Yıldız Kenter‘i son kez “Kraliçe Lear”da seyrettim. Kanadalı yazar Eugene Stickland’in Urban Curvz kadın tiyatrosunun kurucularından Joyce Doolittle için kaleme aldığı metni “Kenter Tiyatrosu”nda seyirci ile buluşturuyordu. Gazeteci ve köşe yazarı da olan Stickland, bu yapıtında yalnızca kadınların rol alacağı William Shakespeare’in “Kral Lear”ından “Kraliçe Lear”a dönüşen oyunda Lear rolünü oynuyordu.
Aslında “Kraliçe Lear”ın “Kent Oyuncuları”nda sahnelenişinin ilginç bir öyküsü vardı. İzmirli Aylin Sar, sıkı bir Yıldız Kenter hayranıydı. Kanadada doktora yaparken tesadüfen oyunu izleyip çok beğenmişti. Bu metindeki “Jane” rolünün tam Yıldız Kenter’e göre olduğunu düşünüp oyunu usta sanatçıya önerdi. O da metni bir çırpıda okuyup kendi tiyatrosunda sahnelemek için oyunun yazarını aradı ve ondan izin istedi. Çok şaşıran Stickland, Türkiye’den gelen öneriye sıcak baktıktan sonra, bu durumu çok “büyüleyici” buldu.
Yıldız Kenter, kızı Leyla Tepedelen’in çevirdiği metni, Defne Halman ve Engin Hepileri ile birlikte sahneye koydu. Osman Şengezer’in dekor ve kostüm tasarımını yaptığı yapıtta ışık düzeni Cem Yılmazer’e aitti. Başrolünü üstlendiği oyunda “Heater” rolünü canlandırmak üzere yüz kırk sekiz aday arasından on sekiz yaşındaki Sedef Şahin’i seçti. Feride Berrin Varol ise çellosuyla temsilde “Jane”in iç sesi olarak onlara eşlik ediyordu.
“Kraliçe Lear” rolüyle özdeşleşen Yıldız Kenter
Stickland, seksenini geçmiş bir oyuncunun Shakespeare’in tragedya kahramanı “Kral Lear” üzerinden kendisiyle yaptığı hesaplaşmayı konu ediniyordu. Yaşlılık, gençlik ve kuşak çatışması temalarını işleyen yazar, Jane rolünü ete kemiğe büründürürken, onun zihinsel yorgunluğundan kaynaklanan endişelerini, kaygılarını, deneyimlerini çok güzel dile getiriyordu.
2009 yılında sergilenen “Kraliçe Lear”ı büyük bir başarıyla canlandıran Yıldız Kenter adeta rolüyle özdeşleşmiş kendi benliğinin derinliğindeki “Lear”ı gün ışığına çıkarmıştı. Benim de izlediğim gece, bütün salon her yaştan seyirci ile tıklım tıklım doluydu. Oyun bittiğinde herkes sözleşmişcesine birden saygıyla ayağa kalkmış, Türk tiyatrosunun “diva”sını büyük bir beğeni ve hayranlıkla alkışlıyordu. Yıldız hanım “Jane”in gençliğini, yaşlılığını, mutluluğunu sahneye taşırken bizlere duygusal anlar yaşatmış, özellikle başının üzerinde amuda kalktığı bölümdeki performansı ile hepimizi avucunun içine almıştı. Onun sahneden bize yansıyan enerjisi karşında etkilenmiş, uzun süre avuçlarımızı patlatırcasına alkışlamıştık.
Ödüllere doymayan bir “diva”
Alkışlar dinip, sessizlik olunca “Oyun Yazarları ve Çevirmenleri Derneği” nin (OYÇED) temsilcileri olarak kendisine “Yaşam Boyu Onur Ödülü” nü takdim eden sevgili arkadaşım Esen Özman ile Cem Kenar, birer konuşma yapmışlar, Yıldız hanıma ömrünü tiyatroya adadığı için çok teşekkür etmişlerdi. Kendisine verilen plaket ve övgü dolu sözler karşısında gözleri dolan Yıldız Kenter, “Beni onurlandırıyorsunuz, daha önce de pek çok ödül almama rağmen, sanki bu ilk ödülümmüş gibi heyecanlanıp, mutlu oldum. Lütfen bana hep ödül verin. Çünkü ben ödüllere doymuyorum.” diyerek hepimizi kahkahaya boğmuştu.
