A password will be e-mailed to you.

Çocukluğunun bir dönemi 1980’ler ya da 80’lerin sonuna yetişmiş bir nesil için A Nightmare on Elm Street ve Freddy film izlemeyi sevmek demekti; maceraperest çocuk ruhun film ve sinema okyanusunda keşif yapmasına sebep olan ve her zaman çekici gelen yasak bir meyve gibiydi. Gece yatağa girildiğinde korku sebebiydi, karanlıkta sokaklarda yürürken her köşe başına temkinli bir bakış ve uykuya yenik düşmeden önce edilen duaların sorumlusuydu. Wes Craven’in bir daha çıkmamacasına akıllara kazılmasıydı. 


“Bu sadece bir film…Sadece bir film…Sadece bir film." Sonbaharın eşikten adımını attığı ve yaprakların dökülmeye hazırlandıkları şu günlerde sinema dünyasındaki yaprak dökümü de devam ediyor. Usta oyuncu Christopher Lee’yi kaybettikten sonra son olarak özellikle çocukluğunu 1980’lerde geçirmiş bir neslin kalbinde ayrı bir yeri olan yönetmen, senarist ve yapımcı Wes Craven da 30 Ağustos günü beyin kanseri yüzünden öldü. Wes Craven ismine aşina olmayan sıradan bir izleyici için bile Freddy Krueger karakteri ya da “A Nightmare on Elm Street “ filminin bir anlam ifade etme olasılığı büyüktür diye düşünüyorum. Pek çok televizyon, sinema film ve dizisine, yönetmen, senarist ve yapımcı olarak imza atmış olan büyük ustadan, kariyerini oluşturan yapı taşlarına değinerek bahsetmeye çalışacağım.

Wesley Earl Craven, 2 Ağustos 1939’da Cleveland Ohio’da doğdu. Bağnaz, Babtist bir grubun mensubu olan ailesiyle birlikte Craven’in çocukluk yıllarını pek de eğlenceli geçirdiği söylenemez. Oyun oynamasına, dans partilerine ya da yüzmeye gitmesine hatta sinemaya gitmesine bile izin verilmezdi. Craven’in hayatını zorlaştıran sadece bu ağır kurallar değildi. Beş yaşında babasını kaybettiği için aile parçalanma sürecine girdi. Bu, Craven üzerinde psikolojik yoğunluğu yüksek bir etki yaratmıştır. Daha sonraki sanat hayatında da bu etkinin izleri pek çok kez görülecektir.

1997’de The New York Times’e şöyle bir açıklamada bulunmuştur:

“ Beşinci doğum günümde pek çok öfke ve ölüme şahit olmuştum. Bu beni hiçbir zaman rahat bırakmadı. Akıl sahibi bir düşünce için bile yüzeyin altında oluşan böyle bir algının hesaplanamaz biçimde şiddet, kargaşa ya da benzeri şeylere dönüşme potansiyeli vardır. “

Temel eğitimini Ohio’da tamamladıktan sonra Illinois Wheaton kolejinde Psikoloji ve İngilizce okur. Psikoloji alanında Johns Hopkins Üniversitesi’nden master derecesi ile mezun olur. Bu süre içerisinde Craven, rüyalar ve rüyaların temelleri ile ilgili takıntılı bir yapıya bürünür. Craven bir keresinde boş bir kağıda bir şeyler karalarken bir anda o zamana kadar hatırlamadığı birçok rüyayı hatırladığını söyler. Kendisini bu yönde eğiterek bir gecede gördüğü dört ya da altı adet rüyayı geri çağırarak rüyalarını yazmaya başlar. Yazdığı bu notlar ileride The Hills Have Eyes, A Nightmare on Elm Street ve Deadly Blessing ile The Serpent and the Rainbow filmlerinin bazı sahnelerinde bizlere geri dönecektir.

Mezun olduğu üniversitenin yakınındaki bir kolejde öğretmenlik kariyerine başlar. Bu süreçte evlenir ve iki çocuğu olur. Birkaç yıl sonra öğretmenlik kariyerinin kendisine göre olmadığına karar verir ve ayrılır. Bu sırada şiirler ve kısa öyküler yazmaktadır. Craven bir grup öğrencinin kısa film projesi için yardımını kabul eder ve bu onun hayatını değiştirir.

