A password will be e-mailed to you.

57. Venedik Bienali, Paris’ten Christine Macel’e göre “sanat, özünde böyle zamanlarda bizim seyrimize yardım ediyor; onun varoluşunun tamamı özünde bir direnme. Gilles Deleuze’ün zamanında söylediği gibi; sanat iletişimle ilgili değil, bir direnme eylemi.

Venedik Bienali’ni izlemek için gelenler, alışılageldik şekliyle, dünyanın durumu hakkında bilgi alma beklentisinde oluyorlar ve jeopolitik –ya da psikososyal- durumlarla ilgili bir yorum bekliyorlar. Bir küratör olarak siz dünyanın bugünkü durumunu nasıl betimlersiniz? Bunun “muhafazakar” bir durum olduğunu söylediğinizde ne anlatmak istiyorsunuz?

Konservatif değilse bile gerileyici seslerin çokluğuna bağlı olarak, elbette, çatışmalar ve risklerin doğurduğu belirsizlikle dolu bir zaman. Popülizm gerçek bir tehlike, hele sanat ve kültür için. Bu tarihsel bağlam beni, bienali sanata ve sanatçıya yönelik yapmaya itti, çünkü ben sanatın kendiliğinden bir direnme ve kendinde bir alternatif olduğunu düşünüyorum. Ayrıca, sanatın politik meseleleri doğrudan irdelemesi ya da jeopolitik durum hakkında yorum yapması önemli değildir. Sanat hiçbir zaman bir ileti olmamıştır, o çokseslidir.

 

Soruyorum çünkü bienal sıklıkla küratörler için dünyanın sanatının acil bir sorunsalına karşı bir yol gösterme fırsatı oluyor. Sizin ‘’VIVA ARTE VIVA’’, sanatın amacı için çok güçlü savları olan iki ayrı edisyondan sonra geliyor; biri Massimiliano Gioni’nin işaret ettiği dış gerçekliklere karşı rahatlatan verimli yeraltı kaynakları ve  Okwui Enwezor’un, sanatı küresel dengesizliğe karşı bir gerilla silahı olarak çerçevelemesi. Sanatın bize bu çetrefilli zamanlardaki seyrimize nasıl yardımcı olacağını umuyorsunuz?

Bu dikotomileri sevmem. Ben daha ziyade belirli bir noktaya varmayan diyalektiğin peşinde olmaya ilgi duyuyorum, çünkü bütün bu konumlanmalar, sanatçı dikkate değerse anlamlı oluyor. Sanatı oluşturan şey konumlanma değildir. Ama bu, amaçlı sanat ya da sanat için sanat’ın ebedi diyalektiğidir. Dediğimi anladıysanız, Joris-Karl Huysmans kadar Émile Zola’ya, Joseph Beuys kadar Robert Ryman’a ilgi duyuyorum. Sanat, özünde böyle zamanlarda bizim seyrimize yardım ediyor; onun varoluşunun tamamı özünde bir direnmedir. Gilles Deleuze’ün zamanında söylediği gibi; sanat iletişimle ilgili değildir, bir direnme eylemidir. Bana göre, sanat boşluğa direnir -ki bu da Zen düşüncesinde çok farklı bir anlam taşıyan boş olma durumuyla karıştırılmamalıdır.

 

Etkinlik için yaptığınız açıklamada, sanata birden fazla vesile yükleyerek ‘’bugünün tedirgin edici ikliminde endişe verici bir tehdit’’ dediğiniz ‘’bireyciliğe’’ karşı, sanat için bir çeşit panzehir – ya da direnen ‘’son kale’’ – olarak işaret ettiniz. Bunu biraz açabilir misiniz?

