Zorlu PSM’deki artnivo.com işbirliğiyle açılan Reloaded sergisindeki çalışmaların geneli déjà vu duygusunun kuşatması altında… Yüzyıllar bitiyor; çatışmalar, kıyımlar, göçler bitmiyor.
Başlığıyla bağlantılı olarak, bireysel ya da toplumsal hafızanın yeniden yüklenmesi ve deşifre edilmesi olarak görülebilir “Reloaded” sergisi. Dokuz sanatçının eserleri Zorlu PSM’nin galerisinde oluşturulan küplerde sunuluyor. Ortak paydada mülteci sorunu, yaşanan katliamlar, yersiz yurtsuzluk üzerine yoğunlaşılsa da galaksiler arasında gezinen ya da düşlerine uzanan sanatçıların anlatımıyla farklı boyutlara uzanan bir sergi var karşımızda.
Toprak uğruna yaşananların hoyratlığı, yok ediciliği Sadık Arı’nın Talan başlığıyla sunduğu çizimlerinde şekilleniyor. İnsanın insana yaptığı talanın yansımaları; toprağın, dolayısıyla doğanın uğradığı tahribatla simgeleşiyor. Muktedirlerin gücüne karşı toprağın verimliliği, iyileştiriciliği arasında sıkışıp kalan insanın/dünyanın hali, sürüp giden talana dair bir kez daha düşünmeye çağırıyor izleyeni.
Ahmet Rüstem Ekici’nin Gidenler adlı çalışması da bu duyguyu devam ettiriyor. Çocuk ceset torbasının üzerine yerleştirdiği renkli toplarla ölüm ve oyun arasında bir bağlantı kuran Ekici, serginin başlığıyla bağlantılı olarak yeniden doğmayı kurgulayıp alışveriş merkezlerinde pek görülmeyen ceset torbasından faydalanmaya çalışmış: “En renkli hayallerin çocukluk zamanında kurulduğunu hissediyorum. Çocukken astronot, şarkıcı olacağımızı söylüyoruz. Büyüdükçe koşullar değişiyor ve tüm o renkli hayaller yok oluyor. Bu yüzden plastikten yapılmış iki malzemeyi kullandım; ömrü insanlıktan çok daha fazla süren, ölümsüz bir malzemeyle bu iki kavramı birleştirmek istedim. Şu an gündemde insanları uyandıran her şey yine çocukla bağlantılı aslında. Binlerce mülteci kaybediyoruz derin sularda ama bir çocuk ölünce birdenbire çok daha etkilenip aklımız başımıza geliyor. Sanki yaşı büyük birinin ölmesi doğal da çocuğun ölmesi daha etkileyiciymiş gibi algılanıyor. Bu yüzden bir çocuk ceset torbası seçtim. Aslında mekanla bağlantısına bakınca da çok uzak değiliz. Kompleks gereği mutlaka içeride bir ceset torbası vardır. Çocukların oynadığı alanda da bu oyun toplarına rastlayabiliyoruz.” Ceset torbasının ürkütücülüğüne karşı topların neşeli duruşu, bir şekilde umudu korumayı da çağrıştırıyor.
Manolya Çeliker’in dünya haritasından oluşturduğu gemisi ve Help başlığıyla dünyaya yazdığı mektupları yine savaş ve mülteci sorununa doğru bir yolculuğa götürüyor bizi. Artık olağan hale gelen yaşananların ağırlığı/çaresizliği tüm dünyayı kuşatıyor: “Kimse kendi ülkesinden, dilinden ve dininden bilerek ve isteyerek gitmiyor maalesef, bu gerçekten çok üzücü. Bir sürü kişinin isteği dışında bir yerlere gitmek zorunda kalması ve oralarda yok sayılması da. Ve bu durum o kadar kapımızda ki aslında. Kimse bunu tercih etmiyor, bir gün biz de onların yerinde olabiliriz. Yani aslında zorunlu bir empati kurulmasını istiyorum çünkü çok çabuk geçebiliyoruz her şeyden. Bu benim için bir sorumluluk ve ne kadar aktif bir şeylere katılmaya çalışsam da kendimi böyle ifade etmem önemli.”
