Dr. Necmi Sönmez, Leyla Erbil, Tezer Özlü, İlhan Berk, Tomris Uyar ve Oktay Rifat’ın şiirlerinden ve metinlerinden yola çıkarak yeni medya sanatıyla ilgili koleksiyon sergileri düzenledi. Şimdi ise şair Metin Eloğlu’nun bir şiirini merkeze alıyor ve “Alacakaranlık” sergisine imza atıyor. Sönmez ile şiir -yeni medya sanatının birlikteliği ve “Alacakaranlık” sergisi üzerine konuştuk.
2015 yılından bu yana Türk edebiyatının önemli isimlerinin eserleriyle medya sanatının yeni eğilimlerini, video yerleştirmelerini ve daha birçok üretim pratiğini bir arada yorumluyorsunuz. Edebi bir eserle yeni medya sanatını hangi bağlamda birbirine yaklaştırıyoruz?
Borusan Contemporary için sergiler oluşturmam istendiğinde bana sunulan kesin, miktarı ve türleri belli olan bir koleksiyon yoktu. Yeni alımlarla, siparişlerle gelişen, sürekli olarak değişen dinamik bir yapı ile karşı karşıya kalınca farklı bir yorumlama modeli oluşturmanın gerekliliği ortaya çıktı. Üstelik medya sanatı üzerine yoğunlaşan koleksiyon, son on beş yıllık gelişim çizgisinde uluslararası sanatı odağına almıştı. Borusan Çağdaş Sanat Koleksiyonu’nun gösterildiği mekân olan Perili Köşk, bir ”beyaz küp” olarak sanat mekânı değil, haftanın beş günü ofis olarak kullanılan bir alandı. Bütün bu özelliklerden yola çıkarak modern Türk yazınının sevdiğim, okuduğum ozanlarını, yazarlarını yeniden gözden geçirerek, onların kitaplarındaki yazınsal imgeleri görsel imgelerle biraraya getirip, yorumlamada yeni bir diyalog getirebilmek adına bir dizi deneye girdim. Birbirinden farklı zaman ve koşullarda üretilmiş olan eserler zaten koleksiyonda vardı, yazın kendi dünyasında taşıdığı ifade zenginliği ile görselliği kuşatabilir, izleyicilere farklı bir yorumun, bakış açısının kapılarını aralayabilirdi. Deneyleri bu bağlamda adım adım gerçekleştirdik.
Bir yazınızda şiir ve medya sanatının birlikteliği sonucunda oluşturulan eserlere bakanın“ilk bakışta aşk”ı sağlayabileceğini söylüyorsunuz. Buradan nasıl bir aşk doğduğunu düşünüyorsunuz?
Ben sanatın bilgiden çok duygu akımı, empati, kalp bağlılıklarıyla yeni bakışlar getireceğine inanıyorum. Bugün sanat hakkındaki konuşma ve tartışmalarda hep anlamaktan, kavramaktan konuşuluyor. Sanatçı bununla ne demek istedi, neye gönderme yaptı gibi, hep belli kalıplar üzerinde ilerleyen şematik, kuru, hayatla hiçbir ilişkisi olmayan bir matematiksellik egemen sanat hakkında yazılanlarda. Ben aslında bunun böyle olmadığını vurgulamak için ilk bakışta aşk konusuna değindim. Sorun anlamak değil ki… Sorun gördüğünün sende, kalbinde, duygularında nasıl bir dalgalanma yarattığı. Kalbin sesini dinleyebiliyor muyuz? Önemli olan bu. Sanat eseri içinde taşıdığı dinamiklerden ötürü izleyicilere, insanlara belli sinyaller gönderir. Birçok kişinin duyguları bu sinyalleri algılamaz, önünden geçerken hissetmeden bakar sanat eserine. Bir tür ışıktan, enerji akımından bahsediyorum. Bunu dile, sözcüklere dökmek zor, hatta imkânsız bence. İlk bakışta aşk derken bu tür bir elektriklenmeyi düşünmüştüm.
Üzerinde ısrarla durduğunuz bu iki sanatın birlikteliği izleyiciyi nasıl bir boşluğa bırakıyor. Hangi hakikatlerle yüz yüze getiriyor? Ve hangi hakikatlerin kapısını aralıyor?
Yazının gerçekliği ile görsel sanatların gerçekliği elbette birbirinden farklıdır. Kişisel olarak disiplinlerarası iletişimin gerekliliğine inanıyorum. Doktoramı sanat tarihi alanında yaparken bir yandan da karşılaştırmalı edebiyat, felsefe dersleri almıştım. Sanıyorum bu benim sanata olan bakış açımı epeyce etkiledi. Gerçeklik derken neyi betimlemeye çalıştığımızda önemli. Kişisel olarak görsel sanatın sunduğu gerçekliği her zaman ilginç, besleyici buldum. Çünkü bu sözcüklere dökülemeyecek kadar etkileyiciydi. Yazının gerçekliği ise öncelikle dille ilgili. Hangi dilde okuyorsanız, o dilin gerçekleri de sizi etkiliyor. Sorunuzdaki hakikat aslında ister yazında, isterse görsel sanatlarda olsun hep yaratıcıların tornasından geçen bir gerçeklik, gördüğümüzle pek alakalı değil galiba bu. İşte yazın ile görselliğin birlikteliği ikiye çarpılmış, ikiye katlanmış bir bütünlük sunuyor. Beni de ilgilendiren bu yüksek dozluluk oldu.
