A password will be e-mailed to you.

Yazın sona ermesiyle yeni sinema sezonu başlıyor. Burak Kaplan, sonbaharın gelişini müjdeleyen, sinema salonlarını tıklım tıklım doldurması beklenen ve bir o kadar da Oscar yarışında adlarını sıkça duyacağımız filmleri derledi. 

The Martian

Geçtiğiniz sene Christopher Nolan’ın filmi Interstellar’da uzayda mahsur kalmış bir astronotu canlandıran Matt Damon, rolüne öyle bir kaptırmış olacak ki bu yıl bambaşka bir filmde benzer bir rolü bu sefer başrolde olarak tekrar ediyor. Andy Weir’in çok satan kitabından yönetmen Ridley Scott tarafından uyarlanan The Martian, astronot Mark Watney’nin bir kurtarma ekibi gelinceye dek Mars’ta hayatta kalma mücadelesini anlatıyor. Fragmanlardan anladığımız kadarıyla Ridley Scott, Andy Weir’in romanının fazlasıyla ‘bilimsel’ ilk 100 sayfasını ayıklamış ve ağırlıklı olarak meselenin uzaydan adam kurtarma kısmına odaklanmış. Zaten kurtarma operasyonunun kitaptaki hali adeta “biri benim metnimi alsın ve bu kitabın filmini çeksin” diye kurgulanmış olduğundan, bu kısımda bir sorun yok bizce. Zaten kimse bütün bir film boyunca Mars’ın yüzeyinde patates yetiştirmeye çalışan ve o patateslerle kaç gün hayatta kalırımın hesabını yapmaya çalışan yalnız bir adamın hikayesini izlemek için ölüp bitmiyordur herhalde. The Martian’ın tuhaf bir biçimde Truman Show’un Mars’ta geçen bir versiyonumuş hissini yarattığı da garip ama gerçek elbette.

Fragman: http://www.youtube.com/watch?v=ej3ioOneTy8

Creed

Sinema perdesinin ünlü boksörü Rocky’nin ring maceraları, seyircinin gözünde “en son kaçıncı filmde kalmıştık?” ya da “şu Rus adamla dövüştüğü kaçıncı filmdi?” mertebesine çoktan ulaşmış durumda. Neredeyse 40 yıl boyunca bir kahramanı taze tutup, seyirciye yeni bir şeyler sunabilmek ciddi bir mesele tabi! Yapımcılar da bunun farkında olsa gerek ki artık Rocky karakterini daha fazla Rocky filmi çekerek kullanmak yerine, Rocky evreninde geçen yepyeni bağımsız projeler yaratarak nam-ı diğer İtalyan Aygırı’nı bu projelerin içine eklemlemeye çabalıyorlar. Creed, Rocky’nin ilk filmlerdeki ezeli rakibi Apollo Creed’in oğlu olan Adonis Creed’in öyküsünü anlatmaya girişiyor. Adonis’i bir boksör olarak eğitecek kişi ise elbette ki artık ciddi şekilde yaşlanmış olan Rocky Balboa’dan başkası değil. Creed’in hiç de fena gözükmeyen bir fragmanı birkaç ay önce yayınlandı. 2013 yapımı Fruitvale Station’daki başarısından dolayı yönetmen Ryan Coogler’a güvenimiz tam. Creed eğer gerçekten belli bir gişe başarısını yakalayabilirse ve elbette ki eleştirmenlerden tam not alabilirse onun da bir seriye dönüşmesi ve Rocky’den bayrağı devralması oldukça muhtemel.

Fragman: http://www.youtube.com/watch?v=Uv554B7YHk4

Steve Jobs

The Social Network ve Moneyball’dan sonra Aaron Sorkin ne yazsa izlerdik zaten. Ünlü senaristin kaleminden çıkma bir Steve Jobs biyografisi izleyecek olmanın sinefillerde yarattığı heyecan herhalde tarif edilemez. Böylesine usta bir senaristin metnini Danny Boyle gibi işinin ehli bir yönetmenin filme alıyor olması, bir de üstüne Michael Fassbender’ın Steve Jobs’ı canladırdığı gerçeği Steve Jobs’ı yeni sezonun en çok beklenen projeleri arasına almamıza yetiyor da artıyor bile. Filmin fragmanını izlemek bile Hollywood’u neden hala bu kadar sevdiğimizin iki buçuk dakikalık bir kanıtına dönüşüyor adeta. Ekim ayı geldiğinde ve onca insan Steve Jobs’ı izlemek için salonları doldurduğunda muhtemelen bu filmin varolduğu gerçeğine en çok üzülecek kişi Ashton Kutcher olacak. Çünkü kendisinin ünlü ‘bilgisayar dehası’nı canlandırdığı 2013 yapımı Jobs, herhalde o tarihten sonra sadece MTV’de yayınlanabilir bir televizyon filmine dönüşecek.