Bireyselliklere inanırım, ama insanların ulaştığı bireyciliğin düzeyi her zaman beni şok etmekte, çünkü bu kayıtsızlığa doğru gidiyor. İnsanların söylediği şeyler hakkında konuşmuyorum –çünkü çok az insan bir şeyleri değiştirmek istemediğini söylerdi, en azından birazı, daha fazla eşitliğe ulaşmak için- ben somut eylemlerden bahsediyorum. İş bir şey yapmaya geldiğinde, etrafta her zaman daha az insan görürsünüz ve çoğu zaman toplumsal hareketi tetikleyen güç bireysel ilgidir. Soru şu: şu anda ortak ne yapabiliriz, Hannah Arendt’in tanımladığı ‘’ortak olanın yitişi’’nden sonra?

 

Bireyciliğe karşı en uygun alternatif nedir ve buna sanat nasıl yardım edebilir?

Sanat hiçbir şeye yardım etmez ve bir şeyi değiştirmez. Fakat, aynı zamanda her şeyi değiştirir. O bir ‘’aporia’’dır, özgürlük gibi. Özgürsünüzdür ama değilsinizdir de –ikisi de doğru. Bana göre, sanat dünyayı yeniden icat edebileceğiniz bir mekandır, bizi tamı tamına insan yapan mekandır. Modern dönemden birçok sanatçı, özellikle de komünist ideolojiden etkilenmiş olanlar, sanatın komünal alan yaratmada büyük bir rol oynayabileceğine inanmışlardır, Sürrealistler gibi. 1960’ların sonunda ve yine 90’lar ve sonrasında, bu meseleyi tartışan pek çok sanatçı dalgası vardı. Katılımlı ve ilişkisel pratikler bu dönemlerde karakteristikti: David Medalla’nın 1968’de başladığı ve halen devam eden ‘”A Stitch in Time’’ adlı işi ya da Rasheed Araeen’in 70’lere tarihli hareketli renkli küpleri, izleyicinin devamlı yeniden düzenleyebileceği türdendi. Etkinlikteki Marcos Avila Forero gibi daha genç sanatçılar ortak pratikler oluşturmaya çalışıyorlar –bu noktada, bir ırmakta komünal dans gibi- lakin tehlike ve şüpheler her zaman mevcut. Martin Cordiano’nun ‘’Common Places’’ adını verdiği yerleştirmesinde hareketli toplar daima alçak duvarlar tarafından bölünmüş.

 

Adam Curtis son filmi Hypernormalization’da kendini ifade etme eğiliminin sosyal yapıyı oluşturan grupları yıprattığını ve böylece kolektif ilerleme ve olumlu değişiklik için onlara izin verdiğini ifade ederek, bireyciliğe karşı güçlü bir kanı ortaya koydu Şimdi, elbette, bu tür gruplar online olarak ekseriyetle türüyorlar. Etkinliğinizde teknoloji ve çağdaş hayatın dijital katmanına ne kadar önem verdiniz? Neden?

Dijital teknolojileri bir kenara koymak yerine mümkün olan en güzel şekilde kullanmak istedim. Teknoloji hayranı sayılmam; benim için onlar sadece araçtır. Bienalim özelinde de bana pek çok imkan sağladılar, örneğin sanatçılarla birlikte geliştirmiş olduğum Artists’ Practices adlı video projesi. Bu projeyle her bir sanatçı kendi sanatsal pratiği hakkında bir video hazırlıyor ve ben de şubat ayından beri Bienalin internet sitesinde her gün bir tane olacak şekilde yayınlıyorum. Ayrıca her performansı ve haftada iki kere gerçekleşecek, sanatçılar ve halkın birlikte öğle yemeği yiyeceği Tavola Aperta -Açık Masa- etkinliğini canlı olarak yayınlayacağım. 500,000 kişinin ziyaret etme şansı bulacağı La Biennale’ye fiziken gelemeyecek olanlar, etkinliğin içeriğine ücretsiz erişim sağlayacak.

 

‘’Sergi bir deneyim olarak tasarlandı, ve bu deneyim dışarı bir hareket olarak bir kişiden diğerine doğru, ortak bir alandan önceden belirlenmiş boyutların ilerisine ve olası bir neo-hümanizm fikrine yöneliktir,’’ şeklinde yazmıştınız. ‘’Deneyimi’’ serginin zemini yapmak ne anlama gelir? Bu deneyimin alternatifi nedir?

