A password will be e-mailed to you.

Burak Kaplan, yeni sezonun öne çıkması beklenen yirmi filmini Sanatatak okurları için değerlendirdi…

The Bling Ring

En son Somewhere ile sinemalarımıza konuk olan Sofia Coppola, gerçek bir hikâyeden uyarladığı yeni filmi ile üç yıl sonra yeniden sinemaseverlerin karşısına çıkıyor. Yaşam tarzlarına hayran oldukları ünlülerin evlerine girip onların eşyalarını çalan bir grup gencin hikâyesinin anlatıldığı The Bling Ring, henüz fragmanına bir göz attığınızda bile bu bir Sofia Coppola filmi diyebileceğiniz bir yapım. Yönetmenin hayranları kesinlikle kaçırmamalı!

 

Rush

Senarist Peter Morgan ve yönetmen Ron Howard birlikteliği, ikiliye 2008 yılında Frost/Nixon ile 5 dalda Oscar adaylığı getirmişti. Bu filmden sonra pek de kayda değer bir iş ortaya koyamayan Ron Howard, Frost/Nixon’ın başarısını özlemiş olacak ki bu yıl senaryosunu yine Peter Morgan’ın yazdığı bir biyografi ile karşımızda. İkili, bu kez politik sulardan uzaklaşıyor ve Formula 1 dünyasının hızlı günlerine bakmayı deniyor. Rush, 70’li yıllarda geçiyor ve efsane sürücüler Niki Lauda ve James Hunt’ın rekabet hikâyesini anlatıyor.

 

Blue Jasmine

Woody Allen’ın engellenemeyen üretkenliği son hızıyla devam ediyor. Yönetmen, her yıl bir film yazıp çekmeye giriştiği bu uzun soluklu kariyerde şimdilik son başyapıtını Midnight in Paris ile vermiş gibi gözükse de son bir hoş sürprize kimsenin burun kıvıracağını da sanmıyoruz. Elbette, Woody Allen’ın sadık hayranları, başrolünde Cate Blanchett’ın oynadığı bu filmden de oldukça memnun ayrılacaklardır. Bundan şüphemiz yok!

 

Fruitvale Station

Bir yeni yıl arifesinde, bir metro istasyonunda öldürülen 22 yaşındaki Oscar Grant’ın gerçek hikayesini sinemaya uyarlayan genç yönetmen Ryan Coogler, bu yıl herkesin sıkça konuşacağı bir isim olacak. Coogler’ın filmi, olgun anlatım dili ve kaliteli oyuncu yönetimi sayesinde şimdiden kendine pek çok hayran topladı bile. Bakalım aynı etkiyi bizim buralarda da yaratabilecek mi?

 

All is Lost

Çektiği ilk uzun metraj film, Margin Call ile adını neredeyse takip edilmesi gereken yönetmen listelerinin tamamına yazdıran J.C. Chandor, arayı fazla uzatmadan ikinci uzun metrajı ile karşımızda. Daha önce Open Water, Frozen ve Buried gibi benzer pek çok örneğini gördüğümüz tek mekânda geçen bir hayatta kalma hikâyesi anlatan All is Lost’un yabancı basından aldığı övgüler o kadar iyi ki filmin başrol oyuncusu Robert Redford’a yıllar sonra yeniden bir Oscar adaylığı getirebileceği bile konuşuluyor.

 

Oldboy

Chan-wook Park’ı uluslararası alanda bir şöhrete dönüştüren 2004 yapımı Oldboy, öyle etkili bir intikam hikâyesi anlatıyordu ki Hollywood, filmin cazibesine dayanamayıp filmin bir yeniden çevrimini yapmayı kendine görev edindi. Uzun zamandır yapılması planlanan bu yeniden çevrim projesi ile ilgili belki de olumlu anlamda söylenebilecek tek şey ise; projenin başında usta yönetmen Spike Lee’nin oturuyor olması. Sonuç ne olursa olsun bu yeniden çevrim mutlaka izlenmeli.

 

Gravity

Alfonso Cuaron, kısa zamanda bir modern klasiğe dönüşen bilim kurgu filmi Children of Men’den beri sessizliğini koruyordu. Hayranları da yönetmenin bir sonraki uzun metrajının ne olacağını merak ediyordu. Sonunda, Cuaron tam 7 yıl sonra yine bir bilim kurgu filmi ile karşımızda. Fakat bu öyle bir film ki tamamı uzay boşluğunda geçiyor ve sadece iki oyuncusu var. Gravity’nin fragmanlarını izlemek bile Cuaron’un ortaya seyri oldukça zor bir film çıkardığını anlamak için yetiyor. Sabırsızlıkla bekliyoruz.