Öte yandan kültür endüstrilerini dolaşıma sokanlar bir taraftan sanatı da elinde bulundurmaya, ona yön vermeye çalışıyorlar. Şiirle bağlantısının birçok noktası olduğunu düşündüğünüz yeni medya sanatının tam da bu ilişkinin neresinde konumladığını düşünüyorsunuz?
Kültürün bir endüstri olarak yorumlanması fikrine her zaman karşı durdum. Kültürü bir endüstri olarak ele alan neo-liberal yaklaşımlarla her zaman mücadele ettiğim için konu hakkında daha fazla konuşmak istemiyorum.
Eloğlu’nun şiirlerinden önce resimlerini, desenlerini, çizimlerini görmüş ve çok etkilenmiştim. Şiiri ile daha sonra tanıştım. 1985’lerde kitaplarının baskıları yoktu, sahaflarda birçok arkadaşına imzaladığı kitaplara rastlıyordum. Ne buldumsa aldım. Onun şiirindeki dışavurumculuk, hiç beklenilmeyen sözdizimleri beni çok etkiledi. Bir de her sözcüğüne sinmiş bir kendindenliği, dünyaya istediği noktadan, istediği gibi bakma eğilimi var. Her zaman kalender, sınırını çizdikten sonra ötesine kimseyi geçirmiyor.
Alacakaranlığı bir zaman dilimi olarak şafak ile sabah arasındaki kısa zaman dilimi olarak deneyimliyoruz. Bu süre; gündeliğin telaşında, akışında ve insanı kaybeden baş dönmesinden öte bir başlangıç ve sıfır noktası olarak ruhumuzda ve zihnimizde nasıl yankılandığını düşünüyorsunuz?
Alacakaranlık kavram olarak medya sanatının ihtiyacı olan karanlık alan /darkspace konusuna da değiniyor aslında. Bu sergide ilk kez Perili Köşk’ün iki katını perdelerle kapatarak geçici karanlık mekânlar oluşturuyoruz. Serginin üçüncü ve dördüncü katı bu açıdan mimari bir deney aslında. Biliyorsunuz, Perili Köşk’te muhteşem bir Boğaz manzarası var. Işık içinde yüzen bir mimari. Ama video ve neon çalışmalarını sergilemek için karanlık, loş alanlara da ihtiyacımız var. Bu aynı zamanda gündüzle gecenin orta noktasındaki bilinmezlik anlarına da gönderme yapıyor. Gördükleriniz gerçek mi, yoksa bir düş mü görüyorsunuz pek belli olmuyor. Şafakla sabah arasındaki anı yaşamak, insanın algılarında çok güçlü etkiler bırakır. Bu anlarda ruhumuzun sanat eserlerinin girebileceği kapılarını açtığını düşünüyorum. Güneş ışığının gerçeği üzerimize vurmadan bakabildiğimiz sanat eserleri bize her zaman kendi gittiğimiz yollardan kendimize ait duygularla geri döneceğimizi hatırlatmazlar mı?
Son olarak gelecek dönemde medya sanatı ve toplumcu gerçekçi şairler ve onların şiirlerinden yola çıkan bir sergiyle karşılaşacak mıyız? Bu olanaklı mıdır?
Bu elbette olanaklı, ama unutmamak gerekiyor ki Nâzım Hikmet, Sabahattin Ali, Can Yücel üzerine çalışma yapmak kolay bir çaba değil. Son yıllarda onların tüm yapıtlarını okuyor, koleksiyona alınan çalışmalara bakarak yeni birlikteliklerin kapılarını aralayabilir miyiz diye ayrıca düşünüyorum. Nasıl ki bir sanat eseri karşısında soyut mu, figüratif mi, kavramsal mı diye bir ayrım yapmadan onun özünü anlamaya çalışıyorsak, yazın karşısında da toplumcu gerçekçi mi, dışavurumcu mu, gerçeküstücü mü, yoksa sitüasyonist mi diye ayrım yapmadan onun kendi dinamiklerine yakınlaşmak önemli. Etiketlerden, kategorilerden sıyrılıp yapıtın kendisine bakmamız gerekiyor. Yol gösterici olan bence bu.
Serginin ilham aldığı, Eloğlu’nun 1983’te yayınladığı bir şiir
“Loş
Kulaklarımızı ağzına dayasak da
Dilini dudaklarını çekelesek de
Hiçbir şey demiyordu
Ham üvezler diziyordu ardı ardına
Gözlerinde çamur kırıntıları
Çekirgeler bir sıska arı
Püskül püskül sarılar
Öldürseniz söylemiyordu
Yürüyüp yola çıktı sonra
Hepimizi bir karanlıktır bastırdı.”
Metin Eloğlu, Bu Yalnızlık Benim: Toplu Şiirler (1951-1984), s. 405.
Yayına Hazırlayan: Mehmet Taner, Yapı Kredi Yayınları İstanbul, 2005.