İstanbul Müzik Festivali açılış konserinde Şef Sascha Goetzel yönetimindeki Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrasına -BİFO- yurtdışındaki pek çok yarışmadan ödüllerle dönen 18 yaşındaki genç piyanist Can Çakmur eşlik etti. Shostakovich’in 2. Piyano Konçertosu’nu yorumlamada başarılı olan genç sanatçıyı yakından tanımak istedik.
Ayşegül Sönmez: Nasıl geçti festival açılış konseri? Bir konserin iyi geçtiğini çaldıktan sonra mı çalarken mi hissedersin? Bu konserin ardından ne söylemek istersin?
Can Çakmur: Güzel bir konser olduğunu düşünüyorum. Konçertoyla ilgili içimde, "Keşke şunu da yapsaydım" diye bir pişmanlık kalmadı. Üstüne düşmem gereken konular (geliştirmem gereken şeyler) daha uzun vadeli olanlar, bugünden yarına yapabileceğim şeyler değiller – ki bu konser uzun vadeli çalışmalarım için aydınlatıcı oldu. Bir konserin iyi geçip geçmediğini genellikle anlayamıyorum. Anladığımı düşündükçe de çoğunlukla yanılıyorum, örneğin bir konserimin kötü olduğunu sanıp kaydını duyunca şaşırmam veya tam tersi söz konusu olabiliyor. Çalarken benim duyduğum ses, salona gidenden çok farklı. Salonun akustiği çok iyi değilse, baslar çok fazla, tizler çok az ve ses çok kısa gelebiliyor çalana. Genellikle hislerimizle çalmak zorunda kalıyoruz: Tuşun parmaklarımızdaki hissi veya daha çalmadan bir sonraki sesin nasıl uzayabileceğinin tahmini gibi. Bütün bunlar konserden sonra çalanda farklı izlenimler bırakabiliyor. Hissettiğimizle ortaya çıkan arasında farklar olabiliyor. –
-Sen neler planlıyorsun 43. İstanbul Müzik Festivali’nde görmek üzere?
Festivalde görmek istediğim çok konser var. Ancak ne yazık ki üniversite giriş sınavı için Almanya’da olacağım festivalin ilk yarısında. Kaçırdığıma çok üzüldüğüm iki konser Fazıl Say’ın Mozart Maratonu-II konseri ve Kim Kashkashian-Peter Nagy konseri. Yetiştiğim ve mutlaka dinleyeceğim ise Lars Vogt’un Brahms’ı. Sanırım bu konser festivalde en merak ettiğim konser.
-Ortalama bir insanın sana bakıp söyleyeceği şu klişeye karşı yanıtın ne olur? “Ahhh yaşıtları sokakta oynar kafelerde gezerken o piyano başında çalışıyordu… “
Sokakta oynamak, müzik yapmayı dışlamıyor bence. Hatta tam aksine besliyor. Oyun oynarken, kafelerde gezerken yaşadığımız basit duygular bizi zenginleştiriyor. Müziği üstüne kurabileceğimiz samimi, karmaşık olmayan bir temel oluşturuyor. Bence müzik her şeyden önce hayal etmenin sanatı. Tecrübeler olmadan ise hayal kurmak çok zor- belki de imkansız.
-Mesela okulda klasik müzikçi olmanın avantajları neler?
Eğitimin, üniversite sınavının baskısı olmaksızın keyfine varmak. Diğer bir deyişle, bir konuyu ezberlememiz gerektiği için değil, ilginç olduğu için öğrenmek.
-Peki ya dezavantajları?
Zaman. Okulda yapılan zaman çizelgesinin her zaman dışında olmak ve sürekli arkadan gelip yetişmeye çalışmak. Konser, eğitim vs. için yapılan seyahatler çok ciddi zaman istiyor!
-2010 finalisti olduğun Belçika’daki yarışmada stresinle baş etmenin yolu olarak neye başvurdun?
O yarışmada ne ile karşı karşıya olduğumun farkında değildim. Dolayısıyla hazırlanırken en ufak bir stres duymadım. Ancak yarışma sahnesine çıkınca ne ile karşı karşıya olduğumu fark ettim. Rüzgârlı havadaki bir yaprak gibi titriyordum! Yarışmadan sonra kendime neden heyecanlandığımı sordum. Sonra da kendime neden sahneye çıkmak istediğimi sordum. Bu sorular heyecanımı tamamen yatıştırıyor, hatta ortadan kaldırıyor. Stres ise performansa hazırlık süresince bana eşlik ediyor. Bu benim için yeni bir duygu: Gerçek anlamda stresi ilk kez kasım ayında Almanya’daki yarışmaya hazırlanırken yaşadım. Stresin çok yoğun olduğunu hissettiğimde, geriye çekiliyorum. Neyi başardığıma ve neyin eksik olduğuna bakıyorum. Bu bana genel bir bakış sağlıyor, çalışmamı yarışma veya konser odağından çıkarıyor; çünkü artık planımı sorduğum sorulara yönelik yapmış oluyorum, stres unsuru olan konsere veya yarışmaya değil.
