Tatile gidip gelirken ve bir yazı daha bitirirken yazarlar tatile çıkar mı diye sorduk. Yanıtını Roland Barthes’in 1957 tarihli bir yazısında bulduk. Çıkar ama nasıl çıkar dersiniz?
Gide, Congo’dan aşağı inerken Bossuet okuyordu. Bu duruş, Figaro’ca resmi çekilen ‘tatildeki’ yazarlarımızın ülküsünü oldukça iyi özetliyor: sıradan eğlenceye hiçbir şeyin durduramadığı, hiçbir şeyin bozamadığı bir iççağrının saygınlığını eklemek. İşte iyi bir röportaj, toplumsal açıdan bayağı etkili, hem de kenter sınıfımızın yazarlarımıza ilişkin görüşü konusunda hileye sapmadan bilgi veriyor bize. Bu kenter sınıfını öncelikle şaşırtır ve mest eder görünen şey, yazarların da herkes gibi tatil yapabilecek insanlar olduklarını benimseme konusundaki geniş görüşlülüğü.
Tatil yeni bir toplumsal olgu. Bu olgunun toplumsal söylensel gelişimini izlemek ilginç olurdu.
Önce okul sınırlarında kalırken bir süredir ücretli tatile dönüştü, bir proletarya olgusu, hiç değilse bir iş olgusu oldu. Bu olgunun bundan böyle yazarları da kapsayabileceğini, insan ruhunun uzmanlarının da çağdaş çalışmanın genel yasasına uyduklarını kesinlemek, bir bakıma kenter okurlarımızı çağlarına ayak uydurduklarına inandırmaktır: Kimi yavanlıkların zorunlu olduğunu benimsemekle övünür, Siegfried ve Forastie’nin çağdaş gerçeklerine uyum sağlarsınız. Hiç kuşkusuz yazarın bu proleterleşimi cimrice, hem de daha sonra yıkılmak üzere verilir. Yazın adamı, daha toplumsal ayrıcalığını kazanır kazanmaz (bu yüzden tatil çok tatlıdır), iççağrı profesyonelleriyle paylaştığı gökler ülkesine geri döner hemen.
Romancılarımızın hep içine kapatıldıkları “doğal” da gerçekte yüce bir çelişkiyi dile getirmek üzere yerleştirilmiştir: çok özdekçi bir çağın getirdiği yazık ki bayağı bir koşulla kenter toplumunun düşünce adamlarına (zararsız olmaları koşuluyla) cömertçe sağladığı saygın koşul arasındaki çelişki.
Yazarın büyülü benzersizliğini kanıtlayan şey, işçiler ve çıraklarla paylaştığı bu ünlü tatiler sırasında, kendisinin çalışmaya olmasa da üretmeye hiç ara vermemesidir. Hem yalancı emekçidir, hem yalancı tatilci.
Biri anılarını yazar, bir başkası prova düzeltir, daha bir başkası gelecek kitabını hazırlar. Hiçbir şey yapmayanı da bunu ancak çağının ilerisinde bir insanın gösterebileceği, gerçekten çelişken bir davranış, bir öncü eylemi olarak açıklar. Bu son övüngenlikten yazarın her zaman, her koşulda yazmasının çok “doğal” olduğunu anlarız. Bu tutum yazınsal üretimi bir tür istemdışı salgılamayla dolayısıyla da insan gerekirciliklerinin dışında kaldığına göre, bir tabuyla özdeleştirir.