30 yaşında olan Wes Craven, Baltimore’den ayrılarak Manhattan’a yerleşir. Burada yerel bir film kurgucusunun yanında çırak olarak çalışmaya başlar. Bu sırada imgeler ile manipülasyon, hikaye anlatımı ve teknik yönden kendisini geliştirir. 1972’de Craven yeni bir projeye ortak yapımcı olarak girişir. Bu yeni proje Together isimli, başrolünde geleceğin porno yıldızı olacak Marilyn Chambers’in yer aldığı cinsel eğitim amaçlı bir belgeseldir. Craven sadece ortak yapımcı olmakla yetinmez, filmin çoğunu o kurgular, birkaç sahnenin görüntü yönetmenliğini de yapar. Together’in yönetmeni ve ana yapımcısı Sean Cuninham’dır (Friday The 13, 1980) ve Craven’in ilk filmi olan The House on The Left’te beraber çalışacaklardır.

Yine aynı yıl yani 1972’de Craven ilk filmini çeker, The House on The Left… Film, 100 bin dolar gibi komik bir bütçeye sahiptir. Oyunculuklar ve diyaloglar ilkokul müsamerelerini aratmaz. İlginç olan ve filmin asıl ses getiren yönü ise içerdiği şiddet sarmalı ve şiddetin kullanım biçimidir. Günümüzde medya ve sosyal medya sayesinde her türden şiddet bombardımanına bağışıklığı olan insanlar için filmdeki şiddetin dozu komik gelebilir fakat 1970’ler toplum yapısı ve ahlak anlayışı göz önüne alındığında o zamanlar için bu kabul edilemez bir saldırıdır. Filmin sinemalarda gösterim şansı bulabilmesi için yaklaşık 20 dakikalık bir kısmı kesilir, yine de sinemalarda X derecelendirme gösterim şartından kurtulamaz (ABD’de sinema filmleri çeşitli derecelendirmelere tabi tutulurlar. Buradaki X sadece yetişkinler izleyebilir anlamına gelmektedir. Bu da 21 yaş üzerine tekabül eder.) Buna sinirlenen Craven daha sonra o 20 dakikalık bölümü de filme ekler ve film R derecelendirmeye tabi tutulmaktan kurtulamaz (kısıtlı izleyici). En sonunda film yasaklanır. Bu olay Craven için olumsuz görünse de kendi reklamını yapmasını da sağlar. Bu arada film,18 milyon dolar hasılat yaparak büyük bir başarıya imza atar.

Sebepsiz yere, bir grup “kafası dumanlı” kişiden oluşan çetenin tecavüz ve işkencelerine maruz kalan iki kız ve daha sonra kızlardan birinin ailesinin maruz kaldığı şiddet ve sonucunda aile bireylerinin çete üyelerinden intikam almasını konu edinir film. Dönemine göre şiddet dozu bir hayli yüksektir. Kimilerine göre şiddet pornosundan ibaret olmakla beraber kimilerine göre de şiddeti bir sorun olarak ele alan bir filmdir. Provokasyon filmin fragmanlarında ve posterlerinde başlamıştır: “Bayılmamak için kendinize şu sözleri söyleyin ‘Bu sadece bir film… Bu sadece bir film… Bu sadece bir film…’” İlginç olan bir diğer nokta ise filmin birkaç sahnesinin, Ingmar Bergman’ın The Virgin Spring filmini anımsatmasıdır. Eğer değişmediyse bildiğim kadarıyla İngiltere’de filmin 20 yılı aşkın bir süredir video ve DVD sürümleri halen yasaklı durumdadır.

Craven, sinemaya hayli olaylı bir şekilde adım atar. 1977’de The Hills Have Eyes gelir. Kaza yapan araçlarıyla çölde mahsur kalan bir ailenin, izole olmuş yamyam bir topluluk tarafından taciz edilmesini ve yaşam mücadelesini konu alır. Film bir nevi Craven’in çocukluk yıllarının ve mensup olduğu topluluğun alegorisi niteliğindedir. Usta yönetmen yavaş yavaş sinema dilini oluşturmaya başlamıştır. Film gişede bir önceki filmden daha çok hasılat yapar ve pek çok olumlu eleştiri alır. Craven, bir önceki filmin aksine daha eğlenceli bir film yapmıştır. Kendine has mizah anlayışı ilerleyen zamanlarda Craven’in diğer filmlerinde dozunu artırarak devam edecektir. Slasher alttürü içinde zirveye uzanan yolda Craven vites artırmıştır.