-Bilgisayar oyunu oynar mısın?
Beş veya altı yıldır oynamadım… Daha önce oynardım.
-Ne seversin hayatta? Hamburger, pizza, konser, sergi, arabalar….
Güzel yemek (yemek seçmem!), spor yapmak (özellikle kayağı çok özledim), okumak, keyifli bir sohbet… Belki de hepsinden çok, olağanüstü bir konsere tanık olmak, o büyülü anı konser salonunda yaşamak.
-Klasik müzik insanları rock dinlemez poptan iğrenir mi?
Kesinlikle iğrenmez. Ruhumuza dokunan her şey müziktir, yeter ki tükettiğimiz, müziğin “fast food”u olmasın!
-Mesela hiç Lady Gaga dinledin mi?
Hayır, hiç dinlemedim.
-Peki neleri dinlersin?
Çok fazla şey söylenebilir, uzatmamak için son zamanlarda takıntılı olduklarımı söyleyeyim: Schubert’in ses ve piyano için Der Taucher baladı, Beethoven’ın Op. 78,79 ve 90 Piyano sonatları, Mahler’in Toprağın Şarkısı…
-Emre Şen nasıl bir hoca?
Çok farklı. Tam olarak ifade etmek zor. Derste çok sık şöyle anlar oluyor: -Acaba bu pasajı şu şekilde denesek mi? Nasıl olur dersin Can? -Kesinlikle, bu hiç aklıma gelmemişti. O zaman burayı böyle yaparsam, bir sonraki pasaj şu şekilde değişecek ve o zaman buradaki ifade anlam kazanıyor. Tek bir fraza yaptığı ufak bir öneri, ufak bir değişiklik parçanın bütününü değiştiriyor, daha olgun, yeni bir anlam katıyor.
-Whiplash’i izledin mi? Nasıl etkilendin mi?
Whiplash beni çok etkiledi. Bir müzik filminin ötesinde benim için. Her şeyden önce bu film çok katmanlı anlamlara sahip. Bir yanıyla, bütün o parmak kanatan egzersizler aslında belirli bir düşünce tarzının, bir anlayışın sembolleri olarak beliriyor. Taviz vermeden başarıya endekslenmiş bu anlayış belki de hepimizin içinde var. Başarılı olmak için gelişme tutkusu… Bir sonuca yönelik çalışma… Hepsinden önemlisi, başarı tutkusu uğruna bütün değerlerimizi feda etmek. Diğer yanıyla filmdeki davul hocası, belki de hayatın kendisiydi: eğitici, zorlayıcı, acımasız ve sürprizlerle dolu. Eminim herkes Andrew’ın başarı uğruna insani değerleri feda etmesini eleştirerek izlemiştir filmi. Ancak kendimize sormamız gerekiyor, müzisyen olalım ya da olmayalım, gerçek hayatta Andrew’dan ne kadar farklıyız, ve yaşadığımız dünyanın böyle olmasında bizim katkımız nedir? –
-Senin onu çok iyi anladığını düşündüğün besteci kim? Çaldıkça anladığını daha iyi düşündüğün yani empatiyle çaldığın? Öyle bir besteci var mı? Çünkü bir yerde okumuştum. Bir piyanist öyle diyordu “en iyi çaldıklarım en iyi anladıklarımdır…”
Kesinlikle Schubert ve Bartok! Kendimi bu müzik içinde serbest bırakabiliyorum. "Nasıl çalacağım?" diye sormadan müziği olduğu gibi takip edebiliyorum.
-Çalması bu anlamda sana en zor uzak olan?
Sanırım Mendelssohn. Şostakoviç de hiç kolay değildi…
-Edebiyatla aran nasıl? Roman mı şiir mi polisiye mi fantastik mi?
Okumayı seviyorum.
-Mad Max’i görme fırsatın oldu mu mesela?
Ne yazık ki henüz değil, ancak çok merak ediyorum.