Son dönemde daha çok sinemasal anlatım üzerinde çalışan Çağrı Saray’ın Kırmızı Oda: Sekanslar başlıklı duvar enstalasyonu, 2004’te başlayıp 2011’e kadar devam eden üç tane çok parçalı işinin, Bekleme Odası ve Kayıp Oda projelerinin devamı. Sondan başa doğru anlatılan hikâyede hep aynı kişinin başından geçen olaylar kurgulanmış. Aslında hafızasının kaybeden bir adamın hikâyesi: “Her proje kendi içinde bölünerek çoğaldı, bir tanesi enstalasyondu, bir tanesi üretilmiş olan resimlerden oluştu, bir tanesi video işiydi. Bu aslında hafızasını kaybetmiş bir generalin hikayesi. Kayıp Oda’da bu karakterin odanın içinde, kendi hayatına dair tüm nesnelerin ve tüm anıların içeri doğru çekildiği bir rezonansla birlikte çekildiği bir delik var. Bazı yerlerinde daha gerçeküstü öğeler var. Bu, eskiden var olan bir düşmanıyla karşılaşma hikâyesi.” Kırmızı Oda: Sekanslar, underground polisiye tarzında kurgulanmış bir enstalasyon ve izleyiciyi kafasında hikâyeler üretmeye teşvik eden bir çalışma.
Öykü Ersoy’ün Mahal başlığı altında oluşturduğu çalışmaları ise kentsel dönüşümün, aidiyetsizliğin izlerini taşıyor. Çocukluğundan bugüne gelen süreçte yaşadıkları işlerinin şifrelerini oluşturuyor: “Ankara’da doğdum ve 5-6 yaşına kadar babaannemin gecekondusunda yaşadım. Ağaçtan kopardığım ilk elma, ilk yaptığım heykel, ilk çizdiğim resim oradadır. Ama işte sonra yıkılıp bina dikildi oraya. Altı yaşından beri kentsel dönüşümün içindeyim. Şu anda bakınca daha derin duygular oluşuyor çünkü ben on yedi yaşına kadar Ankara’da kalıp sonrasında üniversitede okumak için İstanbul’a göç ettim. Ankara benim için kendimi ait hissettiğim yerdi, İstanbul’a ilk etapta alışamadım, bu kaosun içinde düzen kurma çabasında kendime ait hissedemedim ama bir süre sonra Ankara’ya da ait hissedemedim. Arafta kaldım, o yüzden işlerimde böyle sıkışık bir planlama hali var.”
Özge Enginöz, Yıldızlı Gökyüzünün Gücü Adına adlı çalışmasında galaksiler arasında dolanıyor. Evrenin sonsuzluğunda birbirine uzak noktalar arasında insanın konumunu/küçüklüğünü hatırlatırken sonsuzluğun gücü ve gizemi üzerine kafa yorduruyor. Nerede olduğumuz ve nereye gideceğimize dair soruları çoğaltıyor.
Eylül Ceren Ersöz’ün Beyaz Gül’ü ise gerçek bir hikâyeye dayanıyor. 1943 yılında Münih Üniversitesi’nde savaş karşıtı bildirilen dağıtan Sophie ve Hans’ın yakalanıp idamla sonuçlanan hayat hikâyelerini seçiş nedeni, dünyada hâlâ hiçbir şeyin değişmediğine inanması: “Bu olayın Almanya’da olmuş olması hiçbir şey ifade etmiyor. Türkiye’de de aynı şey geçerli. Sürekli yaşadığımız benzer şeylerden kaynaklı olarak seçtim bu hikâyeyi. Ben önceden kadın ağırlıklı çalışıyordum, orada Sophie ile tanışmıştım ve tuhaf bir şekilde bir gönül bağım var ona karşı. Sophie’nin bu kadar genç yaştayken hayatının son bulması bana çok trajik gelmişti. Aynı zamanda Hitler’in sekreteri olan kadın, ‘O dönemde Sophie’yi anlamamıştım, aslında ben Hitler’in yanında çalışırken, o savaşın bitmesini isterken, biz ikimiz de aynı yaştaymışız’ diyor. Sophie’yi aslında bana doğru çeken, bu kısmı. Sonrasında 2’inci Dünya Savaşı’ndan sonra bu kadar yıl geçmiş olmasına rağmen hiçbir şeyin değişmemesi ve hâlâ süregeliyor olması beni bu gruba daha da yaklaştırıyor ama ana kaynak, Sophie.”