Perde kapanıp seyirci salonu boşalttıktan sonra kulise inmiş, Yıldız Kenter’in makyajını temizleyip yanımıza gelmesini beklemiştik. Onunla tanışmak, imza almak için sıraya girmiş bir grup genç vardı. Az sonra soyunma odasının kapısı açılmış ve Yıldız Hanım en içten haliyle bizleri karşılamıştı. “Hoş geldiniz canikolar” diyerek tebrikleri kabul etmiş, gençlerin sorularını yanıtlamıştı. O günün anısına, onlara ithafen uzattıkları kağıtlara birkaç satır yazıp imza vermişti. Ardından Esen ile bana dönüp “Canikoolaaar” diye kollarını açarak bizleri sevgiyle bağrına basmıştı.
“Kraliçe Lear” meğer Yıldız Hoca’nın son oyunuymuş
Meğer, Yıldız Hoca’yı son görüşümmüş. “Kraliçe Lear” onun sahneye çıktığı son oyun olacakmış. Önce değerli eşi Şükran Güngör’ü sonrada canından çok sevdiği kardeşi Müşfik Kenter’i yitirmişti. Ardından tek başına “Kent Oyuncuları”nı ayakta tutmak için elinden gelen bütün gayreti göstermiş, ancak sağlık sorunları nedeniyle bir süredir evinde dinlenmeye çekilmişti. Ama bizler onun iyileşip tekrar tiyatroya döneceğini düşünüyorduk, çünkü Yıldız Hanım, hepimizden çok ömrünü sanatına adamış, ona büyük bir sevdayla bağlanmıştı.
16 Kasım Cumartesi günü gazetelerde çıkan haberlere göre, Yıldız Kenter yoğun bakıma alınmıştı. Doktorlar, yaşadığı akciğer rahatsızlığı nedeniyle İstanbul’da Amerikan Hastanesi’ne kaldırılan Kenter’in durumunun kritik olduğunu söylüyordu. Yakınları ile öğrencileri geçmiş olsun demek için hemen hastaneye koşmuşlardı. Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy da Kenter’i ziyaret edenler arasındaydı. Sağlık durumuyla ilgili gerekli bilgileri aldıktan sonra basına yaptığı açıklamada: “Sanatçımıza geçmiş olsun dileklerimi sunuyor, acil şifalar diliyorum” dedi. Hastaneye kaldırılmasına çok üzülmüştüm. Ancak en kısa zamanda iyileşip ayağa kalkacağına inanıyordum. Çünkü o çok güçlü, çok dayanıklı bir kimseydi.
Ne var ki bu kez yanıldım. Doktorlar Yıldız Hanım’ı kurtaramamışlardı. 17 Kasım Pazar günü aramızdan ayrılıp sonsuzluğa göçmüştü. Vefatını Facebook sayfamdan şöyle duyurdum: “Hocaların hocası Yıldız Kenter’den üzücü haber: Maalesef Türk tiyatrosunun usta sanatçısı, hepimizin hocası Yıldız hanımı kaybettik. Başımız sağ olsun. Kendisine rahmet, ailesine, yakınlarına, öğrencilerine ve sevenlerine sabır diliyorum.Hoşça kalın canım hocam, biz sizi çok sevdik.”
Bütün Türkiye’yi Radyo Başına Toplayan Dizi “Uğurlugiller”
Önce kabullenememiş, olayın şokunu atlattıktan sonra birden çocukluk günlerime geri dönmüştüm. Yıldız Kenter’in sesini ilk kez radyoda yayınlanan skeçlerle duymuştum. Babamın aldığı Philips marka radyo, evimizin yegâne müzik, haber ve eğlence kaynağıydı. “Uğurlugiller Ailesi” İstanbul radyosunun hazırlayıp sunduğu, yediden yetmişe herkesin beğenerek dinlediği bir program olmuştu. Galatasaray Lisesi mezunu Selçuk Kaskan’nın yazdığı skeçlerden oluşan bu dizi, kısa sürede halka mâl olmuş, kendini sevdirmişti. Kent Oyuncuları ve Tevfik Gelenbe’nin işbirliği ile gerçekleştirilen yapımda, İstanbullu orta halli bir ailenin günlük yaşamından kesitler mikrofona getiriliyordu.
Bu sevimli ailenin serüvenleri ilk kez 1961 yılında yayımlanmaya başlamış, tam on yedi yıl kesintisiz devam etmişti. Şükran Güngör’ün anlatıcı görevini üstlendiği programda; Yıldız Kenter Nebahât Hanım’ı, Müşfik Kenter Salim Bey’i, Çolpan İlhan Türkân’ı, Pekcan Koşar Türkân’ın nişanlısını, Genco Erkal Doğan’ı, Sema Özcan Doğan’ın karısı İnci’yi, Erol Günaydın Davut Ağa’yı, Tevfik Gelenbe ise Arap bacıyı başarıyla canlandırmışlar bizleri radyo başına toplamışlardı.
