Lafı dolandırmadan sizi, oyunun yönetmeni Emre Koyuncuoğlu’yla Proust-Pamuk-Hafıza hakkında yaptığımız röportajın ikinci bölümü ile baş başa bırakıyorum… Yakında dosyanın üçüncü ve son bölümünde görüşmek üzere…
Özlem Ünaldı: Romanı okuduğumda yaşadığım sürecin tamamını hatta daha kuvvetli bir etkiyle yaşadım oyunu izlerken. Kelimeleri, sahneleri ayıklarken zorlandınız mı? Çok zor vazgeçtiğiniz bir yer var mı romanda?
Emre Koyuncuoğlu: Roman 600 sayfa kadar. Benim alıntım 24 sayfası. Daha çok hikaye kurabileceğim aktarımları alıp diyaloglar kurgulayıp anları açtım ve sahneler oluşturabilmek için eklemeler yaparak genişlettim. Ama başından beri, romandaki, ‘Bazen’ bölümünü Kemal’in bir monoloğu olarak tutmak istiyordum. Zaten Orhan Pamuk’a da izin için yazdığım yazıda bile bunu yapmak istediğimden bahsetmiştim. Orada sıradanlıkta fark edilen mutluluğun zenginliği aktarılıyor. Bu benim için büyük bir çatışma alanı aslında. Burada benim içimde çok karmaşık duygular beliriyor. Hayranlıkla, iğrenme arasında gidip geliyorum. Bunu seyircininde hissetmesini istedim. Müthiş bir potansiyel var, o sakin monologda. O nedenle uzun tutmak istedim. Seyircinin de bu çarpışmayı yaşamasını istedim. Oyuncu için çok zor bir sahne.sahnede 13 dakika sakince sıradanlığı ve bunun verdiği mutluluğu anlatıyorsunuz. Ve seyirciye dinlettirmeniz gerekiyor. Hiç kaçirmamaniz gereken bir tını var, hep aynı ses de variasyonlar yapmanız gerekiyor. Macek gece gündüz çalıştı, kelimenin tam anlamıyla.
Ö.Ü.: Oyuncularınız Polonya’lı; kastı nasıl oluşturdunuz?
E.K.: Opole Tiyatrosu’nun Genel Sanat Yönetmeni bana tiyatronun oyuncu portföyünü yolladı. Bana nasıl birilerini istiyorsun diye sordu, karşılıklı üzerinde çalıştık ve kastı birlikte yaptık. Sanırım iyi bir kast oldu. Kemal’le ilgili seyirciden bazı eleştiriler geldi. Niye ‘şöyle uzun boylu yakışıklı, çok aşık olunası birini seçmedin’ diye.. J Ben özellikle sıradan görünen birini tercih ettim. ‘Ya, bununla mı?’ yabancılaşmasını seyirci yaşasın diye. Çünkü genelde aşk bittiğinde ‘ya bununla mı bütün bu delirium’u yaşamışım’ diyorsunuz, zaten. Birine yüklediklerin ortadan kalkınca, sıradan biri oluveriyor. Aslında herkes sıradan yani. Ben seyirciye yüklemeleriyle birlikte değil, sıradanlığıyla şaşırtan ve yabancılaştıran biri olmasını tercih ettim. Ayrıca bence müthiş bir oyuncu, sahne karizması ve sahne enerjisi inanılmaz. Oyun tek perde 2 saat ve hiç düşürmeden, 13 dakikalık monolog da dahil buna büyük bir zevkle oynadı. Beraber çok güzel çalıştık, birbirimize inandık. Ben genelde oyuncularımdan çok memnundum. Gerçekten iyi oyuncular, bana çok yardımcı oldular. Müthiş bir tiyatro geleneğinden geliyorlar ve teknik olarak çok donanımlılar, bir çok farklı oyunculuk tekniklerinde istediğim sahneyi bana hazırlıyorladı.. Bir kere çok çalışkanlar. Ayrıca, hem birbirlerine hem de yaptıkları işe çok inanıyorlar. Bir de tabii, keyif alabilecekleri onlara inanan ve destekleyen bir tiyatro ortamında çalışıyorlar, yani yaratıcılıkları ve şevkleri ikiye katlanıyor. Ben de böyle bir ortamda bu kadar iyi oyuncularla çalıştığım için kendimi çok şanslı hissediyorum. Polonya tiyatrosu’nda bir oyun yönetmek bana tiyatro yapan biri olarak çok iyi geldi. Bir tiyatrocu olarak tatmin oldum diyebilirim. Doğrusunu söylemek gerekirse, Almanya dahil, başka ülkelerde oyun çalışırken böyle bir tatmin duygusu yaşamamıştım. Oyunculardan isteyebileceğim şeylerin sınırları genişledi, diyebilirim, bu da seni yönetmen olarak çok daha fazla hayal etmeye ve hayallerini gerçekleştirebileceğin inancı da, kendi içinde de daha derinlerde çalışabilme fırsatı veriyor.
Ö.Ü.: Prova süreci nasıldı?
E.K.: Aslında klasik bir yapıdaydı. Masa başında çalışmaya başladık, onlara Istanbul, Türkiye yakın tarihi, Orhan Pamuk. Belgeseller izlettim. Yeşilçam filmleri, 90’ların sanat filmi dönemi örnekleri, farklı müzik türlerimizi; klasik ve popular müziğimizi dinlettim.
Ö.Ü.: Dil farkı, sanatsal iletişime engel oldu mu?
