A password will be e-mailed to you.

Editör Notu: Sanatatak’ta yeni bir heyecan yaşanıyor. Ömer Altan, yazılarıyla Verevine isimli köşesinde Sanatatak’ta olacak. Yazarın ilk yazısını siz okurlarımızla paylaşmaktan mutluluk duyuyoruz.

Sanatın piyasa koşullarına esir edildiği post-modern zamanlarımızda Dostoyevski’nin “Dünyayı güzellik kurtaracak” şiarı hâlâ geçerli mi? Daha önemlisi sanat hâlâ güzellik merkezli bir aktivite kategorisinde mi?

“Sanat ne işe yarar?” sorusu yüzlerce yıldır sorulsa da kaotik kutuplaşmalar içinde kavrulmakta olan günümüz dünyasında daha da cevapsızlaşmakta değil mi?

Sanat bir işe yarıyor mu yoksa sadece anti-insanileşme prosedürlerinin yan sekmesindeki süs kabilinden mi tahammül ediyoruz ona?

Ya da şöyle mi formüle etmeliyiz: Sanat, T.S. Eliot‘un öngördüğü modern çoraklığı tahammülfersa kılmak adına ayakta tutulan bir kapitalizm oyuncağından mı ibaret artık?

Bu sorulara ezberden cevap vermek kolay değil, yine de cevapların hemencecik bulunamadığını farkederek antroposende acilen yeni akıl yürütmelere ihtiyaç duyduğumuzu teslim etmek elzem. Ne de olsa soyut resimde ibrenin Walter Robinson’un tanımıyla “zombi formalizm” yaklaşımına döndüğü bir ortamdayız. Kitle kültürü kodlarının sosyal medya algoritmalarınca hack’lendiği yeni gerçeklikte tabiidir ki sanatımız da zombileşmekte.

Sanatın piyasa ilişkileri içinde özgül ağırlığını kaybetmesi ile insana kendini hatırlatma fonksiyonundan vazgeçmesi arasındaki sebep-sonuç ilişkisinin hemen yan kutucuğunda kitlelerin dijital gerçeklik üzerinden güdülür hale gelmesiyle popülizmin yerküreyi zincirlemesi yok mu? Es vermeden “var” demek bunca kolayken sanatçı figürünü nereye konumlandırıyoruz peki?

Sanatçıyı sanattan ve piyasadan ayıramıyorsak hata yapıyoruz çünkü koşullar ne olursa olsun dünyanın elementlerinden yeni birleşimler oluşturmaya çekilen bir insan tipi daim kalacaktır. Sanatçı, hepimizin içindeki temel bir eylemi hepimizden daha canlı tutabilmek adına insanlığın mekanik işleyişi ile karşı karşıya gelir ve kendini açık ya da kapalı biçimlerde toplumsaldan dışlar. Jungcu perspektifte sanatçı bu sorumluluğu isteyerek değil neredeyse istemese de üstlenmek zorunda kalır ve parlaklığa bulanmış lanetini hayatının her köşesine taşımakla cezalandırılır.

Kısacası şu: Sanat alanını ne kadar sorgularsak sorgulayalım birileri sanat yapmak arzusundan vazgeçemeyecek, dolayısıyla sanatçı denen mahlukatın dönemindeki sanat koşullarından bağımsız da bir varoluşu olması kaçınılmaz. Sanatçı o anki sanat gerçekliğine uyarlanabildiği ölçüde yeteneğini ticaret ağında ücretlendirebilecektir evet ama saf sanat açısından bunların önemi yoktur. Saf sanat açısından önemli olan sanatçının kendi potansiyelini sınırlarına dek tüketerek aramızdan ayrılmasıdır, değil mi?

Sanatçının kendi potansiyelini sınırlarına dek tüketmesi için neler yaşanmalı?

Elbette soru bir açıdan retorik diğer açıdan ise ironik ama yine de önemli, ki gerçekten ilginizi çektiyse bu yazının odağında yer alan kitabı pas geçmemelisiniz çünkü halihazırda dünyanın en önemli müzik prodüktörlerinden Rick Rubin imzalı sayfalar “sanatçının potansiyeli”ne dair önerilerle dolup
taşmakta.