1981’de Deadly Blessing gelir. Craven hız kesmiştir. Film vasatı aşamaz ve izleyicinin de yeterli derece de ilgisini çekemez. ABD’de toplumdan izole biçimde kendi inançlarına göre yaşayan ve teknolojiyi reddeden Amish topluluğu ve bu topluluk içinde gelişen gizemli cinayetleri konu alır film. Bu filmin akılda kalıcı tek yanı sonradan yıldız statüsüne erişecek olan Sharon Stone’nin sesli rol aldığı ilk film olmasıdır. Bu filmde de

Craven’ın çocukluk travmalarının etkisi büyüktür. Film açık bir bağnazlık eleştirisidir. Craven’ın durağan dönemi devam eder. 1982’de Swamp Thing ve 1984’te Invitation to Hell gelir. Her iki film de korku janrı içinde vasatı aşamayanlar kulübünde daimi ikametgâhlarına yerleşirler. 1984’te The Hills Have Eyes II gelir. Hayli üretken geçirdiği 1984 yılında, iki vasat film kotardıktan sonra Wes Craven’in dünya çapında tanınmasını sağlayacak alametifarikası ve başyapıt olarak isimlendirilecek fenomen film A Nightmare on Elm Street gelir. Öyle bir film ve içerdiği baş kötü, “manyak” karakteri düşünün ki korku türüne yeni bir soluk getirir ve teen slasher alt türünün kurallarını yeniden koyar. Kafasından eksik olmayan fötr şapkası, kırmızı yeşil şeritli kazağı ve parmaklar yerine bıçakların olduğu bir eldiven giyen her yeri yanıklar içinde bir seri katil ihtiva eder, Freddy Krueger… Yıllar önce 20’den fazla çocuğu öldüren Freddy, delil yetersizliği nedeniyle serbest bırakılır. Öfkeli ebeveynler bir gün Freddy’i tuzağa düşürerek onu kendi kazan dairesine atarak yakarlar. Yıllar sonra Freddy geri döner. Bu ebeveynlerin çocukları ve tanıdıklarından rüyalar yolu ile intikam alacaktır. Sakın uyumayın, eğer uyursanız Freddy gelecektir. Uyku ve uykusuzluk arasındaki ince çizgi Freddy’nin oyun mekanıdır ve tüm çocuklar da oyun arkadaşı…

Muhteşem setleri, dönemine göre insanın aklını başından alan özel efektleri, kurgusu, gerçek ve sürreal atmosferin harika bir şekilde iç içe geçmesi, senaryosu ve tabii ki Freddy’nin bizzat kendisi ile gerçekten bir başyapıt çıkarmıştır Wes Craven. Sinemanın katilleri, manyakları içinde sanırım Freddy’den başka mizah anlayışı bu kadar yüksek olan bir karakter daha yoktur. Sinema dünyasına, korku türüne hiçbir zaman silinmeyecek, devam filmleri ve yeniden çevrimler derken adeta bir külliyata dönüşen bir seri ve hiç ölmeyecek bir popüler kültür ikonu yaratmıştır Wes Craven. Ayrıca Johnny Deep’in kariyerine başlamasına da fırsat vermiştir.

Bu fikrin nasıl aklına geldiği sorulduğunda Wes Craven, L.A. Times’de okuduğu bir haberden etkilendiğini söyler. Haberin gerçek olup olmadığı bilinmemekle beraber içeriği şöyledir: Bir zamanlar Kamboçya’nın lideri olan Pol Pot’un ölüm tarlalarından kaçmayı başaran bir aile ABD’ye yerleşir. Ailenin çocuğu rüyalarında sürekli birisinin kendisini öldürmeye çalıştığını ve eğer uyursa öleceğini söyleyerek uyumaktan kaçınır. Bir gece uykusunda çığlıklar atarken ailesi onu uyandırmaya çalışır fakat bu sırada çocuk ölür.

Çocukluğunun bir dönemi 1980’ler ya da 80’lerin sonuna yetişmiş bir nesil için A Nightmare on Elm Street ve Freddy film izlemeyi sevmek demekti, maceraperest çocuk ruhun film ve sinema okyanusunda keşif yapmasına sebep olan ve her zaman çekici gelen yasak bir meyve gibiydi. Gece yatağa girildiğinde korku sebebiydi, karanlıkta sokaklarda yürürken her köşe başına temkinli bir bakış ve uykuya yenik düşmeden önce edilen duaların sorumlusuydu. Wes Craven’in bir daha çıkmamacasına akıllara kazılmasıydı.

Wes Craven artık türün önde gelen yönetmenlerinden biri haline gelmiştir. İnsan psikolojisinin zaaflarını iyi bilmesi ve bunları mizah ve muhteşem bir yaratıcılıkla harmanlayıp ortaya benzersiz yapıtlar çıkarması ondan beklentilerin her zaman yüksek olmasına sebep olmuştur.