Sophie’nin mahkemede söylediği “Ne kadar güzel, güneşli bir gün ve ben gitmek zorundayım” cümlesi sergi duvarında yer alırken, Sophie’nin savaş sırasında dağıttıkları bildirilerin metinleri de oluşturulan enstalasyonda havada sarkıtılıyor. Ersöz’ün işi Beyaz Gül örgütünün barışçıl metinlerinin günümüzde geçerliliğini sürdürdüğünü gösteriyor.
Neslihan Karaağaç, İsimsiz çalışmasında bilinçaltı kavramına göndermeler yaparken renklerden ve lekelerden yararlanıyor. Bilincin arka bahçesinde gezinirken doğumdan ölüme uzanan süreçte yaşananları irkiltici bir dille anlatıyor.
Jacqueline Roditi ise I Had a Dream Within a Dream adlı çalışmasıyla rüyalarına doğru bir yolculuğa çıkıyor. Mecazi anlamda değil. Rüyaları hayatının belirleyici unsurları. Fotoğrafları da yaşadığı/kurguladığı dünyasının yansımaları. Yere inen bulutlarsa izleyeni adeta düşler alemine çağırıyor: “Rüyalarımı yaklaşık on beş yaşından beri yazıyorum, bazıları gelecekte çıkıyor, bazılarının mesela sekiz yıl hiçbir şey ifade etmediği oluyor ama gerçekte karşımda bir şey denk geldiğinde, çevirip ona benzer bir rüya arıyorum ve genelde bir şekilde bir anlama dönüşüyor. Kendi kendime şifreler buldum. Ayakkabı görürsem bir ilişki demek benim için, tuvalet görürsem kendimle ilgili bir şeyin ifşa olacağı bir durum… Rüyalarım gerçekten daha çok ilgimi çekiyor çünkü yattığımız yerden bir şekilde, nerdeyse beş duyuyu kullanıyoruz. Günüm neredeyse rüya ve gerçek diye ikiye ayrılıyor, uyandığımda onları düşünüyorum yazıyorum, tartıyorum. Bununla ilgili bir kitap yazmaya başladım. Rüyaları birine aktarırken onu değiştirmeden aktarıyoruz. Ama gerçekte olan bir şeyi birkaç kişi gördüğü için aynı anda hepimiz kendimize göre aktarıyoruz. Bunun üstüne fotoğraflarımla ilgili bir seri yapmak istedim, tek tek belki yeteri kadar güçlü değiller ama beraber bakıldığında bir hikâyeleri olduğunu düşünüyorum. Mesela mekânlar veya anlar çekiyorum, genelde kendim yaratıyorum ama sanki daha önceden gidip bulunup tanıdık olduğum yerleri çekiyorum…”
Roditi’nin çalışmalarına déjà vu duygusunun eşlik ettiği aşikar. Aslında serginin geneli bu duygunun kuşatması altında denebilir. Yüzyıllar bitiyor çatışmalar, kıyımlar, göçler bitmiyor. Yine de umut hep olsun, herkes "güneşli bir gün"e doğru yol alsın, demekten başka bir şey gelmiyor elden.
Reloaded/ Zorlu PSM/ 24 Ocak’a dek izlenebilir.