Bir tohumun şifresi kırıldıktan ve alması gereken biçim anlaşıldıktan sonra süreç değişir. Sınır konulmamış bir keşif yolculuğunda değilizdir artık. Yönümüz açıkça belli olmuştur.“*

Yönetmen David Lynch’in sanatçılığını şekillendiren “The Art Spirit” kitabının yazarı ressam Robert Henri’nin “Amaç sanat yapmak değil, sanatı kaçınılmaz kılan o harikulade halde olmaktır.” sözüyle başlayan kitap, keşif ve uygulama yollarına yeni patikalar açmak konusunda oldukça besleyici; farklı bakış açılarıyla kesin yargıları kırarak sanatçıyı sürece teslim etmeyi önemseyen mesajı da gerçekçi ve güçlü.

İşin başına oturduğunuzda, ortaya çıkacak sonucun kontrolümüz dışında olduğunu hatırlayın. Topladığımız tüm bilgileri yanımıza alarak, bilinmeyene doğru her adımımızı cesaret ve kararlılıkla atmaya hazır olursak, nihayetinde gideceğimiz yere ulaşırız. Varış noktamız önceden seçtiğimiz yer olmayabilir. Ancak muhtemelen daha ilginç bir yerdir.”**

Sanat alanı uzun zamandır tüm yönlere doğru elastikleşen teorik okumalarla tıka basa dolmuş olsa da insansız tabiatın kendini şekillendirme stratejilerinden İnsan’ın ilk çiziktirmelerine değin tüm sanatsallık pratiklerinin “çocuksu” dürtülerin yönderliğinde göğerdiğini ayırt etmeliyiz.

Her çocuk sanatçıdır. Problem büyüyünce nasıl sanatçı kalacağıdır.” demez mi Picasso. İşte Rubin’in kitabı da bu nasıla dair açılımlar sunmayı amaç edinmiştir, “yaratıcısüreç”e kaleydoskopik bakışlar atmaya odaklıdır; “Ciddiyet, çalışmaya bir ağırlık yükler. İnsan olmanın oyunbaz, eğlenceli yanını, dünyada var olmanın dizginlenemez çoşkusunu, sadece zevk almaya bakmanın hafifliğini ıskalar.”*** der.

Sanat tarihi kısaca dört dönemin, klasik, romantik, modern ve post-modernin, arka arkaya dizildiği bir fotoğraf sergisine benzer. Dönemler çoğunlukla karşı karşıya getirilirler ve buradan doğan dirençlerle hiyerarşiler kurulup ötekileştirmeler inşa edilir. Elimizdeki kitap böylesi bakışlara pas vermiyor. Sanatı da sanatçıyı da tüm veçheleriyle kabul eden kapsayıcı bir üsluba sahip ki bu yönüyle Amerikan bir aura yayıyor. Zaman zaman “Her şey çok güzel” olacak tonundaki kişisel gelişim kılavuzlarının yüzeyselliğine mi sürükleniyor diye düşündürtse de farklı bir dünyadan, her şeyin çok geç keşfedildiği Sam Amca gerçekliğinden taze esintiler sunuyor.

Sıkışan gündeliğin zehirli atmosferine inat sanatsal üretimin derin kaynaklarını yeniden çoşturmak lazım fakat bunu dile getirmek dahi kendisinin silik bir kopyası haline gelmiş yaşantımızda “cringe” kaçıyor gibi. Yine de, sil baştan yapmak cesaretindekilerle gözü ısrarla toplumsal kabullerin ağır sisinden sıyrılmaya dikmişler bu kitabın çatısı altında buluşsun; ne olur ne olmaz, belki de unutulmuş ilhamlar saklandıkları köşelerden çıkagelirler.


*Rick Rubin, Domingo, Şubat 2024, çeviri: Emre Gözgü

*sayfa 126

*sayfa 219

*sayfa 283

Daha fazla yazı yok
2024-12-22 04:15:10