunu kıyasıya eleştirip söyleyecektik. Bu mimik ödevini o gün üç arkadaşımızla yaptık. “Önümüzdeki derse sizlerden tiyatroda ne olmak istediğinizi belirttiğiniz birer yazılı kağıt getirmenizi rica ediyorum” dedi. Bunları saklayacağını, ilerde amaçladığımız hedeflere kaçımızın ulaşıp ulaşamadığını kontrol edeceğini söyledi.
Diploma yerine “Vesika”
O yıllarda İstanbul Belediye Konservatuarı Müdürlüğü, Tiyatro Bölümü’nün orta ve yüksek kısmı olmasına karşın, mezun olduğumuzda Milli Eğitim Bakanlığı’nın onayladığı bir diploma veremiyordu. Onun yerine “Vesika” diye adlandırılan bir belge alıyorduk. Bu da yüksekokul muadili sayılmadığından, devlet dairesinde işe girerken ya da askerlik görevimizi yerine getirirken er olarak yapmamıza neden oluyordu. O yüzden çoğumuz konservatuarla birlikte üniversite eğitimi de almak zorunda kalıyorduk.
Okulu bitirince oyunculuk yapabileceğimiz yerler çok azdı. Ya özel tiyatrolarda çalışacak ya da İstanbul’daki tek ödenekli kurum “Şehir Tiyatrosu”na “Yevmiyeli Sanatçı” olarak girip ilerde kadroya alınmayı bekleyecektik. Bu koşullar altında oyunculuktan yaşamımızı kazanmak, yürek isteyen bir işti.
Aileniz tarafından desteklenmiyorsanız önünüzde sizi bekleyen hayli çileli bir yol vardı. Tiyatro bölümünü seçenlerin bazıları üniversitede aldıkları diplomaların karşılığı olan mesleklere yöneleceklerdi. Gündelik hayatta düzgün bir diksiyona sahip olmak, iş ortamında kolay iletişim kurmak ve empati yapabilmek için oyunculuk derslerinin kendilerine iyi geleceğini düşünüyorlardı. Ayrıca kültürel anlamda tiyatro sanatının farklı bir bakış açısı kazandıracağını umuyorlardı. Kimileri ise tiyatroyu çok sevdiğinden, işin mutfağında yetişerek bilinçli bir seyirci olmayı hedefliyordu.
Öğrenmenin yaşı yok
Bir gün sonra tekrar ikinci derste bir araya geldiğimizde Yıldız Hanım, kendisine verdiğimiz kağıtları sınıfta yüksek sesle okudu. Arkadaşlarımın çoğu ilerde oyunculuk ve yönetmenlik yapmak istiyordu. Üniversiteyi bitirdikten sonra tiyatro yerine kendi mesleklerini icrâ edeceklerin arasında, az da olsa oyun yazarlığı ile eleştirmenliğini düşünenler de vardı. Ben de bütün bunları çok iddiâlı bulduğumdan, kafamdan geçenleri yazmak yerine alçak gönüllü davranıp “Tiyatroyu teorik ve pratik açıdan öğrenmek istiyorum” diye kestirip atmıştım. Yıldız Kenter, benim yanıtımı okuduktan sonra “Öğrenmenin sonu yok ki caniko” diye hafifçe gülümsemişti. On sekiz yaşımın verdiği toylukla “Nasıl yani?” dediğimde “Okul bitince öğrencilik bitmiyor. Tam tersine tiyatro eğitimi hayatımızın sonuna kadar devam ediyor” demişti.
Yıldız Hoca’ya göre; yaşadıklarımızdan, gördüklerimizden ve okuduklarımızdan hep yeni şeyler öğreniyorduk. Gözlem yaparak bu bilgileri pekiştiriyor, gündelik yaşamda duyumsayıp deneyimlediğimiz anları da belleğimizde depolayarak saklıyorduk. Tiyatroda yeni bir oyunu provaya almak, çeşitli aşamalardan geçtikten sonra seyirci karşısına çıkarmak ayrı bir serüvendi. Metni masa başında çalışırken önce yazarını, sonra oyunun geçtiği dönemi ele alıp araştırıyor, dramaturgi açısından eserle verilmek istenen duygu ve düşünceyi analiz ediyorduk. Oynayacağımız karakteri yaratırken bütün bu öğrendiğimiz bilgilerin ışığında role yaklaşıyor onu kanlı, canlı hale getiriyorduk. Her yeni oyunda ve her yeni rolde kendimizi tekrarlamamak, klişelere düşmemek için anlatım araçlarımızı yenileyip zenginleştirmemiz gerekiyordu.