 

The Grandmaster

Kar Wai Wong’un neredeyse 10 yıllık bir hazırlık sürecine dayanan büyük projesi nihayet bu yıl sinemalara konuk oluyor. The Grandmaster, ünlü oyuncu Bruce Lee’nin de hocası olarak anılan Ip Man lakaplı dövüş ustasının gerçek yaşam öyküsüne odaklanıyor. Yönetmen Kar Wai Wong’un mükemmelliyetçiliği projenin yapım sürecini o kadar uzattı ki aynı konuyu işleyen iki film; Ip Man 2008’de, devam filmi Ip Man 2’de 2010’da vizyona girdi. Her ne kadar hikâye orijinalliğini yitirmiş gibi dursa da Kar Wai Wong elinden çıkmış bir film izleyecek olmanın keyfi başka tabi!

 

The Fifth Estate

İşlediği konunun güncelliği sebebiyle bile izlenmeyi hak ediyor bu film. The Fifth Estate, dünya politikasını sarsan, internet denilen icadın var olma sebebini sorgulayan Wikileaks organizasyonun ve bu organizasyonun başındaki tartışmalı ismin, Julian Assange’ın hikâyesini anlatıyor. Yönetmenliğe sağlam adımlarla başlayıp sonra Twilight serisini yönetmek gibi talihsiz bir karar veren Bill Condon için ise bu proje yönetmenin yeniden hayata döndüğü film olabilir.

 

The Counselor

Ünlü yazar Cormac McCarthy ilk kez sadece senarist kimliği ile karşımızda. Hem de bir Ridley Scott filminde! Ridley Scott’un Brad Pitt ve Michael Fassbender’ı buluşturan filmi bir suç hikâyesi anlatıyor. Çekimlerine Ridley Scott’un kardeşi Tony Scott’ın ölümü sebebiyle ara verilen ve daha sonra çekimleri yeniden başlatılan The Counselor, henüz hiçbir yerde gösterimi yapılmadığı için tam bir sürpriz film. Her ne kadar adı şimdiden Oscar favorileri arasında gösterilse de sinema tarihi, favorilerin beklentileri karşılayamadığı hikâyelerle dolu. Bekleyip göreceğiz.

 

Blue is the Warmest Color

Bu yıl Cannes Film Festivali’nden Altın Palmiye ödülü ile dönen ve neredeyse izleyen herkesin övgülere boğduğu bir film var karşımızda. Tunuslu yönetmen Abdellatif Kechiche’nin filmi, 179 dakikalık oldukça uzun süresi ve cinselliği cesur bir biçimde resmedişi sayesinde şimdiden herkesin hakkında tartışmalar başlattığı bir seyirlik. Bize en erken Filmekimi’nde uğrayacak. Vizyon akıbeti ise şimdilik belirsiz. Senenin kaçırılmaması gereken en önemli filmi!

 

Captain Phillips

Bourne serisinin yönetmeni Paul Greengrass, Tom Hanks ile işbirliğine giriştiği yeni filmi ile tam anlamıyla politik sulara açılıyor. Captain Phillips, 2009 yılında Somali’li korsanlar tarafından rehin alınan Amerikan bandıralı kargo gemisinin ve gemi mürettebatının hikâyesini anlatıyor. Greengrass’ın politik film çekmek konusunda ne kadar başarılı işler ortaya çıkarabildiğini zaten Bloody Sunday ve United 93 filmlerinden çok iyi biliyoruz. Dolayısıyla, Captain Phillips ile ilgili beklentilerimiz de yüksek.

 

The Wolf of Wall Street

Martin Scorsese, New York’a geri dönüyor! Ünlü yönetmen, son dönemdeki favori oyuncusu Leonardo DiCaprio’yu da yanına alarak, Jordan Belfort’un otobiyografik kitabını perdeye uyarlıyor. Belfort’u DiCaprio’nun canlandırdığı The Wolf of Wall Street, 90’larda geçen bir borsa ve dolandırıcılık hikâyesi anlatıyor. Belfort’un kitabını senaryolaştıran isim ise ünlü TV dizisi Boardwalk Empire’ın yaratıcısı Terence Winter. Film, bu yılın Oscar yarışında da adından sıkça söz ettirecek muhtemelen.