Fragman: http://www.youtube.com/watch?v=aEr6K1bwIVs

Spectre

Daniel Craig’i Bond rolünde sevin ya da sevmeyin. Yine de şunu kabul etmeliyiz ki ünlü aktörün James Bond’u canlandırdığı ilk film olan Casino Royale’den itibaren yeni vizyona girecek Bond filmlerini daha bir heyecanla bekler olduk. Elbette bu sadece Craig’in Bond’u bugüne kadarki tüm aktörlerden daha iyi canlandırmasıyla filan ilgili değil. Sinema tarihinin en ünlü ajanının özellikle 2000’lerden sonra rakipleri çoğaldı. Jason Bourne denilen bir veledin ve Ethan Hunt denilen bir çılgının başı çektiği pek çok yeni nesil ajan, Bond’un ‘beyefendiliğinden’ faydalanarak ajanlığın kitabını yeniden yazmaya soyundular. İyi de oldu aslında. Bond’un da değişmesinin, takım elbisesini kirletmesinin zamanı gelmişti zaten. Bu sayede senaristler Bond’un da insan olduğunu, acı çekebileceğini, aşık olabileceğini zaman zaman işini yaparken tereddüt edebileceğini kavradılar. İşte bu sayede, Bond’un bugüne kadarki en kişisel hikayesini bize anlatma iddiasını taşıyan 24. Bond filmi Spectre’yi izleyebileceğiz bu sezon. Fragmanlarda, Bond’un kişisel tarihini yazdığını ve onun tüm acılarının kaynağı olduğunu iddia eden bir kötü adamımız var bu kez. Quentin Tarantino sağolsun, Christoph Waltz diye bir adamı bulup meşhur etmiş de koca koca film stüdyolarını “bütün bu kötü adam rollerini kime teslim edeceğiz?” derdinden kurtarmış. Sahi ya, bir zamanlar Quentin Tarantino da bir Bond filmi çekmek istediğini söylememiş miydi? Niye bu kadar görmezden geliyor İngilizler bu adamı?

Fragman: http://www.youtube.com/watch?v=LTDaET-JweU

Star Wars: Episode VII – The Force Awakens

George Lucas’ın 1977 yılında yarattığı ünlü film serisi Star Wars’un haklarını Disney firması aldı diye sinirden köpüren muhafazakar Star Wars fanatikleri bile, aylar önce yayınlanan 1 dakikalık kısa fragmanın ardından çılgına dönmüş ve o fragmanın bize gösterdiği hepi topu 10 kareyi enine boyuna masaya yatırmıştı. Yok efendim Kylo Ren’in ışın kılıcı niye öyle cılızmış, X-Wing’ler niye öyle yere yakın uçuyorlarmış, fragmanda buğulu sesiyle konuşan hangi karakterin dış sesiymiş. Bunun gibi daha pek çok başlık altında tartışmalar kopar olmuştu. Bu da bize meseleyi açıkça kanıtlıyor ki bu sezonun en fazla merak uyandıran vizyon filmi var karşımızda. Sinema salonlarına yeni bir Star Wars filmi konuk olacak, Millenium Falcon beyaz perdede yeniden havalanacak. Eski üçleme – yeni üçleme – en yeni üçleme (!) tartışmalarını bir kenara koyma vaktidir bu. Aralık ayı gelip çattığında bulabildiğiniz en büyük salondan biletinizi alın, koltuğunuza kurulun ve bırakın John Williams’ın müzikleriyle efsaneleşmiş o ünlü jenerik perdede akmaya başlasın. Ömrünüzde bir kez daha Luke Skywalker, Han Solo ya da Prenses Leia’yı görebileceğinizi tahmin etmiş miydiniz ki? Bırakın o yüzden şikayet etmeyi, söylenmeyi. Ne demiş Chewbacca; “Rrrrrrr-ghghghghgh”!