Oyunculuğun yüzde onu yetenek geri kalanı ise çalışmaktır
Yıldız Hoca, oyunculuğun yüzde onunun yeteneğe geri kalanın ise çalışmaya bağlı olduğunu söylemişti. Sanatımızda başarı elde etmek uğruna büyük bir özveriyle, disiplinle mesleğimize sarılmalıydık. O yüzden işimizi iyi ve doğru yapmak, hedefe ulaşmak için çok çabalamalıydık. Okul boyunca birbirimizle arkadaş ve dosttuk. Ama bitirince profesyonel yaşamda karşılıklı birer rakip olacaktık. Bu meslekte tutunabilmek adına kendimizi her bakımdan bir savaşçı gibi donatmalıydık. Koşullar ne olursa olsun, pusulamızın ibresi hep sevgiden, hep aşktan yana olmalıydı. Çünkü tiyatroyu sevmenin ötesinde ona büyük saygı da duyan Yıldız Hoca, bu ilkeler ışığında yetişmiş bir kimseydi.
Yaşadıkları onca maddi zorluğa karşın birbirlerine aşkla bağlı bir aileden geliyordu. Çocukluk yıllarından aklında kalan en güzel şey annesi ile babası arasındaki büyük aşktı. Kardeşler arasında da derin bir sevgi vardı. Hepsi birbirlerine aşkla bağlıydılar. Ailesini saran bu büyüleyici aşk, ona hayatı sevgiyle kucaklamayı öğretmişti. Ömrü boyunca ne yaparsa yapsın, hep aşkla yapmış. Tiyatroya, oyunculuğu, insanlara ve topluma hep sevgiyle yaklaşmıştı. Bu tutumunu bizlere karşı da sürdürdüğünü söyleyebilirim.
Ver elini yeni dünya
Konservatuardan mezun olup Devlet Tiyatrosu’na girdikten sonra peş peşe birçok oyunda rol alan Yıldız Kenter kısa zamanda Ankaralıların beğenisini kazanıp tiyatro severler arasında adından söz ettiren bir oyuncu olmuştu. 1950 yılında yakışıklı ve yetenekli meslektaşı Nihat Akçan’a gönlünü kaptırmış. Bir yıl sonra da onunla yaşamını birleştirmişti. 1952’de kızları Leylâ doğdu.
1955 yılında Rockefeller Bursu ile Amerika Birleşik Devletleri’ne davet edildi. Küçük kızını annesi Nadide Hanım’ın yanına bırakıp önce Londra’ya sonra da Stranford Upon Avon’a gitti. Oradan üç hafta sonra New York’a geçti. Eşi Nihat Akçan’da Mili Eğitim Bakanlığı’nın verdiği bursla Amerika’ya gelmişti. Yıldız Kenter “American Theater Wing”de profesyonel oyuncular için hazırlanan eğitim programına katıldı. Ayrıca “Neighborhood Play House” ile “Actors Studio”da oyunculuk öğretiminde yeni teknikler hakkında çalışmalarda bulundu.
Bir buçuk yıl sonra Ankara’ya dönünce tiyatrodaki aslî işini aksatmamak koşuluyla okulda ders vermeye başladı. Fırsat buldukça yurt dışına çıkarak tiyatro eğitimi veren konservatuarlarda ve üniversitelerde incelemeler yaptı. Çeşitli oyunlar izledi. Yabancı tiyatro insanlarıyla tanıştı. Uygulamalı atölye çalışmalarına ve derslere katıldı.
Bu arada Cevad Memduh Altar döneminde Devlet Tiyatroları’ndaki huzursuzluk ayyuka çıkmış Muhsin Ertuğrul ikinci kez kurumun başına getirilmişti. Ancak yararlı işler yaparken bir süre sonra zamanın Milli Eğitim Bakanı Celâl Yardımcı ile anlaşmazlığa düştü. Ertuğrul, ertesi gün masasının üzerine bırakılan buruşuk kağıtla yakışıksız bir biçimde görevine son verildiğini öğrendi. Bu duruma çok üzülen Yıldız Kenter ve kardeşi Müşfik Kenter, olaya tepki olarak hemen kurumdan istifa edip Muhsin Bey’in peşinden İstanbul’a gitti.