 

A Most Wanted Man

The American ile ajan filmi çekme konusunda ne kadar başarılı olabileceğini ispatlayan Anton Corbijn, yine aynı türde bir film ile seyircilerin karşısına çıkıyor. Tinker, Tailor, Soldier, Spy’ın yazarı John le Carre’ın romanından uyarlanan A Most Wanted Man’de bu kez başrolde Philip Seymour Hoffman var. Çeçen bir Müslümanın yasadışı yollarla Hamburg’a giriş yapması ve bir terör örgütüne dahil olmasının hikayesinin anlatıldığı film, özellikle türün meraklılarının kaçırmak istemeyeceği bir gerilim.

 

Her

Spike Jonze, senarist Charlie Kaufman ile yollarını ayırdığından beri ağırlıklı olarak kısa film ve belgesel çalışmalarıyla ilgileniyordu. 2009’da ise Maurice Sendak’ın Where the Wild Things’ini sinemaya uyarlayan yönetmen, bu kez kendi orijinal senaryosu, Her ile karşımızda. Her, özellikle başrol oyuncusu Joaquin Phoenix’e büyük bir sorumluluk yüklüyor. Zira oyuncu, neredeyse tüm film boyunca bir telefon operatörü ile konuşuyor ve yalnız oynuyor.

 

The Hobbit: The Desolation of Smaug

The Hobbit üçlemesinin ikinci filminin aralık ayında vizyonda olacağını serinin hayranlarına hatırlatmaya zaten lüzum yok. Zira Yüzüklerin Efendisi hayranları bu seriyi o kadar sarıp sarmaladılar ki, Peter Jackson’ın Orta Dünya’ya döndüğü bu yeni üçleme için yapılan tartışmaların çoğu yalnızca filmlerin kitaba uygunluğu ya da Yüzüklerin Efendisi ile kıyaslanmasından ibaret. İkinci film adına en büyük temennimiz ise, The Hobbit serisinin bağımsız ve kendi başına bir sinemasal zeminde tartışılması.

 

12 Years a Slave

Hunger ve Shame ile birbirinden iyi iki filme imza atan yönetmen Steve McQueen, bu kez daha büyük bir proje ile ve bir dönem filmi ile karşımıza çıkıyor. Oyuncu kadrosu tam bir yıldızlar geçidi olan film, Amerikan İç Savaş dönemine odaklanıyor ve siyahi haklarının peşinden koşan gerçek bir hikâye anlatıyor. Kısaca, bu kez McQueen’in temelli politik sulara açıldığını söyleyebiliriz. Bakalım senaryosunda McQueen imzası olmayan ilk McQueen filmi, 12 Years a Slave nasıl tepkiler alacak?

 

American Hustle

Çektiği son iki filmle En İyi Yönetmen Oscar’ına aday olan David O. Russell, bu yıl yine aynı ödül için bir adaylık daha kazanacak gibi duruyor. The Fighter ve Silver Linings Playbook’un oyuncularının buluştuğu American Hustle, 70’lerde geçen bir dolandırıcılık hikâyesi anlatıyor ve fragmanından anladığımız kadarıyla çok eğlenceli bir seyirlik vadediyor. Film gerçekten iyi çıkarsa da David O. Russell nihayet bu yıl altın heykelciğine kavuşabilir.

 

Inside Llewyn Davis

Coen Kardeşler’in No Country for Old Men’den beri en çok beğenilen filmleri duruyor karşımızda! Mesele Coen Kardeşler olduğunda ise; onların karşılarında ödül sezonunda genelde kimsenin şansı bile olmuyor. Yarış da hiç adil sonlanmıyor! Bu gerçek biraz sıkıcı da olsa onların film çekmediği bir dünyayı da düşünmek istemiyoruz tabi. Coen’ler, Inside Llewyn Davis ile bu kez 60’lı yıllarda bir folk müzik şarkıcısının dünyasına dalıyor ve müzik sektörüne bakıyorlar. Kaçırmayın!

 

The Monuments Men

George Clooney, yönetmenlikteki yeteneklerini sergilemeye devam ediyor. Clooney’nin bu beşinci uzun metrajı, 2. Dünya Savaşı’nda geçiyor ve tarihteki en büyük sanat hırsızlığı olayını anlattığı iddiasıyla karşımıza çıkıyor. Açıkçası, geçtiğimiz yıl Argo ne yaptıysa The Monuments Men onu tekrar edecek gibi dursa da yine de Clooney’e güvenmekte fayda var. Ne de olsa o artık ne yaptığını iyi bilen bir yazar-yönetmen.

Daha fazla yazı yok
2024-11-22 02:15:00