Fragman: http://www.youtube.com/watch?v=ngElkyQ6Rhs

The Hateful Eight

“En az üç tane iyi Western filmi çekmemiş bir yönetmene iyi yönetmen diyemem.” açıklamasını yaparak The Hateful Eight’i ne kadar kişiselleştirdiğini daha henüz film vizyona girmeden belirtti Quentin Tarantino. Çekimleri başlamadan önce senaryosu çalınan ve internete sızan projeyi önce çekmekten vazgeçen sonra hikayenin bir kısmını yeniden yazıp, yeni versiyonu çekmeye karar veren yönetmen Tarantino için tam bir baş belasına dönüşen The Hateful Eight, önümüzdeki aylarda nihayet vizyonda olacak. Django Unchained ile Western türündeki ilk filmine imza atan Tarantino’nun yeni filminin fragmanlardan anladığımız kadarıyla bu kez daha küçük ve hatta hikaye yapısı olarak ilk filmi Reservoir Dogs’u andıran bir iş ortaya çıkarmış olduğunu söylemek mümkün. Devri geçmiş pek çok oyuncunun kariyerini yeniden canlandırmakta usta olan yönetmenin aynı sihirli dokunuşu bu kez hangi oyuncuya yapacağı merak uyandırıyor. Bu kez herhalde bu kontenjanın sahibi olmaya en yakın aday Jennifer Jason Leigh. The Hateful Eight’i sadece bir Quentin Tarantino filmi olduğu için bile izleyeceksiniz, biliyoruz. Yine de olur da filmi izlemek için bambaşka nedenler ararsanız, filmin tamamının Panavision’ın 70 mm lensleriyle çekildiğini ve Western türünün ünlü bestecisi Ennio Morricone’nin 40 yıl sonra ilk kez bu filmin müziklerini besteleyeceğini söyleyelim. Filmlerini küçük akrabalık bağlarıyla bağlamayı çok seven yönetmen, The Hateful Eight’te de aynı numarayı yapmış da olabilir üstelik. Kim bilir belki Django Unchained de kendisinin canlandırdığı ve filmin sonlarında havaya uçan karakteriyle yeniden arz-ı endam edebilir perdede. Sonuçta adam oyunculuğa da meraklı, farkındayız bu acı gerçeğin.

Fragman: http://www.youtube.com/watch?v=gnRbXn4-Yis

Crimson Peak

Guillermo del Toro’nun eşi benzerine az rastlanır bir hayalgücü var. Bunu Pan’s Labyrinth’e, Hellboy’a ve hatta Blade II’ye bakarak bile söyleyebiliriz. Tuhaf yaratıkları, sıradışı mekanları seven ve özellikle set tasarımlarıyla orijinal işlere imza atan bir sanatçı del Toro. Henüz kariyerinin başında çektiği The Devil’s Backbone’dan beri de korku türünde bir film çekmeyen yönetmenden bu yıl bir perili köşk filmi izleyecek olmamız bu yüzden ayrıca keyfimizi yerine getirmeye yetiyor bizim. Crimson Peak’de Sharp ailesinin köşküne gelin olarak gelen Edith Cushing’in yeni evinin hayaletlerle dolu olduğunu keşfetmesinin hikayesini izliyoruz. Edith bir yandan buzdolabı gibi soğuk ‘görümcesi’ Lucille ile çekişirken bir yandan da kendi geçmiş travmalarıyla yüzleşiyor. Filmin bugüne dek yayınlanan iki fragmanını da izlerseniz del Toro’nun tasarımı Sharp malikanesine hayran kalabilirsiniz. Çünkü içinde hayaletler gezinmese de malikane yeteri kadar korkutucu. Hatta fragmanın bir yerinde ‘damat’ Thomas Sharp’ın Edith’e söylediği üzere malikane yaşayan bir mekan, kendisi de hayatta. Yönetmen del Toro’nun bugüne kadar ki en sorunsuz film projem dediği, ünlü romancı Stephen King’in özel bir gösterimde izleyip de öve öve bitiremediği ve başrollerden birini oynayan Tom Hiddlestone’un senaryoyu ilk kez okurken gerçekten çok korktuğunu itiraf ettiği bir proje Crimson Peak. Del Toro’nun tek eksiği bu kez Ron Perlman’ı kadroya dahil etmemiş olması olabilir. Onun dışında herşey eksiksiz gibi. Yine de bekleyip görmek lazım elbette. Ne bilelim, bakarsınız hayaletlerden birini Perlman oynuyordur belki. Ya da malikaneyi (!) canlandırıyordur. Hellboy’dan biliyoruz, adam ağır makyaj altında rol yapabiliyor.

