"Özgürlük, iki kere iki dört eder diyebilmektir. Buna izin verilirse arkası gelir."
… O’Brien, başparmağını kapatarak sol elini tersinden Winston’a gösterdi.
–Kaç parmağımı görüyorsun, Winston?
–Dört.
–Peki, Parti dört değil de beş diyorsa, o zaman kaç?
–Dört.
Winston acıyla inledi. Kadranın ibresi elli beşe çıkmıştı. […] O’Brien, hala dört parmağını göstererek, onu izliyordu. Kolu geri çekti. Acı birazcık hafifledi.
–Kaç parmak görüyorsun, Winston?
–Dört.
İbre altmışa yükseldi.
–Şimdi kaç parmak, Winston?
–Dört! Dört! Başka ne diyebilirim ki? Dört!
İbre yeniden yükselmiş olmalıydı, ama Winston kadrana bakamıyordu. […]
–Kaç parmak var, Winston?
–Dört! Kesin şunu, kesin! Nasıl yaparsınız? Dört! Dört!
–Kaç parmak var, Winston?
–Beş! Beş! Beş!
–Hayır, Winston, yararı yok. Yalan söylüyorsun. Hala dört olduğunu düşünüyorsun. Söyle lütfen, kaç parmak var?
–Dört! Beş! Dört! Siz ne diyorsanız? Yeter ki kesin şunu, durdurun şu acıyı!
Tele-ekranların hem alıcı hem verici olarak çalıştığı, insanların, bırakın ne yapıp ettiklerini, nefes alışlarını bile saptayabildiği Büyük Birader’in Okyanusya’sındayız. Odanızda, alarmın çalmasıyla birlikte sabah sporunuzu yaparken, tele-ekrandan komut veriyor size hoca: “Hey sen. Ayaklarını biraz daha kaldır! Hadi, durma!”
Tele-ekranlar o kadar hassas ki bir sırt bile gereğinde çok şey ifade ediyor! Veya Okyanusya ile ilgili bir zafer haberine gereği kadar sevinmemiş bir yüz!
Öte yandan yalnızca proleterlerin ve hayvanların özgür olduğu ülkenin üç önemli sloganı malum:
SAVAŞ BARIŞTIR
ÖZGÜRLÜK KÖLELİKTİR
CAHİLLİK GÜÇTÜR
Yemekhanelerde şöyle “sohbetlerin” yapıldığı; “Bana sorarsan, ayaklarını birbirine bağlamaları işin tadını kaçırıyor. Oysa bacakların havada tepinip durmasını seyretmek o kadar zevkli ki. Hele, sonunda dil dışarıya sarkıp masmavi, hatta mosmor kesilmiyor mu! En hoşuma giden ayrıntı o işte.”… İnsanların sadece yataklarında yalnız kalabildiği, Düşünce Polisi adayı olmakla öğünen küçücük çocukların, uykusunda Büyük Birader “aleyhinde” konuştuğu için anne-babalarını “hain” diye ihbar ettiği ve elbette esas olan: Tarihin yeniden yazıldığı ülke, Okyanusya.
Toplumsal bellek, akla gelebilecek tüm belgelerde tek tek imha ediliyor. Hatırlamak, yasak!
Her şey Büyük Birader’in ve yanındaki ekibin istekleri doğrultusunda Okyanusya’nın “yüksek çıkar ve menfaatlerine” göre yeniden yazılıyor. Olabildiğince ufuksuz, dar ve kavruk yeni düşünce için binlerce insan hiç durmadan çalışıyor.
Düşünceyi yok etmenin yolu, dili bitirmekten geçiyor. Yeni söylem kurulu, dünyanın en küçük-hacimsiz sözlüğünü hazırlamakla öğünmekte. Bütün bu sürece direnen, yani hatırlamaya kalkan ise ölmeden öldürülüyor!