İstanbul’a geliş ve Belediye Konservatuarı’nda hocalığa devam
Sanat kariyerine hocaları Muhsin Ertuğrul’un oluşturduğu “Birleşmiş Oyuncular” la devam kararı alan Yıldız Hanım, Müşfik Kenter ile önce Karaca Tiyatrosu’nda “Salıncakta İki Kişi” adlı oyunu sahneledi. Kardeşi ile İstanbullu seyircilerin büyük beğenisini kazanınca yanlarına Şükran Güngör’ü de alarak “Site Tiyatrosu”nu kurdu. Daha sonra bu topluluğu genişleterek “Kent Oyuncuları”na dönüştürdü.
Başarılı oyunculukları ve tiyatro dünyasına getirdikleri tarz ile büyük ilgi gören Kenter kardeşlerden Yıldız Hanım yoğun çalışma temposuna karşın gelen öneri karşında 1961 yılında İstanbul Belediye Konservatuarı’nda yeniden öğretmenliğe döndü. İşte ben İhsariye’de okumaya başladığım zaman, Yıldız Hanım konservatuarda on dört yıllık hocaydı.
Oyunculuğa ve sahne dersine hazırlık olarak aldığımız eğitim esnasında üst sınıfların çalıştığı Henrik İbsen’in “Yaban Ördeği” oyununun provalarını izlemiş, mayıs ayından itibaren seyirciye sunulan temsillerde de aramızdan bazı arkadaşlar ufak tefek rolleri üstlenmişti.
1978 yılında Kültür Bakanlığı’na bağlı İstanbul Devlet Konservatuarı bünyesinde açılacak Tiyatro Bölümü için yapılan sınava girmiştim. O gün benimle birlikte Gümüşsuyu’ndaki binada seçmelere katılanlar arasında Belediye Konservatuarı’ndan pek çok arkadaşımın olduğunu anımsıyorum. Çünkü burası yüksekokul diploması veriyordu. Bitirince de yerleşik olarak yeni kurulan İstanbul Devlet Tiyatrosu’na alınacaktık. Sonuçlar açıklandığında Belediye Konservatuarı’nda öğrenci olan Mehmet Gürhan, Eray Özbal, Özden Çiftçi ve ben kazananlar arasındaydık. Ertesi gün Beşiktaş’taki okula Yıldız Hanım’a teşekkür etmeye ve vedalaşmaya gittiğimizde bizleri asık suratla karşılamış, “Canikolar, burayı beğenmeyip yeni açılan okula gidiyormuşsunuz. Hayırlısı olsun.” diyerek kırgınlığını dile getirmişti. Aslında Yıldız Hoca’dan hiç ayrılmak istemiyorduk. Ama geleceğimiz için böyle davranmak zorunda kalmıştık.
İki yıl sonra Yıldız Kenter ile tekrar yollarımız kesişti. İstanbul Devlet Konservatuarı’nda üçüncü sınıfa geçtiğimizde 12 Eylül askeri darbesi olmuş, tiyatro bölümündeki bazı hocaların görevine son verilmişti. Yeni gelen hocalar arasında Yıldız Hanım da vardı. Bizi görünce tekrar sevinçle sarılmış, “Sizin eğitiminizi yarıda bırakmaya gönlüm razı olmadı canikolar.” demişti. Gerçekten de kaldığımız yerden devam etmiş, 1982 yılında da ilk mezunları olarak okulu bitirmiştik.
Yıldız Kenter, sağlık nedenleri ile sahneden çekilene kadar eğitim verdiği kurumlarda oyuncu adaylarını yetiştirmekten asla vazgeçmedi. Birikimlerini sürekli güncelleyerek, çağdaş tiyatroyu yakından takip etti. Görgü ve bilgisini arttırarak bunları öğrencileri ile paylaştı. Bir Cumhuriyet kadını olarak işine duyduğu saygıyla tiyatronun eğitim alanında da gönüllü bir nefer gibi çalışıp durdu. Yüzlerce öğrenci yetiştirip Türk tiyatrosuna adını efsane bir eğitmen olarak yazdırmış oldu.
İLGİLİ HABERLER
91 yaşındaki Yıldız Kenter’i kaybettik. Sanatçıyı unutulmaz bir performans sergilediği “Ben Anadolu” oyunu ile anıyoruz
Posted by Sanatatak on Sunday, November 17, 2019