Sanat bir deneyimdir. Fiziksel, kavrayışsal, entelektüel ve spiritüel bir deneyim. Bunu yaşamanız lazım. Ve bu deneyimde her ayrıntı önemlidir. İşler belirli bir bakım ve özel bir mimari gerektirir. Yine sanat, ‘’kayıtsızlığa’’ karşı çalışan bir şeydir, Antonio Gramsci’nin dediği gibi ‘’Kayıtsız olandan nefret ederim.’’ Bağlılık ve birlikte var olma üzerine bir şeydir. Anlayacağınız gibi, ben idealizmi sinizme tercih ederim, çünkü eğer gerçeklik sizi belirli bir noktada durdurursa, en azından bütün bakış açınızı değiştirmiş olan bir spesifik enerji geliştirmiş olursunuz.

 

Bienalinizi ‘’otium ve negotium’’ ya da işsizlik ve iş arasında bir yere konumlandırmış olduğunuzu yazdınız, ki bu ilginçtir çünkü görsel kültürümüzde en şiddetli değişimler iş sektöründen geliyor. Örneğin, Facebook Messenger’ın arkasındaki üretim sorumlusu yakın zamanda Techcrunch’a ‘’kamerayı bundan sonra yeni klavye olarak görüyoruz,’’ dedi. Ayrıca, sanatçının boş zaman ihtiyacı hakkında konuşurken, çağımızın yüzleştiği diğer önemli temalar aklıma geliyor. Bunlar bazı iyimser tahminlere göre yeni bir çağ açacak olan robotbilimin yükselişi ve evrensel bir maaş için yapılan çağrıdır. ‘’Sanatçının rolü, sesi ve sorumluluğu, çağdaş münazaraların çerçevesinde her zaman olduğundan daha hayatidir,’’ diye yazmışsınız. Bugün, bunun büyük bölümünün nedeni teknoloji ve iş sektörleri tarafından teşvik edilen kitle kültürü içinde görsele olan daha geniş eğilimdir. Sizin bienaliniz bu eğilimleri irdeliyor mu, öyleyse nasıl? Öyle değilse, neden?

Evet, bu tam doğru nokta. İçinde sanat ve sanatçıların önce geldiği bir hiyerarşiyi yeniden tasarlamak istiyorum. Kültürel dünyanın sonunu bildiren kitapların hayranı değilim. Bu gelenek 1918’de Oswald Spengler tarafından yazılan ‘’The Decline of the West’’ ile tetiklendi, ama itiraf etmeliyim ki bu doğru, ve ben bunu kendi gözlerimle gördüm. Derin kültürel değişimin zamanını yaşıyoruz: medya sayesinde hem sanat hem de sanatçılara dair daha iyi bir görüntüye sahibiz; ama diğer taraftan bu bir çeşit kültürel benzeşme. Bu, sanat dünyasında 90’ların ortasından sonra meydana geldi. 80’lerin sonunda ben sanat tarihi ve çağdaş sanat okurken, yaptığım şey tuhaf bir aktivite olarak görülüyordu. Bugün herkes küratör olmak istiyor. Varacağım tek sonuç, hiçbir zaman ders çalışmayı, iş yapmayı, okumayı ve dinlemeyi bırakmamak. Umberto Eco’nun söylemiş olduğu gibi, eğer hafızanı eğitirsen, yalnızca kendi hayatını yaşamış olmazsın, ayrıca hatırlayabildiğin diğer tüm kişilerinkini de yaşamış olursun.

 

Sanatçı listenize bakıldığında, Berlin Bienali gibi etkinliklerde gördüğümüz youthquake fütürizmi gibilerinin aksine etkinlikte yaşlı sanatçılar ve geleneksel pratiklere vurgu olacağını görüyoruz. Neden tercihiniz bu vurgu tarafında oldu?