Bu ekipteki sanatçılar ve özellikle Yıldız Kenter o yaşımda belleğimde yer etmiş oyunculardan biriydi.Tiyatroyu sevmemde, küçüklüğümden başlayarak sadık bir izleyici olmamda “Radyo Tiyatrosu” ve “Arkası Yarın” gibi programların büyük etkisi vardı. Salı ve perşembe gecelerini iple çektiğimi, gündüz kuşağındaki mikrofonda tiyatroyu hiç kaçırmadığımı söyleyebilirim. Televizyon henüz evlerimizdeki yerini alıp hayatımıza karışmadığından dönem, radyo günleri dönemiydi. Sinema ve tiyatro ise en sık gittiğimiz eğlence mekanlarıydı. Zamanla seyirci olarak başlayan ilgim, oyunculuğu merak etmeme yol açmıştı.
Yetmişli yılların başında bir yandan liseye gidiyor, bir yandan da Fatih Halk Evi’nde amatör olarak tiyatro çalışmalarına katılıyordum. İlk kez burada yani Alan Tiyatrosu’nda sahneye çıkarak oyunculuğa adım atmıştım. Sahne tozunu yuttuktan sonra oyunculuğun yanı sıra Sedat Küçükay ile mim çalışmış, hatta Tekstil Meslek Lisesi’nde bir pantomim topluluğu kurarak bu uğraşımı orada da sürdürmüştüm. Okulu bitirdikten sonra profesyonel anlamda tiyatro yapabilmek için bu sanat dalının eğitimini almanın bir zorunluluk olduğunu anlamıştım.
Konservatuara giriş
O günlerde İstanbul’da öğrenim görebileceğim tek yer Çemberlitaş’taki İstanbul Belediye Konservatuarı’ydı. Derhal Pier Loti Caddesinde 2. Mahmut’un Türbesi’nin yanındaki ahşap binaya gittim. Danışmadaki görevliden tiyatro bölümünün bir yıl ihsariye (hazırlık), iki yıl orta, iki yılda yüksek olmak üzere toplam beş yıllık eğitim sürecini kapsadığını öğrendim. Ama en önemlisi öğrenci olabilmek için girişteki yetenek sınavını kazanmak gerekiyordu. Jürinin karşısına çıkacak adaylardan, kendi seçecekleri dram ve komedi türündeki metinlerden birer tirad ile ezbere bir şiir okumaları isteniyordu.
Bölümde ders veren hocalar arasında: Melih Cevdet Anday fonetik-diksiyon-mitoloji, Sabahattin Kudret Aksal psikoloji-estetik, Mürşide Evyapan sanat ve tiyatro tarihi, İncilâ Yâr dekor-kostüm tarihi, Seyit Mısırlı eskrim, Çetin İpekkaya oyunculuk-hareket-sahne dersi, Yıldız Kenter mimik-oyunculuk-sahne dersi veriyorlardı. Ayrıca hepsi kendi alanlarında da çok değerli kişilerdi. Kimi yazar şair, kimi oyuncu yönetmen vs. idi.
Sınav gününe kadar önümde bir haftalık süre vardı. Beni çalıştırmak üzere Erhan Şengel’den yardımını rica ettim. Erhan, konservatuarda bir yıl okuyup üniversiteyi kazanınca, ikisini birden yürütemeyeceğini anlayıp okuldan ayrılmış tiyatro bilgisine güvendiğim bir arkadaşımdı. Zaten oyunculuğu tamamen bırakmayıp halk evinde amatörce sahneye çıkmaya devam ediyordu. Onun deneyimlerinden yararlanarak giriş sınavına hazırlandım.
Tarihi gün gelip çattığında; bölüm hocaları ve okul müdürü Nedim Otyam’dan oluşan jürinin karşısında, heyecandan bacaklarım titreyerek sahneye çıktığımı, peş peşe parçalarımı oynayıp şiirimi ezberden nasıl okuduğumu anımsamıyordum bile. Yaklaşık yüz elli kişi sınava girmiştik. Akşam üstüne kadar büyük bir gerginlik içinde beklemiş, jüri salondan çıktıktan yarım saat sonra sonuçların açıklandığı kağıt, kapıya asılmıştı. Korkarak baktığım listede adımın ve soyadımın karşısında “Kabul” yazısını görünce önce şaşırmış, sonrada sevinç çığlıkları atarak, derin bir oh çekmiştim. Yaşasın artık konservatuarlıydım! Çocukluğumdan beri radyodan sesine aşinâ olduğum, tiyatroda oyunlarını, sinemada filmlerini severek ve beğenerek izlediğim Yıldız Kenter’in öğrencisiydim.