Canlıların hareketlerine yön veren en temel itki, hayatta kalma güdüsüdür. Bu sayede evrim sürekli devam eder. Canlılar, stabil olmayan ekosistem şartlarına uyum sağlayabilmek için, sürekli yeni özellikler geliştirirler. Bizse bu kusursuz sistemi çoğu zaman gaflet içinde “tasarım” diyerek yüzeyselleştirip geçeriz. Yönetmenden ziyade bilim-kurgu yazarı (The Andromeda Strain ve Jurassic Park) olarak tanıdığımız Michael Crichton, 1973 tarihli filmi Westworld’de bu konu üzerinde duruyor. Çıktığı dönemde, kült bilim-kurgular arasında kendine saygın bir yer edinen film, 2016 yapımı aynı adlı dizinin yaratıcısı Jonathan Nolan’a esin kaynağı olmanın yanı sıra, Crichton’un ilk uzun metraj denemesi olma özelliği taşıyor. Film her ne kadar izleyiciye derinlikli karakter tahlilleri sunmasa da, yaratılış ve evrim üzerine büyük laflar ediyor.
Bir grup (“çılgın” diye nitelendirmek yerinde olur) bilim adamı, Delos isminde bir eğlence parkı tasarlar. Antik Roma, Orta Çağ Avrupa’sı ve Vahşi Batı temalarına sahip bu fantezi alemi, insandan ayırt edilmesi neredeyse imkansız, müşterilerin sapkın isteklerini tatmin etmek için tasarlanmış robotlarla doludur. Müşterilerin güvenliğini sağlayan bir kontrol odası vardır; ne var ki bir süre sonra robotlar, bir takım anomali sergilemeye başlarlar. Olay kısa süre sonra çığrından çıkar ve robotlar hem müşterileri hem de yaratıcılarını öldürmeye başlarlar.
Bir kurmaca olarak gerçeklik
Slavoj Zizek, fantezi mekanını, arzuların yansıtıldığı boş bir yüzey olarak tanımlıyor. Filmde bu boş yüzey, Delos olarak karşımıza çıkıyor. Kendisine yansıtılan fantezi ise bütün bir batı medeniyeti. Burada, müşterilerin gerçek hayatta dizginlemek zorunda oldukları bütün sapkın istekleri, bir bakıma gerçek yüzleri, beliriyor. Bu durumda Delos’u, medeniyeti hicveden bir metafor olarak görebiliriz. Gelgelelim gerçekliği bir paradoks olarak gören Zizek’ten bir nebze farklı olarak Westworld onu, istediğimiz zaman inanıp, istemediğimizde inanmama seçeneğine sahip olduğumuz bir kurmaca olarak ele alıyor. Müşteriler öldürüp tecavüz ettikleri “şeylerin” gerçek olmadığına o denli inanmışlardır ki, içlerinden biri kalkıp da arkadaşını vurduğunda Peter bir süreliğine, kelimenin gerçek anlamıyla gördüklerine inanamıyor.
Yaratıcıların, düşünebilen robotların hayatta kalma güdüsü, ahlak anlayışı ve intikam duygusu gibi özellikler geliştirebileceğini öngörememesi sonucu, eğlence parkı bir katliama sahne oluyor. Bu katliamdan Peter’ı sağ salim kurtaracak tek şey, filmin temel meselelerinden biri olan hayatta kalma güdüsü… Blade Runner, Solaris, Yapay Zeka gibi birçok kült bilim-kurgu filminde gözlemlenebildiği üzere, insani güdüler geliştirebilen simulakra, her zaman için bilim-kurgu yazarlarının oldukça ilgisini çekiyor.
Simulakrum kavramı ilkin, bilim-kurgu filmlerinden yüzyıllar önce Platon’un felsefi metinlerinde belirdi. Popüler kültürde de Metropolis’te robot, Matrix’te bilgisayar yazılımları, Solaris’te halüsinasyonlar olarak karşımıza çıktı. İkinci Dünya Savaşı’nın birkaç sene içinde binlerce yıllık Batı medeniyetini dümdüz etmesi, Jean Baudrillard’ın simülasyon ve üst gerçeklik kavramlarını daha ortaya atmadan onlarca yıl önce bile, insanları gerçekliği sorgulamaya itti.
Solaris ve Westworld
Michael Crichton da Westworld’ü yazıp filme çekerek Stanislaw Lem’in (Tarkovski tarafından sinemaya uyarlanan Solaris’in yazarı) yaptığı gibi öngörülü bir harekette bulunuyor. Fakat, onun hikayesinin sonunu getirirken ürettiği gibi, yirmi küsür yıl sonra kuramlaştırılacak felsefi bir önerme sunamıyor. Simülasyon kavramının, “görmek inanmaktır” düsturunu benimsemiş, etiketlerle temsiller üzerinden kendini tanımlamış ve tamamen görsel bir kültür üzerine kurulmuş Batı medeniyetinin ruhuna çok uygun bir şekilde şov dünyasıyla görselleştirilmesini izleyiciye sunan film, sinematik evrenini kurarken gösterdiği başarıyı ne yazık ki olay örgüsünü kurarken gösteremiyor. Hikaye aksı karakterin dışsal yolculuğunun içsel tezahürünü çok üstünkörü bir şekilde barındırıyor. Aks ikinci yarıdan sonra kuru kovalamaca sahneleri arasında kayboluyor ve bir bilim-kurgu olarak başlayan film, bir western olarak sona eriyor.
Hangi Westworld ?
Bütün bunlara rağmen filmi extra-diagetic (filme dair olup film içinde izleyiciye sunulmayan) bilgilerle ele almak, izleme tecrübesini bambaşka bir hale getiriyor. Filmi 2016’da dizi formatına uyarlayan Jonathan Nolan’ın hikayeyi zenginleştirip çok katmanlılaştırırken 1973 tarihli filmden hangi görsel unsurları kullandığını ve onları adapte ederken nasıl transformasyonlara uğrattığını izlemek son derece keyif verici. Ayrıca, 70’lerin bilim-kurgu filmlerinin ünlü oyuncu oynatmama geleneğini (J.J. Abrams’in yeni Star Wars’u çekerken bunu sürdürdüğünü hatırlayalım) Jonathan Nolan sürdürmüyor. Dizide Anthony Hopkins, Ed Harris ve Jeffrey Wright gibi dünyaca tanınmış isimlerin performanslarını izliyoruz.
2016 yapımı uyarlama izleyiciye çekim kalitesi ve kompleks olay örgüsü açısından daha fazla şey sunuyor. Ancak bu durum, diziyi “eskinin daha iyi bir versiyonu” haline getirmiyor. 70’lerin bilim-kurgu furyası içinde kendine itibarlı bir yer ve bir hayran kitlesi edinmeyi başarmış Michael Crichton yapımı Westworld’ü orijinal görsel dünyasıyla kült bir bilim-kurgu olarak yâd etmeye devam ediyor.