Bu tam olarak doğru değil. Etkinlikte her nesilden sanatçı olacak. Sadece genç olanlara yoğunlaşmak istemedim, yani 70’lerinde, 80’lerinde ya da daha yaşlı- kesin olarak söylemek gerekirse, sanatçılar 25 yaşındakinden 97 yaşındakine kadar bir aralık gösteriyor. Fakat neden genç bir insan yaşlı olana göre daha çağdaştır demeliyiz ki? Beni tek ilgilendiren nokta işin değeridir. Sergideki dokuz bölümden biri gelenekler meselesini irdeliyor –modernitenin de bir gelenek olduğu gerçeği varken bir provokatif açıklama, neyin modernitenin düşmanı olarak kabul edildiğini sorguluyor. Ayrıca, antropolojik yaklaşımlarla ve uzun dönem tarih ile uğraşan sanatçılar ilgimi çok çekiyor. Leonor Antunes, Anri Sala ya da Gabriel Orozco, bu noktada anabileceğim pek azı ve ‘’geleneksel pratikler’’iyle anılmazlar. Benim yaklaşımım çok daha geniş.

 

Venedik Bienali’nin kıdemlisi olarak önceden Fransa ve Belçika pavyonlarının küratörlüğünü üstlenmişsiniz. Etkinliğinizde bienalin kendine özgü (idiosenkratik) düzenine dalmayı seçmişsiniz, bu şekilde etkinliği ‘trans-pavyon’ yapısı etrafında kurmuşsunuz. Bu yapının arkasındaki düşünme sürecinizi açıklayabilir misiniz?

Amacım, biraz ironi katarak pavilionları hem sorgulamak hem de onlarla oynamak. Bu pavyonların dünyanın jeopolitik tarihini yeniden ürettikleri için oldukça tartışıldı, bu doğruydu da. Diğer taraftan, sayıları 90’lardan beri artarak bu yıl 85’e çıkmışken onlardan kurtulmayı nasıl hayal edebilirsiniz ki? Bu, bu organizasyonun ne kadar başarılı olduğunu gösteriyor ve daha az bilinen yerler ya da küçük ülkelerde dev bir görünürlük kazanması sağlanıyor. Bu tartışmalarda, trans-pavyon,’ kelimesi, ‘’transnasyonel’’ ve ‘’transgenerasyonel’’ gibi kavramlara bir göz kırpıyor.

 

Sergileme süreci için metafor olarak ‘okuma’yı seçerek,  etkinliğinizdeki her ‘’trans-pavyon’u bir kitaptaki bir bölüm olarak tasarladınız. Neden kitap?

Bu bir metafor değil. Buna analoji diyebilirim.  Serginin tümünü bir kitapla karşılaştırmaktansa, değişik evrenlerini kitapların bölümleriyle karşılaştırırım. Burada bir anlatı hissi var, ama oldukça gevşek. Kendi anlatımı açıkladığım, bütün sanatçıları ve parçaları nasıl topladığım hakkında bir yazı yazdım katalogda, ama herkes kendi anlatısını inşa edebilir. Belki bazı ziyaretçiler flanörler gibi olmak isteyecekler, ama burada bir yapı var ve bunu serginin içinde ilerledikçe hissedebilirsin. Bana göre bu yapı bir akıcılık duygusu yaratmak için gerekli.

 

Analojiniz, etkinliğin kısımlarını gezmenin bir kitabın bölümlerini okumak olduğu ise, bu analojinize göre etkinliğin küratörlüğünü yapmak, bir yazar olmak anlamına gelir mi? Etkinliğin küratörlüğünü yaparken örnek aldığınız ideal modeller kim, şablonlar ya da ilham kaynakları nelerdi?

Yazarlıkla ilgili bu sorunuzla pek ilgili değilim. Küratörün bir yazar olması savını biraz haddinden fazla buluyorum. Modellerim de yoktur ayrıca. Ben sanatçılardan ve beni besleyecek herhangi bir şeyden, kitaplardan, müzikten ve hatta doğadan ilham alırım.

Söyleşi artnetnews sitesinden alınmıştır.

Çeviri: Emre Akaltın.

 

Daha fazla yazı yok
2024-11-02 15:32:39