-Yani aslında ilk sorudan beri merak ettiğim klasik müzik sanatçıya genç yaşta bazı şeyleri kaçırtır mı iste vizyon filmleri gibi…?
Aslında, evet. Goethe’nin "Der Musensohn" (İlham’ın Oğlu) isimli bir şiiri var. Goethe bu şiirde gezgin bir müzisyenden söz eder. Şiirin son dizelerinde ise ilhama sorar: "Sen ki benim ayaklarımın tabanını kanatlandıran/Beni vadiler ve tepeler boyunca sürükleyen/Senin en sevdiğin evinden uzakta./ Sen, nazik ilham söyle bana/Onun göğsünde ne zaman/Bir daha huzur bulacağım?". İlham’ın Oğlu’nun durduğu yere ulaşmak, insanlara mutluluk vermek için, benim gibi genç bir müzisyen kendini geliştirmeli. Bunun için gezmek gerekiyor. Çeşitli hocalarla tanışmak, ustalık sınıflarına katılmak (usta çırak deneyimine tanıklık etmek ve bu deneyimi edinmek), yeni yerler görmek, yeni insanlarla tanışmak için seyahat etmek çok önemli. Gerek yazılı edebiyatta gerekse müzik edebiyatında “gezgin”in bu denli önemli bir yer tutması sanırım rastlantısal değil. Diğer yandan bu zaman alıyor, çoğu zaman evden uzakta olmak demek oluyor. Bu durum için de insan bence vakit yaratmalı, ne yapabileceğini düşünmeli. Yani Whiplash’de Andrew’ın yaptığı gibi değil, belki tam tersine hepsini bir araya getirebileceği ve getirmek isteyeceği kadar çalışmalı.
-Bu arada ailede klasik müzik dinlenir miydi yani büyüdüğün evde?
Kesinlikle evet. Klasik müzik dinlendiği gibi, Keith Jarrett da, Art Tatum da Deep Purple da dinlenirdi. Ailem müziği çok seviyor. Ben hatırlamıyorum ancak Beethoven’ın Appasionata’sını ve Liszt’in Transcendental Etüdler’ini çok sever, Schubert Sonatlar’dan çok sıkılırmışım!
-New York’ta zengin semtlerin anneleri üç aylık bebeklerini müzik okuluna götürüyorlarmış gelişsin o zamandan ve çocuk iyi bir müzik okuluna alınsın diyerek. Absürd değil mi?
Kesinlikle absürd. Bana zorlama geliyor böylesi, müzik dinlemek değil de müzik eğitimi almak. Biz, ben kendimi bildim bileli Bilkent’te konser dinleriz. Ancak bu sadece haftanın iki saatinde yaptığımız bir aktivite değildi. O haftanın programını Barış (babam) CD’ye kaydederdi, bir hafta onu dinlerdik. Cuma veya cumartesi akşamı da konseri ne bekleyeceğimizi bilerek dinlerdik. Elif (annem) konserlerde kulağıma fısıldardı, "Timpaniye bak Can!" veya "Bak şef nasıl çelloları işaret ediyor!". Ben, kısa bir süre sonra "Müzik yapmak istiyorum" dedim. O zaman Chopin Müzikevi’ne gittik, kesinlikle aklımızda müzisyen olma isteği olmaksızın. Çaldıkça hoşlandım ve bir süre sonra, 2010 yılında "Müzisyen olmak istiyorum!" dedim.
-Değişik ama çok değişik bir yerde çalma arzun var mı ve belli bir besteciyi? Mesela İstanbul metrosunda Chopin çalmak isterdim ki makul kaçtı simdi bak… Ne bileyim Gezi parkında Beethoven…
Ne kadar "değişik" sınıflandırmasına girer bilmiyorum ama Richter’in yaptığını yapmak istiyorum: Bir kamyonet kiralayıp arkasına bir kuyruklu piyano koyup şehir şehir, köy köy gezip konserler vermek ve dinlemeye gelenlere çiçek dağıtmak!
-Son soru şu, hiç klasik müzik dinlememiş yaşıtın bir kulağa beş tane klasik müzik "piece" tavsiye eder misin? Bunları dinlesin ve hayatına öyle devam etsin diyerek…
1) Beethoven 9. Senfoni 2) Schubert Die Winterreise 3) Liszt Si Minör Sonat 4) Bartok Mavisakal’ın Şatosu 5) Mahler Des Knabens Wunderhorn
-Bir son soru daha… Issız bir adaya düşsen yanına alacağın bestekar kimdir?
Bir tane hakkım varsa sanırım Bach…