E.K.: Dil sorun oldu tabii. Ben, Istanbul’u, romanı ingilizce anlatıyorum, simultane çevirmen lehçeye çeviriyordu. Tüm provalar boyunca simultane çevirmenle çalıştım. Provalarda, oyuncuları sürekli Türkçe metinden takip ederek yönettiğim için bir süre sonra belli başlı kelimeleri ya da kalıpları ezberlemeye başlamıştım. Bazen oyunu durdurduğumda, kaldıkları yeri lehçeden verebiliyordum. Çok gülüyorlardı. Ama sürekli üç dil üzerinden bir anlaşma söz konusuydu. Zor oldu. Yalnızca dili çevirmiyorsunuz, uzlaşabilmeniz için kültürü ve anlayışı da çevirmeniz gerekiyor. Ve tabi çok farklı bir tarih kurgusu içinden geliyoruz. Ama tanıdık çok şey var. Onlar bazı şeyleri benim aracılığımla birinci elden, ben de onlar aracılığıyla bazı tarihi gerçekleri birinci elden dinlemiş oluyorum. Bizi birarada tutan şey genelde evrensel değerler oldu, tabii. Tiyatro, zaten böyle birşey.
Onlarla, ‘masumiyet’, ‘müze’ kavramlarını tartışmak çok garipti bir yandan. Biliyorsunuz, Auschwitz ve diğer toplama kampları müzeye dönüştürülmüş durumda. Toplumda bu yaralar halen sarılamamış durumda. Sonuçta şu anda varolan her Polonyalı aileden en az bir kişi ya kaybolmuş ya kamplarda ölmüş. Auschwitz toplama kampına gittiğimde, rehber ‘burası da bir insanlık mirası, ama kötü bir miras, bunları da hatırlamak için saklamak gerek’ demişti. Halen ‘sessiz’ durmayı tercih ederek; yorum yaptıkları konular bunlar.
Ö.Ü.: Türkiye için tam bir geçiş dönemi olan yılları, farklı bir kültürden gelen bir ekiple çalışarak sahnelediniz. Oyuncularınıza hikâyenin geçtiği yılları ve insanımızın hâlini anlatmakta zorlandınız mı?
E.K.: Oyunda obje kullanımı çalışmaları yaptık, tabii. Ortak hafızayı sahnede oluşturmaya çalıştık. Oyunculardan kendilerine ait hatırası olan, onlar için değerli eşyaları getirmelerini istedim. Bu konuda sahne tasarımcımız Yasemin Nur (zaten koleksiyoner kendisi), Gözde Ilkin çok yardımcı oldular. Ben de kişisel eşyalarımı götürdüm, provaya. Bunun üzerinden de hafıza ve tarih okuması yapmaya çalıştık. Bu bizim ortak bir dil oluşturmamıza çok yaradı. Döneme ait, anneme, babama ait cemiyet fotoğraflarından tutun, gazette küpürleri, dönem sinema afişleri, şeker kutuları, kibrit kutuları, ‘mecmualar’, hit parçalar.. Hepimize hatırlattığı şeyler oldu. ‘Şeylerin Masumiyeti’ üstüne cok konuştuk. Geride kalan şeylerin anlamlarının dönüşmesi ve hatıradan çok ‘şey’in geride kalan olarak değer kazanması ve ‘şeylerin’ birlikteliğinin bir hikaye oluşturması falan . Kemal tüm hatira nesnelerini, Füsun’dan geri kalan parçacıkları, yatağına topluyor, oyunda. En sonunda da ölüsünü bile göremeyecek kadar, ‘şey’lere tutkulu olduğundan Füsun’un ölü bedeniyle karşılaşınca ilk yaptığı şey; ona hediye ettiği ‘kelebekli kolyeyi’ boynundan sıyırıp, onu avucunda tutarken Füsun’un yokluğunu fark ediyor ve ağlamaya başlıyor.
Ö.Ü.: Uluslararası sanat dilinde ortak kelimelerin ve dertlerin çoğaldığı yıllardayız. Polonya’da geçirdiğiniz prova süreci sonrası küçük bir kıyaslama yapacak olursanız; neyi bizden daha iyi anlamışlar da böyle müthiş tiyatro yapıyorlar? ( Yakın bir tarihte yeniden tutuldum da Polonya Tiyatrosuna)
E.K.: Anlamaktan öte; birikim ve kültürle ilgili. Tiyatroyu gerçekten bir iletişim aracı olarak benimsemişler. Eğitimin içinde öncelikle. Bir çocuk oyunu izledim, inanamadım. 2 saate yakın iki perde bir çocuk oyunu. 600 kişilik bir salon çocuklarla dolu. Çocuklar başından sonuna oyunun hikayesini takip edip, yorum yaptılar. Yaşları 6 ile 8 arası falan. Bir de en ilgimi çeken şey deneysel, politik, epik, performatif, metin, dijital/hightech, absurd, grotesk, beden ağırlıklı, kabaret vb. gibi ayıracağınız tiyatro türlerini çağdaş Polonya tiyatrosunda iç içe görmeniz. Aslında bu, şu andaki Polonya tiyatrosunun bir özelliği ve diğer batı tiyatrolarından onu ayıran ve beni de heyecanlandıran ve etkileyen bir özelliği. Polonya Tiyatrosu’nun döneminde sıradışı olarak görünen ama daha sonra bir öğretiye, tekniğe ekole dönüşen öncüleri var. Bu insanların sanatsal dilleri (ki deneysel çoğu) kültürel anlamda da toplumda kendine yer bulmuş, örneğin benim de çok hayran olduğum Tadeusz Kantor’un sanatsal dilinin toplumsal bir karşılık bulması buna bir örnek. O nedenle tiyatro kültürü güçlü bir ülke. Bunu söylediğinizde kısaca, ‘evet, öyleyizdir’ diyorlar, zaten.