Daha soyut biçimde konuşmak gerekirse yazar, aracısının tatilene kulak asmadan, zorbaca, her dakika konuşup duran bir iç tanrının pençesindedir. Yazarlar tatildedir ama Esin tanrıları uyumaz ve dursuz duraksız doğurtur. Bu “ishal”in ikinci yararı, buyurgan niteliği dolayısıyla çok doğal bir biçimde yazarın tözünün ta kendisi olarak tanınmasıdır. Hiç kuşkusuz bir insan yaşamı, eski bir kır evi, bir ailesi, bir şortu, bir torunu vb. bulunmasına ses çıkarılmaz, ama töz değiştirerek plajda yalnızca birer tatilci olan emekçilerinin tersine yazar doğasını her yanda sürdürür: tatil aldı mı insansallığının göstergesini sergiler ama gene tanrı kalır. 14. Louis nasıl kralsa, o da öylece yazardır, oturak üstünde bile. Böylece yazın adamının insan işleri karşısındaki işlevi “ambrozia”nın ekmekle bağıntısı gibidir aşağı yukarı: yüce farklılığında daha iyi kavranabilmek için lütfedip toplumsal biçeme gönül indiren mucizemsi, ölümsüz töz.
Bütün bunlar aynı üstinsan yazar düşüncesine, kendisine bağışladığı yapay benzersizlikle daha iyi oynayabilmek için vitrine koyduğu bir tür ayrımsal varlık düşüncesine getiriyor bizi.
Demek ki bu sevimli “tatildeki yazar” imgesi cici toplumun yazarlarını daha sıkı denetim altına almak için başvurduğu kurnaz aldatmacaların birinden başka bir şey değil: hiçbir şey, bir “iççağrı”nın benzersizliğini onun cisimleniminin bayağılığıyla çelişmesi – ama yadsınmasıyla değil tam tersine- ölçüsünde sergileyemez: bütün ermiş öykülerinin yıllanmış numarasıdır bu. Bunun için de bu “yazınsal tatil” söylenin çok uzaklara, yazın çok ötelerine uzandığını görüyoruz: günümüz gazeteciliğinin teknikleri yazardan gittikçe daha sıradan bir görüntü vermeye yöneliyor. aMa bunu bir aldatmacaya son verme çabası olarak görmek yanlış olur. Tam tersi.
Hiç kuşkusuz, açılmalar aracılığıyla dehanın seçtiği bir ırkın günlük yaşamına katılmak benim gibi sıradan bir okura duygulandırıcı, hatta pohpohlayıcı gelebilir: hiç kuşkusuz gazeteler aracılığıyla bilmem hangi büyük yazarın mavi pijama giydiğini, bilmem hangi genç yazarın “güzel kızlardan, reblochon peynirinden, lavanta çiçeği balından” hoşlandığını öğrendiğim bir insanlığa kardeşlik duyabilirim.
Şu var ki, bu işlemin sonunda bir yazar biraz daha yıldızlaşıyor, göksel konutuna varmak üzere bu toprakten biraz daha uzaklaşıyor, pijamaları ve peynirleri burada soylu yarı- tanrı sizlerine yeniden başlamasını hiç mi hiç engellemiyor. Yazarı kitle önünde etsel bir bedenle donatmak, sek beyaz şarabı ve az pişmiş bifteği sevdiğini açıklamak, onun sanatının ürünlerini benim için daha mucizemsi daha tanrısal duruma getirmektir. Günlük yaşamının ayrıntılarının onun esininin doğasını benim için daha yakın daha açık kılması şöyle dursun, yazar bu türlü açılmalarla koşulunun söylensel tekniğini daha bir vurgular.
Öyle ya, tam da evrensel bilinç olarak ortaya çıktıkları sırada mavi pijamalar giyecek ya da tıpkı yakında çıkacak Benin Görüngübilimini muştuladıkları sesle reblochon peyniri sevgilerini savunacak ölçüde geniş insanların varlığını ancak bir üstinsanlığın hesabına geçirebilirim. Bunca soylulukla bunca zevzeklik arasında kurulan gösterişli birlik hala çelişkiye gösteriyor: tümüyle mucizemsi olduğuna göre, tek tek her öğesi de mucizemsidir: yazarın çalışmasının giyimsel ya da tadımsal işlevleri olduğu kadar doğal görünecek ölçüde kutsallıktan sıyrıldığı bir dünyada bu birlik bütün ilginçliğini yitirdi kuşkusuz.
( Mythologies, 1957, Seuil Çeviren: Tahsin Yücel Hürriyet Vakfı Yayınları, 1990, Çağdaş Söylenler)