1986’ya kadar birkaç TV dizisi ve Deadly Friend isimli filmi çeker. Vasatı aşamayan bu filme karşı nedense duygusal bir bağlılığım var. Özellikle 1990’larda özel kanalların yeni yeni ortaya çıktığı bir dönemde gece yarısı B Filmi kuşağında uzun aralıklarla ekrandaki yerini alırdı. 1988’de The Serpent and The Rainbow’ u çeker. 1989’da özel efektleri ve yine dozu yüksek mizahı ile göz dolduran Shocker gelir. 1989’da ustanın kendine özgü Alice Harikalar Diyarında uyarlaması gelir, The People Under The Stairs… 1994’te devam filmi New Nightmare ve 1995’te adını bile anmak istemediğim Eddie Murphy’li Vampire in Brooklyn’i çeker.

1990’ların başından itibaren özellikle Hollywood’da korku türü genel olarak bir düşüş içine girdi. Ortaya çıkan ürünlerin vasatın çok altında olması ve genel izleyici eğiliminin bu türe olan ilgisini yitirmesi, sığlık adına bir kısır döngü ve sonucunda sinemanın bu en gözde türünün ortadan kaybolmasına yol açtı. Adeta bir Deus Ex Machina gibi çıkagelen Wes Craven 1996 yılında yine ortaya bir bomba attı, Scream. Bu filmde Craven, genelde Korku özelde Teen Slasher alttürünün tüm yapıtaşlarını tersyüz etti. Türün tüm klişeleri ile dalga geçip klişe içinde klişeler ile oynadı. Craven bir nevi kocaman bir külliyatın mottosu denebilecek kurallar ile dalga geçerek kendi kariyerinin de parodisini yapmış oldu. Şüphesiz bir faciaya dönüşebilecek bu fikri kusursuz biçimde kaleme alan senarist Kevin Williamson’un da bunda etkisi büyüktür. Film, türe yeni bir fenomen katil (katiller?!) daha katar, taktığı maskeyi, yüzünü Edvard Munch’un 1893 tarihli Scream tablosundan alan Ghostface…

Korku sezonu tekrar başlamıştır. Scream’in büyük başarısından sonra üzerine ölü toprağı serpilen korku türü aç bir şekilde tabutundan dışarı fırlamıştır. Ardı arkası kesilmeyen çoğunluğunu teen slasher türündeki yapımların oluşturduğu birçoğu vasat olmakla birlikte aralarında kayda değer yapımlarında bulunduğu bir sağanak başlar. En azından günümüze kadar bu tür bir daha bu kadar gözden düşmedi. Craven yapacağını yine yapmıştı.

1997’de Scream 2, 1999’da Meryl Streep’e Oscar adaylığı getiren Music Of The Heart’ı yönetir. 2000’de Scream 3’ü çeker. 2005’te bir “Kurtadam filmi” olan Cursed’i çeker. Bu filmin post prodüksiyonu hayli olaylı geçmiştir. Yapımcı ile Wes Craven kurgu sırasında sürekli kavga ederler. Film pek çok makas yer ve sonunda Craven filmi kabullenmez, yönetmen kısmında ismi olmasına rağmen kendi filmi olduğunu reddeder. Klasik bir kurtadam filmi gibi başlayan yapım sonrasında hayli sert bir Hollywood star sistemi ve insan ilişkileri üzerine eleştiriye dönüşür. Eğer Craven’in istediği şekilde ortaya çıksaydı acaba nasıl olurdu diye hep çok merak etmişimdir.

2005’te Red Eye ve 2006’da 22 yönetmenin kendi epizotları ile yer aldığı bir proje olan Paris je t’aime’de bizi Oscar Wilde ile bir yolculuğa çıkardığı kendi bölümü olan Pere Lachaise’yi çeker. 2010’da çok kötü olan My Soul To Take ve son olarak 2011’de Scream 4’ü çeker.

Her zaman son sözleri söylemek zor olmuştur. Keşke yaşasaydı. Pek çok vasat film çekseydi ve araya sessizce bir bomba koyup tekrar inzivaya çekilseydi. Ama gerçek olan büyük ustanın şu an bu dünyadan ayrılmış olması. Her şey için teşekkürler. Koskoca bir türe yön verdiğin için, unutulmaz karakterler yarattığın için, bizi korkuturken güldürdüğün için ve en önemlisi sabi bünyelere film izleme sevgisini verenlerden biri olduğun için. İçimden kendi kendime “ Bu sadece bir film… Sadece bir film… Sadece bir film…” demek geliyor ama bu sefer inanmak kolay olmayacak. Huzur içinde uyu, Freddy ve Ghostface öksüz kaldı.

Daha fazla yazı yok
2024-11-02 13:34:50