Cehennemde cenneti arayan, unutmanın efsanevi nehri “Lethe’nin suyundan içmemekte kararlı olan Smith’i yukarıdaki işkence sahnesinden sonra esas yere, 101 numaralı odaya götürürken Parti üyesi O’ Brein şöyle diyecek: “Yelkenleri suya indirerek paçayı kurtaracağını sanıyorsan yanılıyorsun, Winston. Yoldan çıkanlar hiçbir zaman bağışlanmaz. Yaşamana izin versek bile, bizden asla kurtulamazsın. Bu işin sonu yok. Şimdiden bilesin. Seni öyle bir ezeceğiz ki, geri dönüşün olmayacak. Başına öyle işler gelecek ki, bin yıl yaşasan düzelemeyeceksin. Bir daha asla normal bir insanın duyumsadıklarını duyumsayamayacaksın. Yüreğindeki her şey ölmüş olacak. Bundan sonra sevgi nedir, dostluk nedir bilmeyeceksin; ne yaşama sevinç, ne gülüp eğlenmek, ne merak, ne cesaret ne de dürüstlük, hepsinden yoksun kalacaksın. Bomboş bir adam olacaksın. Sıkıp içini boşalttıktan sonra, içine kendimizi dolduracağız.”
1984, malum; durup durup yeniden okunacak bir eser. Romanın kahramanı Smith, “En iyi kitaplar insana zaten bildiklerini söyleyen kitaplardır” diyor ya, o cinsten. 1984’ü mütemadiyen hatırlamak, hiç unutmamak lazım!
Yazının Notları:
1.Okyanusya’nın “geleneksel” Nefret Haftası’nın hemen öncesinde başlayan romanın tek iç açıcı yanı, Smith ve Julia’nın aşk hikayesi. Sonu ne olursa olsun, bir aşkın nelere kadir olduğunu bir kez daha gösteriyor bize. Ve bakın; korkudan titreyerek ama aşkın cesur ve şahane küstahlığı ile kiralanan o küçücük odada Julia ve Smith’in “şükür nesneleri” neler? Sakarin değil; gerçek şeker. Mis gibi beyaz ekmek. Küçük bir kavanoz reçel. Teneke kutuda süt. Ve esas sürpriz: Kahve! Julia bir dahaki sefere sağdan soldan çaldığı makyaj malzemeleriyle gelecek. Parti izni dışında sevişmenin siyasal bir eylem olarak nitelendirilip yasaklandığı Okyanusya’da Julia’nın esas rüyası, yüksek topuklu bir ayakkabı, ipek bir çorap ve o korkunç mavi üniforma dışında, herhangi bir elbise.
2.Her sayfası ayrı ibretlik romandan şu alıntıya bakalım şimdi: “… Aslında Büyük Birader her şeye kadir, Parti de yanılmaz olmadığı için, olguların ele alınışında her an sürekli bir esneklik gereklidir. Buradaki anahtar sözcük, aklakaradır. Pek çok Yenisöylem sözcüğü gibi bu sözcüğün de birbiriyle çelişen iki anlamı vardır. Düşman söz konusu olduğunda, apaçık gerçeğin karşısına dikilerek küstahça aka kara, karaya ak demektir. Bir Parti üyesi söz konusu olduğunda ise, Parti disiplini öyle gerektirdiğinde, gönülden bir sadakatle aka kara, karaya ak demektir. Ama aynı zamanda, akın kara olduğuna inanmak, dahası akın kara olduğunu bilmek ve o güne kadar bunun tam tersine inandığını unutmak anlamına gelir. Böyle bir şey geçmişin sürekli değiştirilmesini gerektirir ki bunu olanaklı kılan da geri kalan her şeyi kapsayan ve Yenisöylem’de çiftdüşün diye bilinen düşünce sistemidir.”
3.Ve romanın son sahnesinde Smith: “Başını kaldırıp o kocaman yüze baktı. O siyah bıyığın ardına gizlenen gülümseyişin anlamını kavraması kırk yılını almıştı. Ah, o acımasız, boş aldanışlar! Ah, o sevecen kucaktan dik kafalı, bile isteye kaçışlar! Yanaklarından cin kokulu iki damla gözyaşı süzüldü. Ama artık her şey yoluna girmişti, mücadele sona ermişti. Sonunda kendine karşı zafere ulaşmıştı. Büyük Birader’i çok seviyordu.”
4.Artık sıra müzikte… Smith için: http://www.youtube.com/watch?v=QGtN3lpI2f4
5. Bu vesileyle son söz: İnternetime Dokunma!