Fragman: http://www.youtube.com/watch?v=oquZifON8Eg

The Revenant

Geçtiğimiz senenin yıldızı Birdman daha henüz ödül sezonunda törenden törene gezinirken, yeni filmi The Revenant’ın çekimlerine başlamıştı Alejandro Gonzalez Inarritu. Leonardo DiCaprio’nun bu filmdeki rol için Steve Jobs rolünü oynamaktan vazgeçtiği, Tom Hardy’nin ise The Revenant’ın senaryosunun yarısını okuduktan sonra halihazırda anlaşmış olduğu yeni projesi Splinter Cell’in yapım sürecinden çekildiği bir film var karşımızda. Böylesine iddialı bir proje de elbette ki büyük beklenti yaratıyor bizlerde. Kariyeri tam da düşüşe geçti derken Birdman ile muhteşem bir geri dönüş yapan Inarritu’ya güveniyoruz şimdilik. Fragmandan da gördüğümüz kadarıyla teknik olarak oldukça üst düzeyde bir film bekliyor bizleri. Görüntü yönetmeni Emmanuel Lubezski’nin steadicam kullanımı, izleyeni adeta kahramanla birlikte dört nala at sürdürüyor ve çatışmanın doğrudan içine atıyor. Gerçekten kötü hava şartlarında toplamda 80 günlük bir sürede ve tamamı doğal ışıkta kronolojik olarak çekilen bir teknik meydan okuma var ortada. Umarız senaryosuyla da en az tekniği kadar zorlayıcıdır The Revenant. İşte o zaman karşımızda yılın en iyi filmleri listesine girebilecek bir film var demektir ve kimbilir belki DiCaprio’nun da kısmetinde bir ayı avcısını canlandırarak Oscar kazanmak vardır.

Fragman: http://www.youtube.com/watch?v=QRfj1VCg16Y

Joy

Silver Linings Playbook ve American Hustle’da çalıştığı ekibi yeniden bir araya toplayan David O. Russell’ın yeni filmi Joy’un fragmanında çalan Rolling Stones parçası You Can’t Always Get What You Want, yönetmenin yeni filminin tüm konusunu kısaca özetleyiveriyor aslında. Jennifer Lawrence’ın canlandırdığı Joy’a tıpkı her küçük kıza anlatıldığı gibi küçükken bir peri masalı anlatılmış. “Güzel bir hayatın, seni çok seven yakışıklı bir eşin ve birbirinden tatlı çocukların olacak” diye kandırılmış Joy. Oysa belli ki hiç de öyle şeyler gelmemiş genç kadının başına. “Dünyanın sana bir borcu olduğunu filan sanma, yok öyle birşey” diyor Joy bize filmin fragmanında. Filmin kendisi bu sözü tutabilecek mi yoksa bir Hollywood mutlu son tuzağına düşüp kendini mi yalanlayacak, bunu filmi izleyince göreceğiz elbette. Yine de şimdiden şunu söyleyebiliriz ki David O. Russell’ın filmi bu yıl en azından oyunculuk kategorilerinde birkaç Oscar adaylığı kapacak. Jennifer Lawrence’ın bir adet heykelciği var zaten, bu yıl kazanamazsa fragmanda ateş ettiği pompalısıyla kimseyi vurmaz herhalde, değil mi?

Fragman: http://www.youtube.com/watch?v=SN4MLMHET7w

Bridge of Spies

Coen Kardeşler geçtiğimiz yıl Unbroken’ın senaryosuna imza atıp yönetmenliği Angelina Jolie’ye teslim etmişlerdi. Bu sene de aynı formülü Bridge of Spies ile son yıllarda iyiden iyiye prodüktörlüğe ağırlık veren Steven Spielberg ile uyguluyorlar. Spielberg’ün çektiği son filmlerle kariyerinde ciddi bir düşüş yaşamasına bakıp, Bridge of Spies’ın akıbetini öngörmeye çalışırsak eğer, bu filmden çok ümitli olduğumuz söylenemez. Yine de Coen Kardeşler’in sinema zekasını hafife almıyoruz elbette. Üstelik Spielberg de bizi yanıltıp 10 yıl önce çektiği Munich’in izinden giden sağlam bir politik gerilim filmine imza atsın çok isteriz. Bu projenin, oyuncu Tom Hanks ile Steven Spielberg’ü uzun bir aradan sonra yeniden buluşturacak olmasının da ayrıca önemi büyük tabii. Beraber pek çok filme imza atmış olan ikilinin, 2004 yapımı The Terminal’den beri çalıştığı ilk olacak Bridge of Spies. Soğuk Savaş döneminde geçen filmin ‘casus filmleri’ janrıyla ‘mahkeme draması’ türünü nasıl buluşturacağı Bridge of Spies ile ilgili asıl merak ettiğimiz konu aslında. Yine de filmin fragmanını izlediğimizde ve gerçekçi olmamız gerekirse karşımızdakinin Tinker, Tailor, Soldier, Spy kalibresinde gerçekçi bir casus filmi olmayacağı kesin gözüküyor. En iyi ihtimalle bu tür filmlerin olmazsa olmazı etkileyici bir ‘bardaktaki viskilerin hangisinde zehir var’ sahnesi izleriz herhalde.

Fragman: http://www.youtube.com/watch?v=mBBuzHrZBro

Daha fazla yazı yok
2024-12-03 18:11:55